30 Ocak 2011 Pazar

YAO LU


Çinli fotografçı Yao Lu, bildiğimiz kartları yeniden karıp yeninden destede olmayanı çıkarmış.

Yapım-yıkımlarda toz toprağın etrafa dağılmasını önleyen yeşil ağlara takılmış. Almış bunları, yola koyulmuş.

Yeşil ağlar. Örttükleri moloz yığınları. Eteklerinden toprak, su ve havaya karışan atıklar. Deşilen yerkabuğu. Hummalı bir inşaat faaliyetinin, doğayı kemirerek döke saça ilerleyen üretimin, “gelişmenin” nişanları.

Bugün.

Dijital müdahalenin nimetlerinden alabildiğine yararlanarak geleneksel Çin resmiyle bütünleştirmiş bunu.

Dünle. Ama belki daha doğrusu idealleştirilen değerlerle. Denge, ahenk, yücelten gizem..

Alışılmış kolajdaki gibi parçalanmışlığın bir araya getirilmesi değil ulaştığı. Ne de zıtlığı uzlaştırmak için törpülemeye, eritmeye, başka bir şey yapmaya kalkışmış. İnsanı afallatan ustalığı tam burada:

İdeali ve gerçekliği öyle bir zeminde topla ki birbirlerini reddetmeden üçüncü bir hal ortaya çıksın!

Yao Lu’nun fotografları, bu karmakarışıklığın ortasında hala gidilebilir bir vahaya yer var mı ki sorusuna verilen evet! yanıtı.

Bilincin pragmatik ve transandantal iki yakasının bir araya getirilişi.

Kitsch’e kayması an meselesi olan bıçak sırtı duruşundan (manzaralardaki turnaların zarafetiyle) havalanıp bambaşka bir yere yükseliş.

 
http://www.pdnphotooftheday.com/2009/11/2627

26 Ocak 2011 Çarşamba

DAL

Bir şey kuvvetle dürtüp de yazmaya oturduğumda klavyenin başındaki piyanist gibi hissediyorum kendimi.

Gerçek zamanda (sahnede) doğaçlamaya oturan bir piyanist.

Parmaklarım düşüncenin dolaysız uzantısı oluyor. Çalma-yazma zamanı içinde sonsuz ifade seçeneği arasından andan ana birini diğerlerine seçerek akıp gidiyor. Seçenekler aydınlatılmamış bir düzlüğe yayılırken onları şöyle bir yalayıp-tartıp uygun olanı bu parmaklar çekip çıkarıyor, ışığın altına getiriyor, parçanın parçası yapıyor.

Tatlı bir yamaçtaki oynak çakıllar üzerinde yalınayak koşmaya benziyor. Her an dağılabilecek kırılgan bir denge üzerinde inceliyor hareket. Fiil çekimleri süzülüyor, ekler tıraşlanıyor, çifte anlamların parlayıp sönüşü oyuna ekleniyor..

Dürtü ne kadar güçlüyse yazı da o kadar hazır çıkıyor. Olmuş ve dalından kendi ağırlığıyla kopmuş meyve gibi.

Yazıp başka hiçbir şeyinkine benzemeyen doygunlukla kalkıyorum.

23 Ocak 2011 Pazar

BAKIŞLARIN MİLLİYETİ

Yıllar yıllar önce Alman erkek arkadaşımla Türkiye’yi dolaşıyorduk. Otobüslerde muavinler, yolcular tarafından bacı sınıfına sokulmaktan fena halde sıkılınca “gavur” rolü oynamaya başladım. Rahat da ettik. Ta ki yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiğimiz bir yerde verilen molada bize çay ısmarlayan bir erkek yüzüme dikkatle bakıp “Sen Türksün!” diyene kadar.

Emin bakışının ağırlığı altında oyunum dağılmış, hiç inandırıcı olmayan bir “Anlamadım?” gevelediğimde müzayede çekicini indirir gibi, “Türk bakıyor gözlerin!” dedi.

