31 Ekim 2018 Çarşamba

TENHALAŞMAK

Oradan buradan ara sıra gelen çekiç-testere sesleri bir yana, dört bir yanımda cennetsi bir insan sessizliği. Denizin şıpırtısı, kapışan kedilerin çığlıkları, türlü kuş bu fona döşeniyor. Ve güz ışığı ile renkleri.

Kaldırmakta giderek zorlandığım şehir çoklukları ve sıkışıklığından çıkalı günler oluyor ama daralıp büzüşmem yeni yeni açılıyor. Nefesim. Amigdalam, geri kalana geçirdiği pençesini (kaygı-kötümserlik) henüz gevşetiyor. İstanbul’da had halde artan düşünce ifrazatı yavaşça geriliyor.

En beteri de o. Zıvanadan çıkan düşünce ifrazatı. Güdük. Kesintisiz. Abuk sabuk. Çözüm değil sorun yaratan, kendisi problem olan o çamurlu akış. Boşluk, alan bırakmaksızın insanın içini tıklım tıkış bir ardiyeye çeviren faaliyet. Ucuz bir belediye şenliğinin insanda hal bırakmayan gürültüsü –cızırtılı hoparlörler, avaz avaz insanlar. Trafik, kalabalık.

Düşünceler. Her biri, “Bak geldim işte, sahnenin orta yerindeyim. BANA dikkat kesil, BENİ düşün!” diye oramı buramı çekiştiriyor. Tam ona meyletmişken umulmadık bir yönden bir başkası atılıp yerini alıveriyor. Süreksizliklerin acımasız sürekliliği.

Düşünceler. Tekinde bile meymenet olsa! Fısıldadıkları kötü kötü varsayımlar, güya uyardıkları karanlık senaryolar. O akımda işe yarar, aydınlık düşünce olmaz pek. Kontrolsüz düşünce ifrazatı halinde kaygıdan, içerlemeden, kızgınlıktan, temcit pilavlarından başka şey beklenmez.

Diz altlarıma kadar bu sele gömülmüş olsam, beş para etmez düşünceleri gerçek bilip düşüneceğim, üzerlerinde duracağım, etkilerine kapılacağım tutsa da allahtan işleyişin farkındayım.


Doğa da, insan aklının fasaryalarına duyarsız, semavi süpürgesini salladığı gibi içimi etrafımdaki enginliğe açıyor. Durultuyor, onarıyor.

26 Ekim 2018 Cuma

KARANLIK TÜNELDE KARA KEDİNİN GÖLGESİNİ ARAMAK

Diğeri sessiz.

Senin ihtiyaçlarını, isteklerini, kaygılarını açığa çıkaran bir sessizlik.

Sürdükçe kırılıyor, kızıyor, gelip gelip gidiyorsun.

Kuşku sinsi bir kaşıntı gibi sarıyor. Kuruyor, kurguluyorsun.

Diğeri sessiz. Onun hakkında kesinlikle söyleyebileceğin tek şey bu.



Geri kalan, senin kara kedinin oynaşan gölgeleri.

16 Ekim 2018 Salı

KENDİ KÜRATÖRÜN OL

Derlenip toparlanmış, çerçevelenip adı konmuş, önüme sanat eseri (ve müzik) olarak getirilecek şeyleri beklemek zorunda değilim ki.

Sanatı kabul gören biçimler içinde başkaları tarafından yapılıp sunulan bir şey olarak görmez olduğum an bakış alıcılaşıyor ve tüm çevrenin, hayatın içinden hammadde fışkırıyor.


Sabah yürüyüşünden



Ondan sanat filan beklemediğinden önünden geçip gideceğin herhangi bir yüzey, sen onu gözünde özelleştirerek çerçeveleyene dek çerçöpten ibaret olanlar vs bütünleşiyor, ağırlık, yoğunluk, derinlik kazanıyor ve kendi içinde bütün bir ses oluyor. (Zaten aynı şey sesler için de geçerli. Kulağımı açarsam toplayıp birbirine bağladıklarımla bir tür synthesizer olarak dolaşıyor, çok hoş zamanlar geçiriyorum.)

Gözlerin hayat boyu mamul çıktı ile, adı sanı konmuş sanatla yeterince beslenmiş, bir noktadan diğerine, diğerlerine, anlamdan anlama gidip gelmeyi öğrenmişin, bağlantılar kurmayı, geçitler açmayı -ve görselliğin gani olduğu bir çağda yaşıyorsun. Daha ne bekleyeceksin?


Güneş değmiş

Bulduklarını tezgahına yay, önlerine geç. Hangisi bir akış anlatıyor, hangisi durum, hangisi tek bir anın gongunu vururken sular seller gibi konuşan hangisi, baktıkça yeniden keşfet.


