30 Ocak 2016 Cumartesi

KALDIRIM KALDIRIM, SÖYLE BANA

Yürüyorum, gözlerim yerde. Bir çukura düşmemek, tutuşu farklı farklı taşların cam gibi olanında ya da körler için döşenmiş ama ancak kupkuru havada kaygan olmayan sarı şeritlerde kaymamak, düzlükten çok daha sık olan girinti çıkıntıda tökezlememek için öyle olmak zorunda. Bastığın yere bakacaksın. Gözlerin ileriye, yukarıya, etrafa pek az, kısacık süreler boyunca çevrilecek. Kaslarını çalıştırabilirsin, çalıştırmalısın da ama beynin sadece ayakta kalmaya işleyecek.

Yoksa devrilirsin.

Adımlarımın altında kayıp giden kaldırımlara bakıyorum.

Çırpıntılı bir deniz gibi alçala kabara uzanan zeminde sıkışıp genişleyen kaldırımlara. Döşemelerine. Oynak zeminle birlikte çoğu hareketli, bazen birkaç metrede değişiveren, tür tür, çeşitli büyüklükte taşa, apartman önlerinin devamında seramiklere. Aralarından şişmiş damarlar gibi geçen tahliye borularına. Kimi yukarıda kimi aşağıda kalmış rögar kapaklarına.

Genişi de var, iri bir insanın yarı gövdesinin yolda kalacağı kadar darı da. Bu ikisinin birbirini izlemesi ya da epey bir bölümünü zaten park eden arabaların kapladığı kaldırımın birden, öylemesine son buluvermesi hiç alışılmadık değil.

Bütün bu curcunada pırıl pırıl bir ayna görüyorum.

Zihniyet aynası.

Kaypak zeminde gözetilmeyen bütün ve bütünlük. Basılan yerle sınırlı görüş.


Şu fırtına kıyamette neresine bassan çamur fışkırtan karmaşa.

29 Ocak 2016 Cuma

ISRARLI BİR İMGE

Bir şeyi nasıl kavradığım ya da kavramam gerektiği bazen kendini bir imge ile ortaya koyuyor. Tastamam ve yalın. Tamam, anladım, oturdu diyene kadar da peşimi bırakmıyor.

Değişimi, güçlenen dürtüsünü, bunu nasıl paylaşacağımı düşünürken de öyle oldu.

Kök salmaya başladığı bir topak toprağı ile havada bir fidan ve zeminde, toprakta açılmış yeri. Yeterince derin bir çukur.

Başlayan bir değişimin yolunu nasıl açar, sonuna kadar götürürsün? Gelir geçer bir fikir olmaktan öteye nasıl taşırsın? Alışkanlıkların, koşullanmaların geri çekiciliğine karşı nasıl güçlendirir, ivme kazandırırsın? Çaba ve süreci kendi işleyişine bırakmayı nasıl dengelersin? Nereye kadar bastırır, sonra akışa bırakırsın? Dürtüyü yalnız zihninle değil, tüm varlığınla, tutkuyla, esinle, inançla nasıl besler, sürekli kılarsın?

Sırf kafada kalacak bir “değişmeli” fikri, dikilmek için eline aldığın fidanı öylece, belki bir iki bastırarak toprağın yüzeyine koyup tutmasını beklemek gibi. Gereğine kani olmak, telkinler, soluğu bir yerde kesilmeye mahkum olan irade zoru sürdürülebilir bir süreci başlatmaya yetmiyor.

Değişim dürtüsünün zihinden bedene, içgüdülere, sezgilere katman katman tüm varlığını kat etmesi gerekiyor. İmgenin gözüme soktuğu bu. Fidana toprakta derinleştirerek bir yer açmak, güzelce gömüp tümseğini, etrafında can suyunu vereceğin hendeği hazırlamak. Sonra da düzenli olarak sulamak, gübresini vermek parazitleri uzak tutmaya bakmak. Gerisini de ilişkini bu şekilde organik kıldığın, yani tüm varlığını açtığın sürece bırakmak.

Fidana toprakta bir çukur açmak, zihnin hayhuyundan, nereden eseceği, neler getirip götüreceği belirsiz kaprislerinden, ayran gönüllülüğünden, dikkati otuz yere bölüp berhava edişinden düzenli olarak geri çekilmek benim için.