Adam, bilmeden bildiğimiz şeye adını koymuştu, bana da koydurmuş oldu.

Bakışa rengini, doygunluğunu, derinliğini veren milliyet değilse de kültür.

Dün vapurda, yüksek sesleriyle kalabalığın geri kalanına denk 5-6 kişilik Amerikalı bir grubu bu gözle seyrettim. İki esmer, sakallı adam dışında sarı kafalar. Yüksek sesleri ne kadar etrafı silen kaba özgüven belirtisi ise mavi gözlerinin duruluğu o kadar yazılmaya başlanmış-başlanmamış bakir defter boşluğundaydı. Baktığının yüzeyinde kalan. Saf, açık, hafif ürkek. Yanlarındaki esmer adamlarsa bir yandan sular seller gibi Amerikanca şakıyadursun, gözleri Ortadoğu konuşuyor, yüzeyi hızla tararken neredeyse aynı anda “ciğer okuyorlardı.”

Bakmakla kalmayan, uzanıp dokunan, derinlere süzülen, konuşmaya katılan, dili kenara itip kalanı kendi anlatan gözler.

Bizim gözler..

22 Ocak 2011 Cumartesi

SIĞLAŞMA -SON BİR NOT

Başkalarının fiziksel acısına tepkimiz anlıksal, kendiliğinden ve bir anlamda aynı şekilde fiziksel imiş.

Duygusal empatinin oluşması ise zaman gerektiriyormuş. Tıpkı özümsenecek, içselleştirilecek “bilgi” gibi, bölünmemiş bir zaman istermiş. Durmayı, durulmayı ve etkinin dibe çökmesini beklermiş empati.

Yani artık olmayanı.

19 Ocak 2011 Çarşamba

SIĞLAŞMA III

İnternet-bilgisayar kullanımıyla haricileştirdiğimiz, zihinsel bir kapasite olmakla kalmıyor. Karşı tarafta bize bu hizmeti sunanlar arasında kıyasıya süren rekabet daha iyi düzenlenmiş, daha fazla içeriğin daha da hızlı akmasına yol açıyor. İnsani ölçekten çoktan çıkmış bir sürat de dönüp kendini uyulacak tempo olarak dayatıyor. Tıkladıkça sistemi geribesliyor, bize hizmet edeceği söylenen süratin tırmanmasına hizmet ediyoruz.

Nicholas Carr, kitabında İnternet kullanımının sosyo-psikolojik yanına fazla girmiyor ama kişisel deneyimlerle de sabit olduğu gibi kendi güçlü bağımlılığını yaratıyor bu. Sosyal ağlar vb.’nin verdiği, “bağlantıda,” bir gruba ait olunduğu hissi anlık doyum sağlıyor. Bu hızda süren ilişkiler de tıpkı iletim araçları gibi herhangi bir şeyin serpilmesine elverecek zaman tanımıyor. Kişinin kendini ifadesi bir iki saniyede tüketilecek kısaltmalar, kalıplarla belirlenen yeni bir dile sınırlanıyor. Niteliğin yerini çokluk, derinliğin yerini sıklık alıyor.

Bağımlılığın adına yeni bağımlılığı da denebilir. Carr’ın da söylediği gibi, çoğunlukla dişin kovuğunu doldurmayacak şey, ıvır zıvır olduğunu bilsek de huzursuz zihinlerimizin kıpır kıpır parmak uçları durmaksızın yeniyi arıyor. Yeni ne var? Daha daha yeni ne var? Bir önce televizyon kanalları arasında zıplayarak edindiğimiz alışkanlık-bağımlılık, interaktif ortamda iyice pekişiyor.

Özellikle elektronik medya, yeni-daha yeni bağımlılığında rekabet gücünü koruyabilmek için yangına körükle gidiyor. (Haber vd programlar sırasında sayısız, ilgisiz haber de ekranın altındaki bantlardan geçiyor sözgelimi. Bir araştırmada, bu bantların olmadığı programların akılda –daha iyi- kaldığı gösterilmiş. Ama kalıcılık kimin umurunda ki?)

