28 Eylül 2017 Perşembe

VAPURDA

Dışarıda oturup ayaklarımı uzattım. Hareket vaktini beklerken iskelenin yanındaki deniz parçasını seyrettim. Ağır hareketlerle dalgalanan suda binaların (alçak iskele binasıyla yüksekçe Shangri-La) tatlı, uzun oyunlarla iç içe geçen, ayrılan, başka geçişimler kuran yansımaları, sabah güneşiyle yaldızlanıyor, yaldızlar da yüzeyin değişken yağlılığında kendi içlerinde ayrı bir oyun tutturuyordu (geri dönüp bakıyorum da, canlanan bir Klimt'miş adeta). Bir an fotograf makinemin yanımda olmayışına hayıflanır gibi olduysam da omuz silkip geçtim. (Böyle anları yeterince çektin dedim.  Kameranın olmayışı isabet. Arkasında taze bir heyecan olmaz, anın tazeliği tekrar duygusunda ölür giderdi. Bakmaksa dolaysızlığıyla her daim taze kalabiliyor.)

Yüzeyin hemen altı balık kaynıyordu. Yarım kol büyüklüğünde koyu kurşuni (torpidolar gibi) balıklar. Denizin usul hareketiyle büyücek bir çöp öbeği görüşüme girdi: İzmaritler, plastik bardaklar, tanınmaz halde ıvır zıvır ve irice bir somun ekmek kalıntısı.

Sürüp giden yansımalar şenliğine bitişik bu çer çöp yığını balıklara, onlarla birlikte de benim algıma şölen oldu.

Anlamlar-anlamlar veya ölümcül bir anlamsızlık uydurabileceğin ne çok şey. Seni yoğuran, seninle yoğrulan malzeme.


İstanbul!

27 Eylül 2017 Çarşamba

GÜRÜLTÜ DERKEN

Deneysel müziğin sokak gürültüsü olduğu itirazına bu alanın önde gelen müzisyenlerinden birinin karşılığı “Duruma göre” olmuş, “Mozart dinlerken işittiğiniz sokak sesleri gürültüyken sokak seslerini dinlerken işittiğiniz Mozart gürültüdür.”

Bu tersine çevirme, yorganı bir güzel silkelemenin yerine geçti.

Ve işime sadece sıkışık, karışık, bol ve yüksek sesli İstanbul’da da yaramayacak.

Nirengilerimizin üçer beşer dayanaklarını yitirdiği, kendimizi evimizde (tanımlarımıza, tahammül sınırlarımıza cevap veren bir ortamda) hissetmemizin temellerinin çöktüğü bir zamanda gerçekliğimizi yeniden kurmaya yol gösterebilecek bir önerme:

Dikkatini verdiğin şey batıcı bir kargaşa olmaktan çıkar.

Buda’ya bakarsak kaçınılmaz olmayan ıstırabımız (bütün ıstırabın çok büyük bir parçası) kaçmak, asılmak ve kayıtsız kalmaktan doğuyor. Bu otomatik karşılıkların yerine som dikkati koyduğumuzda ıstırap kaynağı hiyerarşi ve iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış yaftaları yerini, olan’ın duru bir şekilde algılanışına bırakıyor. (Zaten gürültü, kargaşa algısının esaslı bir kaynağı kendi kafalarımızın içinden haykırmasına son veremediğimiz bu yaftalar değil mi?) Dingin-dengeli. Neyi değiştireceksek, neye karşı çıkacaksak bu çok daha elverişli halden hareket etmek yeğ değil mi?

Gürültü deyip kaçtığımız, tepki duyduğumuz, kulaklarımızı tıkamaya nafile çalıştığımız şeyin dönüp kulak kesildiğimde müthiş bir zenginliğe dönüştüğünü ses sevgim ve merakım ile avangard müzisyenlerin açtığı kapılar sayesinde ben biliyorum.

Som dikkat ışık oluyor. Hazır görüşleri, kemikleşmiş kanıları aşıyor. İnsanı an’a ve olan’a getiriyor. Üzerindeki ölü toprağını silkeliyor. Can veriyor.