Meyveli çalkantı

Görsel kompost

İnsan kendi gözleri, kulaklarıyla neden kendine küratör (ve DJ) olmasın ki? 


Tutku

15 Ekim 2018 Pazartesi

DÜŞLER ÜLKESİ

Islak, karanlık, serin bir Cumartesi. Bağra basan yazdan sonra arkasını dönüp seni cascavlak ortalarda bırakmış gibi gelen İstanbul Ekim sonu. Düşler Ülkesi Troya sergisine gittim. Genç sanatçıların çeşitli teknik ile Troya anlatımları. Üstelik Arkeoloji Müzesi karşısındaki Darphane-i Amire’de. 



Gülhane girişinde dev çınarların kalan yaprakları acı acı güz kokarak koyu, yekpare gri göğe karşı ışıldıyordu. Nefesim kesildi. Adımlarımı ağırlaştırdım, anı silip süpürdüm.




Sergi, mekanın ufak bir bölümündeymiş. Olsun. Bakalım gençler, çok su kaldırmış, daha da kaldıracak bu pilavı nasıl pişirmiş?

Kendimi hiç şaşırtmadım ve Kübra Gürleşen’in Katmanlar adlı video enstalasyonuyla kendimden geçtim. Toprak renkleriyle grafik akışkanlara dönüştürülen kent katmanları, ufukları açı değiştirerek hiç durmadan birbirini doğuruyordu. Döngüyü ağzım açık defalarca izledim. Şimdi, yazarken de hayalimde Homeros’u ekranın karşısına geçiriyorum. “Daha kısa sürüyor ama al sana bizim İlyada. Ne dersin? Hadi sen onu, ben seni seyredelim.”



Hoşuma giden başka çalışmalar da oldu.










Hikayenin başı sayılan altın elma üzerine yapılmış Tohum tablosuyla (bir günah simgesi olarak sık tekrarlayan elma motifi) bitirdim.

Düşlemeye başla, arkası gelir. 1. avludan Sarayın içinden geçerken bin bir milletin kalabalığı, iç içe geçen ağaç ve insan gövdeleri, kendimi ne zaman Sultanahmet’e atsam dokunduğu telleri titreştirdi. O kadar çeşit, o kadar renk vardı ki Kübra Gürleşen’in katmanlarla yaptığı gibi tekillikleri geçip üstlerinde süzüldüğümü hissettim yine.




Geldiğim köyler, kasabalardan sonra kalabalık epey bir süre kıyamet gibi göründüyse de eskiyle kıyaslandığında ne sönük kaldığına uyandım.


Ama Troya, ardından Sultanahmet ile düş sürdü ve iki tramvay, bir otobüs yolculuğu boyunca şehrin, gücümü gıdım gıdım emen, kah gece kah gündüz düşü, kah hülya kah karabasan, kapkarabasan olan İstanbul anlatılarına karıştı.  


13 Ekim 2018 Cumartesi

ANLADIK TÜRK DE, İNGİLİZ Mİ ALMAN MI?

Assos’ta akropolden aşağı fotograf çeke çeke iniyordum. Yaşlıca iki adam arkamdan seslendi.

“İngiliz, Alman?”

Yok dedim dönüp. Öz be öz Türk.

Ha, hay allah dedi biri. “Makineyi görünce.. Torunlarına çekiyorsun demek. Nerelere gittiğini görsünler diye.”

(Eh, saçın ağarmışsa kendine ait bir hayatın olmamıştır, torunların olmuştur.)

Hı hıı.

Diğeri ısrarlıydı:

“İngiliz? Alman?” 

Ayağımda şalvar, deri pabuçlar, üstümde ilgisiz bir ceket, güldüm.

“Şu kılığıma baksanıza. Alman’a, İngiliz’e benzer yanım mı var?”

Yok, dedi ilki, şalvarı filan onlar da böyle tarz yapıyorlar da o bakımdan.

Donna Karan* tarzımı mı kast etti, kim bilir.

Kanılar, sanılar..


__


* Bir arkadaşımın rehberliğinde Eminönü’nü gezen modacı, insanların, uyum kaygısından özgürleşmek olarak yorumladığı, bizlerinse kılıksızlık, zevksizlik deyip geçtiğimiz her teldenliğine vurulmuş. Bunu işiteli, kılıkta ipini koparmaya Donna Karan diyorum.

12 Ekim 2018 Cuma

KUZEYE, EGE’YE

Damağımda son haftanın canlı tadı, bizi karşılamaya gelen Barış’a, hem de ne iyi geçti, dedim; içime yayılan sükunet 20 İstanbul saati dayanır! (Gerçi havaalanı çıkışının keşmekeşi bunu 12 saate indiriverdi ama olsun.)



Akdeniz, İstanbul, derken Ayvalık ve Küçükkuyu ile iki haftada üç iklim, dört dokunuş-oluş.