Bölündükçe daha da fazla bölünme müptelaları haline geliyoruz.

Bir teknolojinin kullanımıyla gelen değişim (aslında genel olarak değişim) ortaya çıktığı alanda kalmadığı için beyinlerimizin, zihinlerimizin yeniden biçimlenişinin etkileri bilgisayar başında olmadığımızda da sürüyor.

Hiçbir şeye bölük pörçük birkaç dakikadan fazlasını ayıracak halimiz yokken kendimizi tek parça halinde verdiğimiz tek şey, kendini vermemek.

Derinleştirdiğimiz bir şey varsa o da sığlaşma!

*

Yüzerken aralarına daldığım yosunlardan kurtulmak için çırpınır gibi yazdığımın farkındayım.

Sürüklenişten kurtulma telaşı belki. Hissettiğim bu.

Nicholas Carr ise serinkanlılığını, perspektifini koruyor. İnternet’in ne şeytan ne tanrı olduğu, getirdiklerini göz ardı ederek götürdüklerine (ya da tersi) odaklanmanın körleşme olacağı bilinciyle yaklaşıyor.

Her şeyden önemlisi, gideceği yere varmamış bir süreci, adı üstünde, süreç olarak görüyor. Yaşandığı anın olgularını aceleyle varılacak hükümlerin temeli haline getirmiyor.

Böyle yapan benim.

Belki de acilen taş gibi bir hükme ihtiyacım var, basıp çıkmak için bu bataktan.



Bu arada, The shallows, kitap okuma iştahı ve egzersizi zayıflamaya yüz tutmuş günümüz okurunun bile baştan sona dikkatini çekip bırakmayacak bir akıcılıkla yazılmış.

18 Ocak 2011 Salı

SIĞLAŞMA II

Nicholas Carr’ın kitabı ilk bakışta ayanı beyan görünebilir: İnternet, getirdiği bütün kolaylık (ve renk) ile dikkatimizi dağıtmak üzere çekmekte.

Herhangi bir ortalama kullanıcının şöyle bir kendini gözlemle, belki bu kadarına bile gerek olmadan “bildiğini” konu alan bir kitap daha ne söyleyebilir ki?

Pek çok şey.

İletişim kuramcısı Marshall McLuhan’ın, İnternet kullanımı konusunda kutuplaşan ateşli tartışma sırasında göz ardı edilen saptamasını Carr çıkış noktası olarak alıyor:

Yeni bir araç ortaya çıktığında insanlar getirdiği bilgiye, “içeriğe” odaklanır. Ancak uzun vadede bu aracın içeriğinden daha önemli olan, düşünce ve davranışımızı nasıl değiştirdiğidir. Teknolojinin etkisi, fikirler, kavramlar düzeyinde kalmaktan ziyade, algılayışımızı sürekli bir biçimde ve dirençle karşılaşmaksızın değişime uğratmasındadır.

Bundan sonra da algımızın zihinsel teknolojiler dediği bilgisayar ve İnternet kullanımıyla uğradığı değişimin derinliklerine dalıyor. Bir yandan yazı, saat, pusula-harita ve matbaanın keşfiyle zihinsel teknolojilerin tarihsel gelişimini ve bunların dünyayı görüşümüzü nasıl değiştirdiklerini aktarıyor. Diğer yandan değişimin fizyolojik ve davranışsal temellerine iniyor.

Bugün bildiğimiz kadarıyla beyin yüksek bir plastisiteye sahip. İşleyişi kaza, hastalık ya da sadece kullanım biçimindeki bir değişiklikle kesintiye uğradığında oluşturduğu yeni bağlantılarla kendini yeniden düzenleyerek değişikliğe uyum sağlayabiliyor.