Şu zamanda bu ülke ve dünyada ekmek gibi, su gibi bir şey değil mi o halde?

26 Eylül 2017 Salı

VAR YA

Adana’dan bir buçuk saatte gelip havaalanından çıkabilişimin de bir o kadar tuttuğu İstanbul (körük bekle, bagaj bekle, otobüs bekle). Ciğerime keskin egzoz kokulu yumruğunu indirerek karşılayan İstanbul.

Uzaklaştıkça koptuğum, kıyısında duraksadığım, kendimi bıraktığımda çekimine yeniden-yeniden kapıldığım şeytan tüyü.

Otobüs nihayet hareket ettiğinde Bakırköy’den sonra değişen güzergahın, burnum camda, seyrine koyuldum.

Yol kenarındaki çimenlik alanlara, küt diye toza toprağa karışarak son bulan bisiklet yollarının üzerine yaygısını sermiş, mangalını tüttürerek çöplerini üreten hafta sonu kalabalığı. Surlar surlar. (Güzergah bunları mı cümle aleme göstermek için değiştirilmiş acaba?) Kat kat yağ bağlamış, kemerinden taşan göbek benzeri bunlardan taşıp giden şehir. Sur dibi bostanları. Çimenler yine –dünyadan kopmuş, jimnastikle yoga karışımı hareketlerini yapan bir genç kız.

Dolapdere’nin düğüm olmuş bağırsak kıvrımları. Otobüsün oturaklı hareketlerle inip çıktığı, dönüp durduğu daralan yollar. Vitrin mankeni satış yerleri. (Bunların alım satım jargonları nasıldır kim bilir? Kolsuzundan 30, bacaksızından 25 adet, ten rengi. Siyah, beyaz..)

Sonunun ne zaman geleceğini kestiremediğin bir hareket ya sabrı zorluyor ya merakı (rahatlayıp arkana yaslanarak seyircisi olmuyorsan).

Otobüsün yaylana yaylana, hızını da keserek aldığı her dönemeç “sonunda vardık!” beklentisi oluyor. Oysa dönemeç dönemece açılıyor, surlar surları, bostanlar bostanları, mankenler ve sözüm ona temsilcisi oldukları bedenlerin kalabalıkları birbirini kovalıyor.

Olabilecek en münasebetsiz yerdeki yeni durağa vardığımızda hava çoktan kararmıştı.

Bavulumu çeke çeke kat ettiğim uzun yolun ucunda kavuştuğum taksi, trafikten kaçıp gerisin geri döndüğümüz çevre yolunda bir 45 dakika daha sonra eve kavuşturdu beni.

İşte bu 45 dakikanın bir yerinde (Gayrettepe cengelindeydik, solumda Trump Tower, sağımda irili ufaklı bin bir işin tabelalarıyla kaplı eski binalarla aralarından sıyrıldığı gibi göğe fışkırtılmış başka kuleler, trafik, gündelik keşmekeş) bir topuk darbesiyle vites küçültülüp ileri atılan otomatik araba misali o artık çok bildik kamçılanmayı duydum. Ve İstanbul’un beni bir kez daha yakaladığını bildim.