Sessizleşmek, sakinleşmek. Ağzını kapayıp kulaklarını, gözlerini dört açmak. Sesi ancak o zaman işitilir olan çok daha etraflı bir kavrayışa meydanı bırakmak. Hayata, mevcuda onun gözünden bakmak.

Çabayı, zorlamayı sadece buna gündelik olarak zaman açmada kullanmak. (O da bir yere kadar; bir süre sonra duş yapmak, dişlerini fırçalamak kadar pazarlıksız, giderek de istekle giriştiğin bir “iş” haline geliyor.)

Neden uğraşayım sorusunun cevabını da (çünkü böyle olmuyor, hayatla birlikte akamıyorum, kendimi kopuk, verimsiz, doyumsuz, yaşayışımı eksik, yanlış, haksız hissediyorum, yaşama, başkalarına, olaylara ilişkin yorumum beni hiçbir yere götürmüyor, bıktırıcı bir tekrarın çarkında tükenip ufalanıp gidiyorum, içim hınç, içerleme dolu, tadım, ışığım, sevincim yok vs vs vs) yakıcı bir ivedilik halinde bir kürek olarak kullanıyorum.


Gerisini sürece, kendi zamanına bırakmak, umduğunla değil, bulduğunla doymayı öğrenmek. Bu ikisi çok farklılaşabiliyor haliyle. Taptaze olmaya bırakabildiğin hiçbir yaşantı ona ilişkin öngörülerin, beklentilerin, korkularınla uyuşmuyor. Sana beklediğin yerine hiç bilmediğin, tanımadığın, dolayısıyla umamadığın şeyler sunmasına bir kez alıştın mı sofraya başka türlü oturmaz oluyorsun. Yeni, eskinin, bilebildiğinin, öyle olduğunu sandığının tekrarı olabilir mi? Adı üstünde! Ve zihninin kokuşmuş tefrikleri aradan çıktığında her an yeni.

26 Ocak 2016 Salı

KUMSALDA YANARDAĞ PATLAMASI VE TELEFON PİYANGOSU

Masmavi gök. Sarımsı beyaz kumlar. Biraz ilerde su çizgisi boyu kümelenmiş aynı renk alçak kayalıklara doğru yürüyorum. Burada kumsal dar ama kayalıkları geçince henüz görüş alanıma girmemiş uçsuz bucaksız kumullar olduğunu biliyorum. Sıcak fakat orası çok daha sıcak olacak. 

Dayanabilecek mi tabanlarım?

Birden kayalıklar belli belirsiz sarsılıyor, hafif bir pffft sesiyle birlikte duman püskürmeye başlıyor.

Arkama dönüyorum. Kapadokya’dakiler gibi bir tüf tepe, sivri, köpek dişi biçimli, etrafındaki seyir terasında ufacık görünen insanlarla zangır zangır titriyor ve onun da başından dumanlar yükseliyor. Çok daha güçlü. Sıklaşıyor. Arkasından lavlar geldi gelecek. Kumsalın kıyı tarafına dönüyorum. Bir kasaba sokağının yarısı. Sıkışık evler, dükkanlar. Ne yapmalı diye o tarafa bakıyorum. Patladı patlayacak yanardağdan fazla etkilenmemişe benziyorlar. Bir iki kişi kaldırıma çıkmış, tepeye bakıyor ama tıkanan trafiğe bakar gibi. Hedefim ilerisiydi ama yola devam etmemek daha akıllıca.

*
Oradaki dükkanlardan birinin sahibi, muhtar, kocaman bir orta masasını yiyeceklerle donatmış. Yiyin, diyor, talihiniz açık olsun! Yiyeceklere gömülü piyango notları var. Bir işli köfte alıyorum. Biraz çiğnememle birlikte dilime fındık iriliğinde bir şey geliyor. Çıkarıp yiyecek artıklarından temizliyorum. Haşlanıp çiğnenmekten matlaşmış, yamulmuş pleksiglas bir bilye. Muhtara uzatıyorum. Telefonu sen kazandın! diyor. Cebinden çıkardığı telefonunu uzatıyor. Şiddetle itiraz ediyorum. O sizin. Zaten benim telefonum var, işte, diye gösteriyorum, 9 yaşına girecek! Hayır, alacaksın, diyor. Seninki artık olmayacak. Telefon, muhtar uzanıp burnuma dayarken şekilde şekle giriyor. O da bir Samsung ama siyah. Ekranı genişliyor, renkleniyor. Neredeyse isteyeceğim. Sonunda önüme bırakıldığında daralıp ufalıyor.