Ancak, plastisite adı verilen bu özelliği esneklik anlamına gelmiyor –ki konumuzda bu, zurnanın zırt dediği yer. Evrimin yasa haline getirdiği bir olgu burada devreye giriyor: Ya kullan ya kaybet. Beyinin ne kadar gelişmiş olursa olsun kullanılmayan bir bölümü “çözülüyor” ve potansiyeli kullanılan alana aktarılıyor. (Görme yetisini kaybeden birinin beynindeki bu kısım, komşu işitme merkezine devroluyor sözgelimi.) Yer eden bir alışkanlığın geri çevrilmesi imkansız olmasa da olağanüstü çaba gerektiriyor. (Kolaya kaçma alışkanlığını geriye çevirmek ise pratikte düpedüz olanaksız olmalı.)

Bunun doğrudan sonucu, hayatımızı “kolaylaştırma” iddiasında olan teknolojilerin bu vaatlerini yerine getirirken bizi de dilim dilim değiştirmeleri/eksiltmeleri.

Peki, böylece açığa çıkan potansiyelimizi daha yaratıcı, verimli kullanabiliyor muyuz umduğumuz gibi?

Zurna bir kez daha zırt ediyor.

Çünkü beyin ne kadar plastisite sahibi olursa olsun, başlangıçtan getirdiği bir özelliği hala geçerli: Bir “bilginin” yer edebilmesi (geçici hafızadan uzun vadeli hafızaya aktarımı ve gerektiğinde oradan yeniden geçici hafıza yoluyla çağrılıp kullanılabilmesi), geçici hafızanın çalıştığı kritik zaman diliminde bölünmemiş bir akış gerektiriyor.

Uzun vadeli hafızamız uygulamada sınırsız. Ancak işe yarar olabilmesi, geçici hafızanın tek parça çalışmasına, veri aktarımına bağlı.

Beyinin yapacağı işi taşerona yaptırdığımızda (zihinsel çabayı elimizin altındaki, leb demeden leblebiyi giderek daha hızlı anlayıp daha fazla seçeneği sunan İnternet’e devrettiğimizde) araştırıcı-sorgulayıcı yanımızı harice almakla kalmıyoruz. Bu harici işleyişin özellikleriyle de damgalanıyoruz.

İşlem hızı çılgınca yükselirken meşguliyetlerimiz de dallanıp budaklanıyor. İşimizin arasında yüklenmiş programların güncellenme mesajları, e-postalar, sohbet cümleleri, takıldığımız sosyal ağlara yeni yüklenenler, atlayıp sıçradığımız müzikler, video klipler… ekranımızda, onunla birlikte de beynimizde çakıp çakıp sönüyor. (Bu kadarı kesmiyorsa bu mesajların çoğunu anında görebileceğimiz telefonlarla cebimize atıp çıkıyoruz dışarı.) Böylece geçici hafıza dört bir yandan yağan uyaranla sürekli kesintiye uğruyor. Uzun vadeli hafızaya aktarım yapamıyor. Enformasyon “bilgiye” dönüşemeden sekip sekip sanal uzayda geldiği gibi yitiyor.

Sonuç, evet, beyin yeni bir numara öğretilen maymun gibi buna da uyum sağlıyor. Daldan dala atlama cambazları haline geliyoruz.

Bedel: Ekranımızdan akıp giden pek az şeyin işlenip içselleşip bizimleşerek dağarımıza katılması.

Organik bilgi işlemciler olmaktan çıkıp tıpkı bilgisayarlarımızın, cep telefonlarımızınki gibi yüzeyinde hiçbir şeyin kalmadığı, her şeyin akıp geçtiği ekranlara dönüşmek.

Boşlaşmak, sığlaşmak.

Devam edeceğim.

17 Ocak 2011 Pazartesi

SIĞLAŞMA

Değişimin belirgin hale geldiği bir alan da okuma sıklığı (ve sıkılığı) oldu. Yılda 50-60 kitap okurken geçtiğimiz sene miktar yarısının altına düşmekle kalmadı. Okuduklarımın kendi içlerindeki ya da bunlara benim verdiğim kaya tırmanışı niteliği de çözülmeye başladı.