*
Ertesi gün halk otobüsünde. Şehri, insanları tam da avangard bir sinemacı gözüyle seyreder, seslerini avangard bir müzikçi gibi dinlerken (görünürdeki ilintisizliğin, düzensizliğin gelip kendi bağlantıları ve düzenini kurduğu kesintili bir akış) yanı başımdan yükselen bir sesle irkildim. Sarhoş ya da ağır ilaç etkisi altındaymış gibi boğuktu, kayıyordu. “Ben 44 yaşına geldim” kısmını seçtim. Geri kalanı hangi dil olduğunu çıkaramayacağım kadar bulanarak sürdü. Dikkatimi toplayınca hep Türkçe konuştuğunu ayrımsadım. Boşalan bir yere oturdum. Şimdi karşımdaydı. O ve muhatabı. Koyu esmer, kısa, simsiyah, fırça saçlı, orta boylu, temiz kıyafetli. Futboldan konuşuyordu. Puanları, hocaların isimlerini sular seller gibi sıralıyor, 44 yaşında takımının ilk kez öteki karşısında kazandığını gördüğünü, o golleri, ah o golleri, yutkunurcasına var ya var ya diye diye anlatıyordu. Aynı cümlenin ilgisiz bir yerinde iki oğlunun da okuduğunu söyleyip konuları karıştırarak devam etti. Karşısındakinin –ondan çok daha kısa ve yaşlı bir adam- yüzü bıyık altından gülmek, derin bir anlayış ve merhamet ile çattık yahu arasında gidip geliyordu. Hiç konuşmuyordu. Tanıdık olup olmadıkları anlaşılmıyordu. Kısa  boylusu Beşiktaş’ta benimle birlikte indi. Selamlaştığı 44 yaşındaki diğerinin mahcup teşekküründen onun Akbiliyle otobüse binmiş olduğunu çıkardım.

Otobüs, bağrında 44 yaşında olduğunu söyleyen kim bilir ne dallı budaklı bir hikaye ve daha nicesiyle yoluna devam ederken ben meydanda, caddelerde çağıldayan başka başka hikayelere karıştım.


İstanbul!

17 Eylül 2017 Pazar

POLİTİKAYA DAİR APOLİTİK DÜŞÜNCELER

Komşuda pişer, bize de düşer..

Hillary Clinton’ın seçim hezimetini anlattığı kitabı What Happened çıktı. (Ne oldu olarak olduğu gibi, olan şuydu olarak da anlaşılabiliyor. Soru kadar cevap da olarak.) Sert bir kutuplaşmayı tetikleyen şahsiyet yeniden sahnede. İnsanlar sanal alemin derinleştirdiği pervasız bir saldırganlıkla bu kez de kitap üzerinden birbirlerine giriyor.

Biraz daha yakından bakınca birbirine girenin düşünceler değil, bunları alabildiğine şahsi kılarak savunmalarını neredeyse meşru müdafaa düzeyine tırmandıran sorgusuz sualsiz inançlar, temel varsayımlar, ülke, vatanseverlik anlatıları olduğunu görüyorum. (Alın işte, bir kez daha aktarım/transferans konusu.)

Düşünce bile denemeyecek derme çatma kılıçların arkasında kanlı canlı, varoluşsal (kılınan) bir çekişme var.

(Birden beliren bir imge: Daha bebekliğinden, babasının tuttuğu takımın renklerine koşullandırılmış fanatik futbol taraftarı.)

Taraftarı, hastası, nefret edeni, karşıtı, ibretle okuduğum onca görüş, savunma-saldırının (bunlar çoğu vakit iç içe) kayda değer bir ortak noktası, özne ve nesnesiyle kişisel olmaları.

Taraftarları/hastaları sanki mesele onları temsilen seçtikleri bir aday üzerinden siyaset değil de o adayın kendisiymiş gibi öne atılıp siper oluyorlar. (Adaylarının seçtirilmesi politik bir aşamadan ziyade halkayı çubuğa takmaktan ibaret bir panayır oyunuymuş gibi ve demokrasileri de adayları seçildikten sonra bunun tatminiyle evlerine dönecekleri, bildik Amerikan şaşalı milyar dolarlık bir etkinlik olarak.)

Aynı kişinin taban tabana zıt yorumları ise görülenin bakılan değil, bakan olduğunu ortaya koymuyor mu?

Hezimete iki taraftan getirilen açıklamalar “onlar yüzünden-bize rağmen” ile “beter olun, zaten siz de”yi, kişisel alanı nadiren aşıp sosyal, ekonomik, politik, küresel dinamiklere uzanıyor, olgusal bir tartışma haline geliyor. (Sıradan Amerikalıların sözüm ona okumuş yazmışlarının bile siyaseti çeviri gerektirmeyen düz bir dil olarak alma naiflikleri, öküz altında buzağı arayarak hayatta kalmış bizlerin dünyasında ağzı ne kadar süt kokulu kalıyor.) Açık, geçirgen bir tartışma zemini haline gelebildiğineyse henüz tanık olmadım.