25 Ocak 2016 Pazartesi

DOLUNAYI GÜN GEÇE

Az sütlü lacivert gökte bacalardan mehtaba karşı kavaklar gibi yükselen beyaz dumanlar.

Bir tanesi çıplak çınarın dalları arasından.

Çatılarda hafif kar.

Kenarda Jüpiter.

Çepeçevre ayaz.

24 Ocak 2016 Pazar

ALIŞTIRMANIN ALIŞTIRMASI

İnternet’te blok flüt için bir egzersiz sitesi buldum. Uzunlu kısalı, kolaydan zora 47 alıştırma.

Gidip bir müzik defteri aldım. Oturup kolları sıvadım. Dilim bir kenardan sarkmış, burnumu kağıda neredeyse yapıştırarak, çarpık çurpuk yazımla yakın akraba düşen notaları çamaşırlar misali bir bir tellere asmaya koyuldum. Elimin altında olsunlar.




El kolaylığı olmayan biri için dikkatin yanı sıra sabrın da alıştırması bu.

Pekala, dikkatim senin! Yani çoğu zaman. İnsanın aklı başka yerlere de kayıyor haliyle.

Şunlara bak.. Acemi fırıncının hamur topakları gibiler. İrili ufaklı, kimi o yana kimi bu yana yığılmış.

El yazısının niteliğiyle elin bir müzik aletinde kullanımı arasında bir ilişki var mıdır acaba? Varsa çalışımı çok da parlak bir gelecek beklemiyor..

Araplar kendi müziklerini sağdan sola mı notaya geçirip okur? Ya Çinliler, Hintliler?

Her birini özenle yuvarlamaya çalışırken isimlerini de söylüyorum. Özellikle Re’den sonrasını nadiren kullandığım ince sesleri. Böylece deşifre etmede de kolaylık olur.

Gamları böyle görmek, elden geçirmek, sonra da çalmak ozmos yoluyla temel armoni fikrini de kazandırıyor olmalı.

Usul, düzenli gelgit dalgalarına benziyorlar. Birinci basamaktan başla, altıncıya çık, dön, ikinciden yediye..

Basitten karmaşığa doğru ilerledikçe yeni girdiler ekleniyor. Sesler ve eslerin değişen uzunlukları, yarım sesler. Çetrefilleşen nota değerleri.

Artık kaçarın yok. Tempo konusunu babanın her yemeğinde değişen ölçek anlayışıyla götüremezsin. Bir pastacı gibi kesin olmalısın.

Hepsi bir yana, blok flütün sınırlı perspektifinden bile ne müthiş bir dilin kıyısında durduğumu hissediyorum. İçim eriyor.

Kalemi bırakıp karaladıklarımı üflemek ise bambaşka.


Hepsini bırakıp meditasyona oturduğumda, rengarenk seslere dönüşen, kıvrım kıvrım hareketle boşluğa melodiler salan nefese hayranlık ve şükranla veriyorum dikkatimi.

23 Ocak 2016 Cumartesi

64 BASAMAK

Eve 64 basamakla çıkılıyor. (Asansör yok, hayır.)

Elim kolum, aklım dolu, boş, yorgun, dinç, sevinçli, kederli, kızgın, sabırsız, kanatlanmış, ayak sürüyerek, düz.. dokuz yaşımdan beri binlerce kez her durumda inip çıktığım 64 basamak.

Hedefle arama girdiğini hissettiğim, bir an önce bitmesi için sevimsiz bir yemeği çiğnemeden yutar gibi çıkıp indiğim basamaklar. Yüzüne bile bakılmayan, varlık nedeni işini görmesinden ibaretmiş gibi davranılan isimsiz, önemsiz görevliler karşısındaki tavırla kullandığım basamaklar.

Geçende ilkine adım atarken perde birden değişti. Durdum. Bu herhangi (çoğunlukla sevimsiz) bir sıfatla donatılmış, tez elden aradan çıkarılmaya bakılan bir fasıl değil. Senin hayatın. Şu anı. Öyleyse hakkını ver. Görevlinin yüzüne bak, gör. Baştan savma. İlişkilen. Ve ağır ağır, lokması dünya para bir havyar tadar gibi çıkmaya koyuldum.