Su içer, nefes alır gibi okumaya isteğim de yoktu, ilgim, enerjim de dolayısıyla.

Okumanın, okuduğunu metabolize etmenin yerini sinsice çok farklı bir eğilim aldı: Açlığı, oraya buraya yerleştirilen abur cubur makinelerinden rastgele birine atılan bozuk para karşılığı pat diye ele düşen gofretle gidermeye çok benzer bir dürtü.

Olanca pofudukluğuyla İnternet’le oyalanma. Getirdiği hoş şeylerden (dünyanın dört bir yanından insanla hoşbeş, farklı kültürlerin bakış açıları, önerdikleri kitaplar, müzikler vb ile yeni şeylerle karşılaşma) yoksun kalmayacak kadar online olmakla yetinebilsem, günüme fazladan bir renk deyip yoluma devam edebileceğim bu takılma kısa sürede zıvanadan çıktı. Giderek daha fazla zamanımı almakla başladı. Orada kalmayıp başka şeyler yapma arzumu kemirmeye geçti. Bana hizmet edecekken ona hizmet ettiğim doymak bilmez bir talebe dönüştü.

Bağımlılığa.

Bu yuvarlanıp gidiş, kafamın içini de değiştirmekteydi. İşleyişini.

Çekim merkezi, eşitler arasındaki bir paylaşım olarak başlamışken “sahnede” kaldıkça (seyirci olmayı o kadar beceremem) kırılganlaşan özgüvenim onay, beğeni peşinde koşar oldu.

Aktif kullanıma alışık olan zihnim, en fazla özdeşleştiğim niteliklerinden birinden hızla uzaklaşıyordu: Çelişkileri, bağlantıları yakalama, yenilerini “örme” kıvraklığı. Bunun da yerini hipnotik bir seyir, gırtlağına kadar seyrettiğine gömülme eğilimi alıyordu.

Geriye baktığımda çok geçmeden bir çentik daha düştüğümü görüyorum. Sosyal onay isteği de an geldi, daha alt seviye bir takıntıya geriledi: Sıklığı giderek artan bir “Yeni ne var?” bakınmasına.

Madde bağımlılıklarından hiçbir farkı kalmamıştı. Başlarda beraberinde getirdiği cennetsi açılım, cehennemi bir daralmaya dönüşüyor, geride, doyurulma talebinde zorbalaştıkça zorbalaşan takıntının kendisinden başka şey kalmıyordu.

Bir yanda yiyecek, diğerinde serotonin seviyesini yükselten bir dürtü arasında “seçim” yapmaya bırakılan kobaylara dönmüştüm artık. Organizmanın birincil gereksiniminin karşılanması (açlığın giderilmesi) pahasına bağımlısı olunan anlık doyum peşinden giderek sonunda çatlayıp kalan laboratuar farelerinin yolunda koşar adım ilerliyordum.

Bana ne oluyor, sorusu öyle hemen uyuşmuyor. Tek tük başını uzattı, derken yoğun bir biçimde kafa yormaya başladım. (Yazdım da burada: Aynadakinden ibaret kalmak, Ağ, Sosyal obezite, Diyet vb.)

Amazon’da dolanırken dikkatimi birden çeken bir kitaba rastladım. Adını, hiç de benimle sınırlı olmayan bir dert vermişti: The shallows -What the internet is doing to our brains, Nicholas Carr.

Getirttim, yuttum.

Devam edeceğim.

15 Ocak 2011 Cumartesi

MISIR AYAĞI

Ona heyecan veren, görmek. İşleyişleri, etkileşimleri, akışı. Nedenlerin sonuçlara bağlanışını.

Bir sorunla boğuştuğunda aradığı çözüm değil, nasıl olduğunu görebilmek.

Tıpkı herhangi bir şeyin fotografını çekerken olduğu gibi seferber ediyor kavrayışını. Anlama dürtüsüyle uzaklaşıyor, yaklaşıyor. Işığı kısıp açıyor. Gölgeleri de söze katıyor ya da katmıyor. İzole ediyor veya daha genel bir bakış içine yerleştirmeye bakıyor.