*
Bu uzak komşudaki bütün bu kavga gürültü, toz duman bana bir kez daha çekişme konusunun çemberinden çıkıp kavganın kendisine bakmayı fısıldıyor.

O vakit gördüğüm, hücrelere dek işleyerek ete kemiğe büründürülmüş, et kemik gibi de cansiperane savunulan, sorgulanmasına –haliyle- tahammül edilemeyen, aynı şiddet ve nitelikte zıt koşullanmalardan ibaret.

Ağır bir körleşmenin sağırlığı, sağırlığın da avaz avaz sesiyle taraflar tanrı/akılcılık/hak/doğruluk iddialarını kuşanarak birbirine giriyor.

*
Samsara’yı düzeltemezsin, demiş Buda.

Bu kör dövüşün daha iyi argümanlarla çıkacağı bir yer var mı diye kendime soruyorum.

Ve bunca ağır, dogmatik uykuların ortasında, politik uyanışlardan bile daha öncelikli olanın zihinsel uyanış olduğunu bir kez de böyle hatırlıyorum. (Kukla oyununu bırak, perdenin arkasındaki kuklacıya bak.)

Sıkı sıkı tutuna geldiğim inançlar, varsayımlar, koşullanmalar suya basılan çamaşırın kiri gibi pençe pençe çözülüp kumaşımdan ayrıldıkça aynını canı gönülden cümle aleme diliyorum.


Nesnemiz, idolümüz, şeytanımız her kim ve ne ise etkisinden özgürleşmek nasip olsun.

16 Eylül 2017 Cumartesi

30 DİREK

96 yaşında bir baban varsa olmadık yeni hikayeler de duyabiliyorsun.

Babam, karşımıza dikilen yeni elektrik direğinin tepesine telleri çeken işçiye bakarak “Ne tehlikeli iş!” dedi.

Bellerinden bağlı olduklarını söyledim.

“Olsun, yine de” deyip anlattı:


“Amcamın bir oğlu vardı. Elektrik işçisiydi. O vakitler direklere mahmuz gibi şeyler takılarak tırmanılırdı. (Bunu ben de hatırlıyorum.) Bir gün direk üzerine devrilmiş. Kafası paramparça olmuş. Tazminat olarak otuz eski direk verdilerdi. Evlerinin önünde durup durdu o direkler.”

13 Eylül 2017 Çarşamba

BALGAM BEY

İlk iki sıra şezlong ile şemsiyelerini kaldırdılar. Kalanda da tek tük insan oluyor, günü birlikçiler de azaldı (nihayet). Çoğalan, dişli karasinekler.

Pusun kalkmasıyla renkler toklaşıyor, ışık, bardağa koy iç, bakmaya doyamadığım o sonbahar ışığı derinleşiyor. Sıcaklığı düşse de su henüz serince.

Disko suskun, etraf sessiz, bu kendi halindeliği ne çok özlediğimi hissede hissede denize girdim. Kesintisiz bir tempo tutturdum. İplerin orada durup kafamı sudan çıkardığımda sesi geldi, her zamanki gibi benden biraz önce gelmiş, girdiğim yerden girmiş, az ötedeydi. Beyaz kepi, kır saçlarıyla beyefendi kafalı o adam.

Her zamanki gibi gözümün önünde dev bir akciğer canlandı. Bayramlarda kamu binalarından sarkıtılan bayraklar kadar büyük. Kıyamet kadar pisliği, şiddetli bir ses eşliğinde art arta silkelenen ciğerden boşaltılmaktaydı.

İçimden çoktan oturmuş ismiyle seslendim:


Günaydın Balgam Bey!