Güneyde sıcaklık 30’un altına inmezken Ege’de adımımı diri, berrak güz havasına attım. 30 yıl önce bir kere geçerken şöyle bir gördüğüm Ayvalık, sonbaharın en sevdiğim bu kıvamını arka plan etti. Davetine sonunda uyduğum için döne döne sevindiğim Deniz’le Cunda senin, Ayvalık merkez benim, Şeytan Sofrasıydı, Sarımsaklıydı (“Ona gitmesek? Pek sefil olduğu şu tepeden bakışla belli..” “Hayır, orayı da görmelisin, yapılaşmayı unut, sahil şeridi harikadır.”) sokak sokak dolaşır, tepelerine çıkıp bir fincan kahveyle seyrine, tadına varırken bizi sarıp sarmalayan bu güz havası, güneşi, ışığıydı.

El ayak çekilmiş, güzelim taş evlerin, eskili yenili renk renk cephelerin, bulduğu her aralıktan çeşit çeşit bitki, ot, çiçek ile fışkıran doğanın sıra sıra uzanıp gittiği dar sokaklar kedilere (delileri ve ölüleri kadar kedileriyle de ünlüymüş Ayvalık), köpeklere, tek tük insana kalmış. Sokak aralarından görünen deniz, adalar, adacıklar, Cunda’dan Ayvalık’a bakışta Boğaz hissi veren karşı kıyı ile alabildiğine hareketli bir görünüm sunuyor. Yemyeşil, masmavi, derken bir ucu boz, bir tepesi kel. Rengarenk.

Ve hakiki. Nüfus, fiyatlar, isim/imaj olarak şişirilmemiş. Yerleşik bir gerçeklik, derinlik algısı uyandırıyor.

Acaba ilerde? Belki, neden olmasın, çıkınımı alıp çulu buraya serebilirim.

*


Ayvalık’tan Küçükkuyu’ya. Sütkardeşimin evini, manzarası sağda Midilli, solda uzaklarda hafif bir pusta siliniveren Ayvalık körfezi silueti olan zeytinlik etekli doğal bir amfi tiyatronun tepesine kondurduğu dağ köyü nefes, ruh, gönül açıcı. İnsan her sabah doğduğuna şükrediyor. Sakin sohbetler. Assos dondurması. Ayvacık pazarı. Haz, hoşnutluk. Hayatların denk geldiği yaz sonu, güz, kış ve yitiş ile hüzün de. Ama yaşam ne kadar yalınlaşırsa insanın eteğinden o kadar taş dökülüyor. Akıntıya kürek çekmek yerini gönüllü bir teslimiyete bırakıyor.

Hafifliğe, ferahlığa.



Ege zamanı işte öyle geçti. Ve yokluyorum da, tadı, kaynayan İstanbul kazanında hâlâ orada, damağımda.


*
Ayvalık:


Pergamon’a da uzandık. Uzaklarda iki yanda tepeler, bereketli ovayı geçmeyi ne kadar özlemişim.



11 Ekim 2018 Perşembe

AYVALIK TOSTLU AYDINLANMA

Akşamın kızartma börekleri üzerine hafif bir şeyler bakarak tezgaha yanaştım. Listede kaşarlı tostu gördüm görmedim ki kendimi Ayvalık tostu ısmarlarken buldum!

Ortamdan ikiye ayrılmış gibiydim. Bir yanım makuldü ve sesi, varlığı, diğerinin gürültücü baskınlığı, kapıları kendisi dışındakilere kapayıcılığı yanında ne kadar silik, etkisiz.

AYVALIK TOSTU!

Bir anda gördüm.

Gırtlağına düşkün olmayanın obura, sigara-içki içmeyenin içene, belirli bir hakimiyet alanında sorunu olmayanın olana ahkam kesmesinin arkasındaki irade gücü ya da akılcılık değil. Sadece diğerinin pençesine düştüğü dürtüyü duymaması!

Göz Ayvalık tostu, para, içki, kumar, seks yahut güçlü, yoğun duygularla dönmedikçe tuzun kuru. Suların usdışı huzursuzluklarla bulanmadıkça bunlara bağışıkmış gibi ortalıkta dolanabilir, sağa sola akıl verip eleştirebilir, kınayabilirsin.


Dürtü olanca şiddetiyle gelip seni sel baskınına maruz bıraktığında bak sen. Daha dün gece yanmış midenle Ayvalık tostu mu söylüyorsun, kaşarlı mı?

2 Ekim 2018 Salı

BALKONDA

Erik ağacının yeşil ışığına karşı siluetleşen yaprakları arasından bir alakarganın dediğim dedik gak gakları geçti. Üç nokta gibi, aralıklı, Ona uzaklardan yükselen türdeşlerininki, bir vapur düdüğü, hızını keserek inişe geçmiş bir uçak ve diğerleri karıştı.