Altından girip üstünden çıkıyor.

Oluşturduğu anlayış modeli hep geçici, kapısı açık. (Ruhsal ışığının göstergesi de bu kapının açık mı kapalı mı olduğu. Kapının ötesine iştahsızlaşması, paslı bir dil gibi şaşmaz bir gösterge. Heyecansızlaştığına, yakıtsızlaştığına işaret ediyor.)

Yeni verilerin, perspektiflerin araya girişini sevinçle karşılıyor. Bunlar bir önceki modeli alaşağı ediyor ama onu da sarmalın bir üst halkasına taşıyor sanki. Daha etraflı bir bakışa, görüşe.

Bana bir çare diye iç dökenlere verebileceği kendince en değerli şey, çare değil, soruna açıklayıcı bir bakış.

İşte çorba, işte kaşık!

İlgileneceklerse faydacı bir dürtüyle çözümle ilgilenenlerin aleminde yalnız.

Bakışını çevirdiğinde, yaşam heyecanına yakıt ettiğinde, yaklaşımında. Yöneldiği şeyde.

Ama başparmağın alıp yürüdüğü, boy sırası şaşmış parmaklarıyla ayağından başlıyor zaten “tersliği.”

12 Ocak 2011 Çarşamba

YİTİM

Yazmak bazen ışık tutucu, yol açıcı ama bazen de hissediş zenginliğini, çok boyutluluğunu ortaya dökmeye çalışırken gözün gördüğü ile fotografla saptanabilen kadar ayrı düşebiliyor aslından. Nüanslar birden kayboluyor, ifade üç beş sözcüğe yüklenen üç beş anlama daralarak yoksullaşıyor. Daha beteri, saptırıcı olmaya başlıyor. Ondan da tehlikelisi, insanın ilk elden nasıl algıladığını unutup sözcüklerin yansıtabildiği kadarı ardından bakmaya, düşünmeye başlaması. Düşünmeye ve hüküm vermeye. Kendine ve başkalarına.

Kaldır at o vakit cılız fotoyu, çıplak gözle bakmayı hatırla.

8 Ocak 2011 Cumartesi

ZİNDANDA

Kaydırağın boynuna bırakılmış bilye gibiydim. Öylece Yedikule’ye indim.

Başka dünyanın semtinde, bura belediyesine ait “tesisin” giriş biletini alıp kapıdan içeri daldım.

İnsanı önce genişliğiyle yutan surlarla çevrili açıklığa çıktım. Dolandım. Dar, iri basamaklardan sura tırmandım.

Masmaviydi gök. Herhangi bir düşüncenin belirip öne çıkmadığı zihnim, ayva marmeladı gibi, kesif, düz. İçim, yeknesak, hissedilir bir uğultuyla dolu. Bir geçmişe-bir geleceğe sıçramadan, dağılmadan, tek parça halinde anda.

Güneşten gölgeye, gölgeden karanlığa, kulelere, indim-çıktım.

Düşüncelerle birlikte şehrin sesleri de yutulmuş, mazgallardan görünen puslu deniz gibi uzaktan uzağa gelen uğultusu vardı yalnızca. “İçerde,” durup durup çılgın bir toplu uçuş tutturan güvercinlerin kanat hışırtısıyla zincirlendiği yerden onlara doğru atılan çoban köpeğinin boğazına dizilen kudurmuş havlaması sırf.

Bir köşeden çapraz karşısına alanı arşınladım. Durdum. Seyrettim. Devam ettim.

Saate çıkışta baktım.

Geleli iki buçuk saat olmuş.

(Fotograflar:

http://picasaweb.google.com/sedatoksoy/Yedikule?authkey=Gv1sRgCOO2it_ri66e5AE)

5 Ocak 2011 Çarşamba

YERBEZİ

Hiç de öyle değil, bana ayrı bir renk katar, dedim reklamı seyrederken. “Kış aylarını çekilmez kılan grip ve soğuk algınlığına” karşı bir ilacı göklere çıkarıyordu.