7 Eylül 2017 Perşembe

KOKLAŞA KOKLAŞA

Sabahları anne kedi beni şöyle bir süzdükten sonra gördüğünden memnun kalmışsa kuyruğu dimdik, gelip bacaklarıma sürünüyor. Ters tarafımdan kalkmışsam (burada pek nadir), temkin göstergesi kuyruk aşağı doğru, çok da yanaşmadan kibar bir miyavlamayla sadede geliyor: Anlaşıldı, okşama istemez, mamamı ver!

Derinlik psikolojisi ile Budizmi harmanlayan sevdiğim yazar David Richo’dan transferans/aktarım konusunu okudum (When the Past is Present). Bahçeyi çapalarken takıldığım, çektikçe gelen, ta nerelere uzanmış bir kök misali gündemime giren bir konuydu.

Bir zamandır babama, sebebi hayatıma, 58 yılımda şu veya bu kuvvette, görünür ya da görünmez iz bırakan, dört yıldır da birlikte yaşadığım tanrı kuluna derin bir uykudan yeni uyanmışım gibi hayretle bakıyor, onu hep kendimin ardından gördüğümün sarsıcı bilincine varıyordum. Kendimi, korkularımı, ihtiyaçlarımı, varsayımlarımı, hayal kırıklıklarım kadar güçlü yönlerimi de yansıttığım bir ekran.

Ona bu kadar bağırtkan bir “kendim” referansı dışında hemen hiç bakmadığımı fark ettim.

Diğer alanlarda rahatladıkça ortaya çıkan müthiş bir kızgınlık, diken üzerinde bir tepkisellik. Kim bilir hangi imbiklerden ne kıvrımlarla geçmiş, haberi olsa babamın (belki) ağır bir haksızlık olarak alacağı korku, güvensizlik, çekinceler..

Ana baba gibi, hayatındaki duygusal olarak en yüklü kişilerle arandaki aktarımı bilince çıkarmadıkça ilişkilerine taşıdığın filtrelerin ötesinden bakabilme şansın var mı?

Onlarla kalsa. Bir de kuşaklar boyu ve derinlikçilere bakarsak kolektif bilinçdışından süre giden aktarım var. Bunları kendimizden kattıklarımızla sürdürürken gördüğümüzün karşımızdaki olduğunu sanıyoruz. Karşımızdakinin de bizim için aynı kanıda olduğunu düşünürsek aramızda aşılmaz bir kalabalık olduğu anlaşılıyor.

Oluşturduğumuz, haklılığı, doğruluğundan şüphe etmediğimiz ölçütleri ötekinin burnuna işte bu koşullarda dayıyor, onun beklentilerini ne kadar yerine getirdiğimize bakmadan şartlarımızı karşılamasını talep ediyor, yoksa soğuyor, kırılıyor, çöküyor, kopuyor, sevgimizi gerisin geri arka cebimize tıktığımız gibi sırtımızı dönüyoruz.

İçgüdüleri, beden hafızasını, ilkel beyni oynak, tehlikeli bir yakıt eden nasıl bir dinamik, zihin kalabalığı, tanrım!


Şafak serinini minnetle içime çekerken zihnin istilası başlamadan derin bir nefes alıyor, eğilip burnumu kedininkine sürtüyorum. Selamlaşıyoruz.

Keşke onlar gibi biz de düşünüp taşınmadan, geçmişin yükü olmadan, konuşmadan etmeden, koklaşa koklaşa anlaşabilsek. Şimdi ve burada, doğrudan. Hayat için aslı basit bir organik uyum sorunu olan şeyi böyle dibi bucağı olmayan bir anılardüşüncelerizleryarabere cengelinin hantallığına çevirmeden.


En önemlisi, baktığımızı görerek.

6 Eylül 2017 Çarşamba

TIRAŞ BIÇAKLARI, UFAK HAPLAR, BÜYÜK PİYANOLAR

James Rhodes’un güçlü bir iz bırakan kitabını bitirdim. (Beyaz Baykuş yayınlarından aynı adla çıkmış: Enstrümantal; deliliğin, müziğin ve iyileşmenin günlüğü.)

Canına yandığımın! –derdi sinkaflı sokak diliyle Rhodes herhalde.