Küçük balkon genel bir sükunet fonuna serpilen bu tür seslerle işitsel bir zevk kaynağı hep. Kargalar, martılar, vapur ve uçak, yağmur ve rüzgar, aşağı yukarı bir oktavın şu veya bu sıra, ilişki, hacim ile yükselen başlıca sesleri.

Sonra, hava güneşliyse renkli, değilse puslu ışık oyunları.

Otur, dinle, seyret, neşelen, teselli bul, yatış, coş.

Biriken kuru yapraklarını süpürdüm, bir iki kova suyla tozunu akıttım. Halat kalınlığına doğru giden örümcek ibrişimlerine ilişmedim. Üzerinde kaç kitap çevirdiğim katlanır duvar masacığının menteşelerini de yoklamadım hâlâ işliyorlar mı diye.





Öndeki, oncacık toprağıyla üç ağaç yetiştirmiş sette ortadaki ağacı kesmişler. Kavgada kırılan ön dişiyle bedbaht bir ağzın gülümsemesi gibi şimdi yatak odamdan görünen.



Ne komşular geldi geçti. Apartmanın temeli kadar kalıcı görünürken öldüler, gürültüleri sonsuza kadar sürecekmiş gibi bunaltırken taşınıp taşınıp gittiler, gölge gibi gelip öylece giden de bol oldu.

Buraya geldiğimde 38 yaşındaydım. Hep orada kalacakmışım gibi hissederken ne zaman neyle geçtiğine şaşa kaldığım bir yaş.

Ülkeyle, şehirle birlikte görüne görünmeye değişen bir yaşam.

Damağımı yokluyorum. Eskiden hoşlandıklarından hoşlanmadığı, kolayca kaldırdıklarından dayanamadığı var.

Ama hep aynı hazla karşılık verdikleri de.

Balkonda oturup deminki cilveli güneşin yerini alıveren usulcacık yağmurun yapraklardaki hışırtısına karışan uçak, ezan vd sesleri dinlemek, toprağın yükselen kokusunu koklamak, yorgun şehir nefesini tazeleyen esintiyi hissetmek gibi.

İstediğim hiçbir zaman esirgemediği evimdeyim duygusuyla küçük evin küçük balkonu.


Onca değişime rağmen. Onca değişimle birlikte.

1 Ekim 2018 Pazartesi

İLLUMİNATİ

Sohbet güzeldi. Uzun sürdü.

Sonunda yattığımda uykum kaçmış, sabaha karşı ancak dalabildim. Birkaç saat içinde de alarmdan önce uyandım.

Yarın yola çıkıyorum. Bir arkadaşım, bu sabah için, şoförüyle erkenden gönderse ufak bir şeyi gideceğim yere iletebilir miyim diye sormuştu. (Ortak arkadaşımızın onun evinde kalmış şarj aleti. Bir buluşmamızda elden ele geçmiş, sonra da kanepenin minderleri arasına girip temizlik gününe kadar gözden kaybolmuş.)

Ağır bir kafayla yataktan kalkarken aklımdan bir rüyanın hızı ve tek bir ana dünyayı sığdırıcılığıyla geçti: İlluminati!

Şimdi, uykulu uykulu kalkıp şoförden yoldan geçerken vereceği paketi almak için dışarı çıktığımda yokuştan hızla inen bir motosikletin altında kaldım diyelim.

Sakat kalsam ben, ölsem yakınlarım, en yaygın insani eğilimlerden birinin çekimine kapılır, buna tek (o olmasa da ana) bir neden arar, hiç de zorlanmadan baktığımız yönde bir tane bulur, ona dört elle sarılırdık.

Gece sözü uzattıkça uzatan konuk.

Yarın çıkacağım yol.

Arkadaşımın buna denk getirdiği ileti.

Alacağım diye uykusuz kaldığım şarj aleti.

Onu en son kullanırken kanepenin iki minderi arasına düşecek şekilde bırakan kişi…..

Sabahın körü şehrin öbür ucuna varacak motosiklet sürücüsü. Ve onun tarafından görüldüğünde dört bir yana sınırsızca genişleyen nedenler salkımına eklenecek diğer bir salkım.

Basit görünümlü tek bir olayda nedenler böylesine dallanıp budaklanırken konu bir ülke, bölge, dünya gibi dipsizce karmaşık, öngörülmez bir yapı, dinamik olduğunda olmuş, olan, olacak her şeyin altında tek başına bir

İlluminati, CIA, neoliberalizm vs arayıp bulmak ve kendine bakmayı, payının sorumluluğunu bilmeyi bıraktığın gibi arkana yaslanmanın şu veya bu ölçüde çöp adam çizimlik sığlığı o tek bir rüyamsı anda çok komik geldi.


Kıkır kıkır güldüm.