Hareket halindeki bedenimi hissettim –hayatı aklının kalabalığıyla bir tutup yüzüne bakmadığın diğer bir varlık. Kasların, eklemlerin tıkır tıkır işleyişini, aralarındaki akıcı işbirliğini, nefesin değişimini, enerjinin dalgalanışını. Kapılardan sızan insan, alet seslerine kulak açtım. Kattan kata ağırlaşa hafifleye değişen kokuları kokladım. Soğuğun giriş katında kaldığını, çıktıkça kaslarım kadar havanın da ısınışını bildim. 64 basamağı hayatla arama giren bir engel değil, kendisi olarak, hayatım olarak yaşadım.

*
Çünkü öyle. Zihin şişmiş dişeti gibi bütün algıyı işgal etmediğinde, yanında devede kulak kalırken şişirile şişirile devenin kendisi sanılmaktan çıktığında, haddi hatırlatılıp uçsuz bucaksız bir mevcudiyetin sayısız akışından biri haline geri döndüğünde, “hayatım” dediğin şey onun tanımlarından, isteyip istemediklerinden, asılıp kaçındıklarından, korkup arzuladıklarından özgürleşmiyor mu?

Ama ömür boyu oturmuş bir basışı değiştirmek gibi bu. Ağırlığımı bir tarafa vermeyeyim, dengeli basayım da iskeletim doğru hizalanışa gelsin, kemiklerim deforme olup eklemlerim eşitsiz çalışmasın, iyi olur demekle olacak şey değil. Alışkanlığın akıntısının dışına çıkmak çaba, süreklilik istiyor. En zoru da kolayın, alışıla geldiği gibi devam etmenin çekimine karşı çıkmak. Ufacık bir alışkanlığı bile değiştirmek belli bir zaman ve çaba yatırımı demek, nerde kalmış hiç sorgulanmadan biat edilen zihin zorbasına çekilip şöyle bir kenardan bakmak, bunu (zorbanın tahtından olacağı korkusuyla yoluna çıkardığı –kuşkular, olmaz!lar, küçümseme, yok bilme- olmadık engele rağmen) sürekli kılmak, sonunda maskesini indirip yaşamın hiç de onun “Böyledir!” buyurduğundan ibaret olmadığını görmeye başlamak.

Olsun varsın, değiyor!

*

64. basamağa geldiğimde, farkına ancak sabırsızlığıma konu olmasıyla vardığım bir faslın, zihnin tercümanlığı, sonsuz kaprisleri aradan çıkarak ferah feza yaşandığında nasıl canlandırıcı, tazeleyici olduğunu bir kez daha keşfetmenin keyfiyle anahtarıma davrandım.

18 Ocak 2016 Pazartesi

HAVA

Yokuşu çıkarken havayı kokladım. Yenebilecek bir şeyler bulma umuduyla –o kadar bile değil, hayatta kalma dürtüsünün gereğini kuru kuruya yerine getirerek- çöpleri eşeleyen cılız, bitap bir sokak köpeği gibi. Kirli, basıktı. Kokusu ayazla soğumuş - buzdolabında unutulan bayat bir öğün. İçime fazla çekmemeye bakarak yürüdüm. İçinde olabildiğince az yer tutarak. Tahta bir sandalyeyi iki başka kıçla paylaşır gibi. İğreti bir ilişki.

Ülkenin de havası öyle geliyor.


Gece mis gibi bir lodos çıktı. Çılgınca esti. Göğü (yarımay ışığında bir iki bulutlu, yıldızlı keskin bir lacivert), nefesi, görüşü silip süpürdü. Temizledi. 

15 Ocak 2016 Cuma

DELIX

“Kusura bakmayın, sizi epey bekletiyorum ama..” dedi eczacı ve yakamdan tuttuğu gibi beni çıktığım uzun yolculuktan geri getirdi. “Reçeteleri sisteme girmek vakit alıyor.”

Gözlerim diş ve tırnak bakımı ile kozmetik malzemelerini, prezervatif çeşitlerini, bir eczaneyi asıl ayakta tutar görünen şeyleri çabuk geçmiş, varlık nedenine, ilaçlara takılmış, büyülenmiş ve taklalar atarak tavşan deliğinden yuvarlanmıştım.