Kitabının klasik müzik (ona bir aşk mektubu) ve çocuk (tacizi değil efendim, hayır! düpedüz) tecavüzü üzerine olduğunu kendisi söylüyor.

Altı yaşından başlayarak beş yıl boyunca jimnastik öğretmeninin tecavüzüne uğramış. Klasik müziği ve piyanoyu o sıralarda keşfetmiş. Hayatta kalmasını onlara borçlu olduğunu anlatıyor.

Evet, Enstrümantal canhıraş bir hayatta kalma hikayesi. Sonraki otuz yıl boyunca müzik, cehennem ve cennet hep iç içe geçmiş.

Tam bir enkazdan ve dokunduğunu enkaza çevirmekten şifa bulan ve veren biri haline gelmeye başlayışını (bok çukurundan arınmaya uzanışını) tutkulu, ateşli bir dille lafı hiç dolandırmadan anlatıyor.

Klasik müziğin ufak, köhne bir azınlıkça seçkinlere özgü bir kulüp haline getirilişine hep itirazı olmuş (‘klasik sıfatı bile ne kadar ayrıştırıcı’). Beethoven’un, Schubert’in, Bach’ın yaşam, psikolojik ve besteleme koşullarını sıralayıp bugünkü şekilciliğe, züppeliğe kıçlarıyla güleceklerini ileri sürüyor. Bırakın şekli, diyor, kulak verin, kendinizi verin, geride zerrenizi bırakmadan verin kendinizi, özünü duyun! İnsanın akıcı bir şekilde zaten sahip olduğu ama sahip olduğunun farkına olmadığı bir dil o, cehennemlerin diplerinden ulaştığı görkemli doruklar bu müzik.

Uzanın, dokunun, içinizdekini canlanmaya bırakın. Yazdığı gibi de tutkulu konuşuyor. (https://www.youtube.com/watch?v=QUUFb-1hBtw) Piyanoya hiç elini sürmemiş birinin bile birkaç haftada şöyle bir şeyi (konuşmasının başında çaldığı Bach prelüdü) çalabilir hale geleceğini bildiriyor.

Müzikle kafada, dudak ucunda, yüzeyde kalmayan, ta derinden, bam telinden kurulmuş ilişkisini sadece kitabında değil, her yerde anlatıyor.

Doğrudanlığıyla (çıplak parmağını prize sokmak adeta) teknik kısıtları elinin tersiyle bir yana itmiş hakiki bir tutku bu ilişki. Piyano çalışına öyle bir şevk, can, ruh vermiş ki kendi kendine öğrendiği (arada aldığı dersler bir yana), uzun bir ara verip ardından yeniden dört elle sarıldığı piyanosuyla bugün bir konser piyanisti. Sahneye çıktığı yerler, kılık kıyafeti, dağınık saçlarıyla tarzın hiç alışmadığı türden. Klasik müziği züppe işi bir statü nanesi olmaktan kurtarıp sıradan insanlara açma, içlerinde zaten var olan derya ile ilişkilendirme yolunda bir misyoner.

Ruhun, fantezi dünyası ile gerçekler arasındaki o daracık yerde olduğunu söylerler. İşte klasik dedikleri müziğin geldiği yer de orası. Siktir edin siz klasiği, milasiği, adını ne diyecekseniz siz koyun diyor, minyon kalmış narin bedeninden taşan bir güç ve inançla.


Yıkım ve yeniden doğuşunun nişanı sayılacak üç şey ile adlandırdığı albümü Razor Blades, Little Pills, Big Pianos’u da kitabını okur, konuşmasını dinler gibi dinliyorum. Meramını duya duya:

Teknik olarak mükemmel olmayabilirsin ama içten (ta içinden) bir ilişki kurarsan enstrümanın hissedişinin, ruhunun, müziğin sesi haline gelebilir.

5 Eylül 2017 Salı

KURBAN İLE BAYRAM

E, sen de et yemiyor musun, dedi kurbana ilişkin karışık duygularım üzerine bir arkadaşım.