12 saat geçmedi, arkadaşlarımın sapkınca bulduğu bu rengin nasıl katıldığını olanca yoğunluğuyla hatırladım.

Kafam, sapının üstünde dik tutulmaya çalışılan iri, olgun bir balkabağıydı. Boş ama ağır, çok ağır. Uzun süre meydan okuyamıyordu yerçekimine. Oradan oraya iki adım atıp zehirli uykuya kaldığı yerden yuvarlanıyordum.

Gerisi ya dipsiz bir hiçlik ya da kocaman bir oda duvarını boydan boya kaplayacak görsel-işitsel-dokunsal bir kolaj. Topuğa yapışmış sakız gibi nereye gidilse peşten gelen parçaların dayanılmaz tekrarlı nakaratını oluşturduğu bir tuhaf iş. Gençliğimden kalma bir şarkı olmadık aralardan çıkmasıyla eziyet ediyor. Ona bir cümle parçası eşlik ediyor, hep aynı. Aptal beton bir yapıya sonradan geçirilmiş çelik, şık tırabzan imgesi guguk kuşu gibi belirli aralarla yamalı bohçaya katılıyor (biraz odaklayınca bu şık, çelik konstrüksiyonun, sağlığın kafamdaki imgesi olduğunu anladım).

İmge-ses karışımına dönüşmüş düşünce parçalarının oluşturduğu zıvanadan çıkmış bir akış.

Çokluk takınaklı tekrarlara dayalı bu kafaiçi kolajı soğuk algınlığının asıl yorucu yanı. Herhangi bir şeyi çekilmez kıldığı yok (vaktim var, hasta olabilirim) ama eskisi kadar renk kattığı da.

İştah yerinde uyanmak daha hoş, varsın o kadar da renkli olmasın.

2 Ocak 2011 Pazar

?

Yıllar var trene binmemiştim. Küçük fotograf makinesi boynumda, gözüme takılanı çektim. Peron. Durup kalan koca Nacar saat. Vagonlara takılan güzergah tabelaları. Haydarpaşa’nın çatı aralığından görünen küçük bölümü. Turuncu vagon basamakları. Tekerler. Ray aralarında çöp birikintileri..

Hareket ettik. Gözüm fıldır fıldır dönmeye, taramaya tren hızında devam etti.

Buncası arasında bir kare vardı ki gördüğüm an ile peşinden fotografladığım arasında geçen bir iki saniye boyunca içimi gıcıkladı.

Yukarıdaki an bu. Rayların ötesinden görünen tellere farklı yükseklikte asılmış beş işçi ceketi.

Zaten tetikte olan dikkatimi, adını koyamadığım bir nedenden ötürü fazladan uyaran bir an.

Algılardaki bu kararsızlık, damak kaşıntısına benzer bir askıda kalış. Belirgin bir his var ama bir türlü ulaşıp kaşıyıp dindiremiyorsunuz. Etkileniyor ama adını koyamıyorsunuz.

Asılıp kalıyor havada.

Derken, çektiğim fotografa bakıp dururken adı çıkageldi.

Nitelediği kare kadar soyut belki ama iki soyut bir somut etti, adına kavuşan resim de yerli yerine oturdu.

*

Kimi zaman bir fotografa dikkat çeken, onu bilince taşıyan tek veya bir iki sözcük oluyor. Fotografın varlık sahnesinde yer alabilmesi için gereken son adımı ona verilen ad atıyor. Algı eşiğindeki böyle anlar da çok hoşuma gidiyor:

Fotografın düşüncesiyle tamamlanışı.

Ad başlı başına güçlüyse dönüp fotografı değiştiriyor. Sonra da değişen fotografla birlikte bir değişime de kendisi uğruyor.

*

Yukarıdakinin adına Pentatonik deyiverdim.