Yiyorum. Kuzu pirzolası, kebap, köfte, sık olmasa da afiyetle. Ama burada sıradan riyanın ötesinde bir şey var sanki.

Kurban dendi mi hep canlanan bir anekdot: Birkaç yüz kilometrelik yoldan getirdiği kuzuyu arabasının bagajından çıkarıp alnından öperek ağaca bağlayan, birkaç gün sonra kendi eliyle kesene kadar da seve okşaya besleyen genel cerrahınki.

Kutsal ile kan dökmenin ilintilendirilmesi.

Kan dökmenin mübah, makbul sayılması, cevaz verilmesi.

Benimsenmiş bir inancın gereğini eğitim vb’ne bakmadan sorgusuz sualsiz yerine getirmek.

Sevgi ve can almanın iç içe geçmesinin normalleştirilmesi.

İnancın (ülken, davan, onurun, derken açılan kapıdan bunları izleyen gururun, egon, keyfin) adına öldürebilirsin -bugün bir hayvan, yarın zayıfından başlayarak insan, insanlar.

Öte yanda, ben keyifle kebap yiyeyim diye sistematik bir vahşetle yapılan (iklim değişikliğinde de hatırı sayılır katkısı bulunan yani neresinden baksan bindiğin dalı kesmek olan) sanayileşmiş hayvancılık. Orada hayvanların (kendimizi hiç kuşkusuz üstün, onları da bizim için yaratılmış addettiğimiz diğer canlıların) maruz kaldığı işkence, bu taraftaki, ne kadar kayıtsızlık, aymazlık, bilgisizlik ve kolektif olduğu için hastalık sayılmayan şen bir halle kanlı bir komediye dönüşebilse de sonunda güle oynaya kesilen kurbanlıklarınkinden daha uzun. Kesilmeden önce alnından öpülen kurbanlıkların bir tuhaf ilişkilendirmeyle gördükleri son bir şefkat de cabası.

Sonra, kanlı-kansız, ritüellerin topluluğun harcı oluşu da var.

Yine de kurban..


Senin kanın aksın, ben sevaba gireyim, bayram edeyim!

4 Eylül 2017 Pazartesi

3 Eylül 2017 Pazar

GETTY IMAGES

Kitap kurdu dostumuzun bakmam için verdiği 10 ciltlik kutu haftalardır odamın ve olanca içeriğiyle gündelik hayatımın görünür yerinde. 10’ar yıllık dilimler halinde, fotograflardan oluşma bir 20. yüzyıl özeti. (Literatür Yayınları Türkçe, İngilizce, Fransızca üç dilde ve özenli bir baskıyla yayımlamış.)

Sabah çayımla gün önce bıraktığım yerden açıyor, konu başlıklarıyla sonsuz bir tekrar olarak görünenin tekrarlanmaz ayrıntılarına dalıyorum: Spor, eğlence, moda, dayanışma-çatışma, savaş-barış, ölüm-yaşam. Gündelik ve sıra dışı yönleriyle ağırlıklı olarak Batı dünyasının ve yeryüzünün onu ilgilendirdiği kadarıyla geri kalanının yüzyılı üzerine fotografik notlar.

Zıtların bazen tamamlayıcı bazen çatışan karşılaşmalarıyla oluşan, her türlü duyguyu uyandırarak bir süre devam edip yeni bir oluşuma doğru çözülen olaylar.

Milyonların hayatını etkileyen politika ve politikacılar, suikastlar, tribünleri ayağa kaldıran olaylar, ölümü büyük üzüntü uyandıran şahsiyetler, sanatçı ve yıldızların değişen isimlerle akıp gidişi.

Sürekli bir savaş ve barış atkı-çözgüsüyle sahneye çıkan güç denge ve dengesizliğinin geçit töreni.

İkinci Dünya Savaşından şu fotograf (Sütçü, Londra, Ekim 1940) hepsinin, bu özetin özeti gibi:


Yaşamda ölüm, ölümde yaşam. Bu ikilinin yerine pekala umut ve umutsuzluğu, yıkım ve yenilenmeyi, karanlık ile aydınlığı koyabiliriz.

Ben de öyle yaparak sabah çayım boyunca, ayrıntılarda duygudan duyguya geçerken, gözümüzde kendimiz kadar büyüttüğümüz zamanımızın, bu geçit töreninde bir iki ciltlik Getty görseline malzeme olacak bir “an”dan ibaret olduğu bilincini tazeliyorum.

Böylesi, acıyı, kaygıyı, düş kırıklığı, heyecan ve umudu azaltmasa da bütün içine oturtarak hislerimize sadece bize özgüymüş gibi geleni insanlık hali niteliğine geri kavuşturuyor.


Belirsizliği, geçici hakimiyetleri, güç ve güçsüzlüğü, eyleyicilik ve sürüklenişleriyle şu İnsanlık Halinin.

2 Eylül 2017 Cumartesi

TÖREN

Mikrofon irkiltici bir patırtıyla açılıp yüksek sesle denendiğinde sudaydım.

Atatürk büstlü göbeğin etrafı, biri devasa, Türk bayraklarıyla donatılmış, kürsü ve sandalyeler yerleştirilmiş, “üye ve misafirlerden” oluşan 30-40 kişilik topluluk yerini almıştı.

Deniz ışıl ışıl, tertemiz, duru su kokulu.

Sırt üstü uzanıp başımın gerisinden iskeleye baktım, bağırış çağırış atlayanlara. Yazdan güze güzel bir geçiş günü.

Diskonun dağ taş inleten hoparlörlerinden bir marş, resmi törenin çok daha alçak sesli Dağ Başını Duman Almış’ıyla neredeyse aynı anda başladı. Bittiğinde sesini ayarlayan sunucu programı duyurdu. Bir dakikalık saygı duruşu, İstiklal Marşı, konuşma ve şiirler, daha marşlar ve dağılma.

Tören alanında zaten ayakta olanları diğerleri, iskelede oturduğu banktan dimdik ayağa kalkan mor haşemalı orta yaşlı kadın, plajda şezlonglarından doğrulanlar ve yüzmeyi bırakıp suda hazırola geçenler izledi. Bunu da tonu bir kez daha tutturulamayan İstiklal Marşı. Marş yerini açılış konuşmasına bırakırken doğrulanlar şezlonglarına döndü, denizdekiler gevşeyip kendilerini suya saldı.

Kısa bir konuşmaydı. Heyecandan titreyen bir kadının sesinden yükseldi. Yeni bir soluktan ziyade bildik tekrar. Şehitlerimizin ve terör şehidi asker, güvenlik mensupları ile sivil halkın ruhunu şad ederek sona erdi.

Disko görevini yapmış, günlük kumsal müziğine geçerken bir iki yüz metre ötedeki göbeğin sönük kalan hoparlörlerinde de 10. Yıl Marşı, daralan köşesinde parıltısı yiten bir konuk gibi kendine daha mütevazı bir yer açmaya bakıyordu. Destanın ilk on yılı üzerine pek taş koyamamışız, bize (bu artık hangi taraf ise) benzemeyenle dayatmanın ötesine geçen bir ilişki kurmayı kendi kafalarımızın mahremiyetinde bile öğrenememişiz, babasının, ceddinin manevi mirasını bozdurup bozdurup harcamanın, gevişi getirilen klişelerin dışında kimlik bulamamışız, ne gam. Günleri geldikçe çıkıyoruz kürsülere, heyecandan titreyen seslerle, yazdığımız destanları kükrüyor, heykellere çelenkler dayıyor, nereden çıkmışsa o terör belasında yitenlerin kendimize ait kısmının ruhunu şad ediyoruz ya, artık gönül rahatıyla hazırol’dan rahat’a geçerken topu ötekilere kaptırmanın hüznünü, acısını, öfkesini, nostaljiyi körlemesine paylaşıp çoğaltmaya, bileyip keskinleştirmeye, başka şey de yapmamaya dönebiliriz.


Son bir kez daha dalıp sudan çıktım, turuncu havlumu alıp duşa yollandım.