Damağıyla yaşayan bir gurme iştahıyla isimleri zihnimde işitiyor, hecelere, harflere ayrılan seslerinin yarattığı dokular, çağrıştırdığı coğrafyalar, denk gelebilecekleri ruh halleriyle kendimden geçiyordum.

Cymbalta. Gibraltar ve Sri Lanka karışımı egzotik bir yer. Göğünün mavisi Akdeniz, sıcağı Ekvator’a yakın.

Elektra. Bu neyi iyileştiriyor olmalı ki?

Sefsidal. Beyin zarının geçirgenliğini azaltan bir süzgeç. Böylece bedenle beyin arasında akan telaş sinyalleri kapının bir yanında tutulup birbirlerini körüklemeleri önleniyor herhalde.

Monodaks. Cüssesine rağmen kafana inişini kahkaha ile karşıladığın bir balya.

Dideral. Kahverengi kayaların serpiştiği duru bir dere.

Dolorex. Gümüş rengi pelerinini kuşanıp ucu zehre bulanmış hançeriyle ağrılara hamle eden bodur bir şövalye.

Duspatalin. Rus babalı bir çocuğa pepelemesine karşı günde üç kez yemeklerden sonra birer tane yutturulurken.

Croxilos. İnka efsanelerinden fırlama. Kim bilir nelere ne yapıyordur?

Sulcid. Doğduğu an yakmaya başlayan Ağustos güneşinde bataklıklardan hafif esintiyle dalgalanarak tüten pus.

Delix..

“Otursaydınız..”

“Yo, hayır. Böyle çok iyiyim.”


 Aslında reçete yazmadan önce hastaya ilaç rehberini verip onu takılıp kaldığı yerlerden, kaygının kancasından alarak zihnini hayatta bambaşka şeyler de olduğunu hatırlayacağı böyle yolculuklara çıkarmayı bir deneseler?

3 Ocak 2016 Pazar

ADSIZ

Düşünceler, düşünceler.. Yarattıkları, yol açtıkları. Olumlu bir atmosferdeyse hoş, uyumlu. Değilse her biri bir yana çekici, bölücü, parçalayıcı. Korkutucu. Gerdikçe gerici.

Kafanın içindeki o büyük uğultu. Dikkat bırakmıyor. Sele kapılıp oraya buraya çarpa çarpa savrulup o gidiş.

Tepkisellikten ibaret kalan hareket kabiliyeti.

Dur, ne olduğuna bir bak. Nasıl olduğuna.

Seslere hepsini bastırmak isteyen başka bir ses ekleyerek değil ama.

Sakin olayım, bunlar sadece düşünce diyerek değil. Öyle olmuyor.

Seyretmeyi, izlemeyi öğrenerek. Yavaş yavaş, adım adım, sebatla. Neyden ses çıkarmaya çalışır gibi.

Zihni zihnin içinden değil, kenarında, kıyısında kalmayı öğrenerek değiştirmek bu. Kendiliğinden. Ayaklarını sel sularından çekerek.

O vakit neyin ne olduğu belirginleşmeye başlıyor.

Düşüncenin doğası. Nasıl işlediği. Kendi kendini yankılayıp çoğaltışı. Yarattığı imgeler, kanılar, inançlar. Kesinlik. Kendini gerçeklik ve tek gerçeklik olarak dayatışı.

Sonu gelmez bir trafik.

Ama kıyıda kalıp izlemeyi öğrendikçe göz korkutucu, yıldırıcı –aslında kupkuru- bir gürültüden ibaret olduğunu fark etmeye başlıyorsun.

Bedeninde gözlüyorsun etkisini. Sığlaştırdığı nefesin, burduğu göğsün, yumruklarını yiyen midende. Buz kesen elin ayağın, ısınıveren yüreğin, al basan yüzünde.

Duygularında. Şimdi güvenli, açıkken esiveren bir düşünceyle tedirgin, diken üstünde oluşunu. Çöken utancı, kibri, paniği, çaresizliği.. izliyorsun. Hiç dokunmadan, kaçmadan. Pencereden dışarı bakar gibi. Şimdi şu, şimdi bu diyerek.

En kötüsünün, hoşa gitmeyen bir iç/dış yaşantıda tabanları yağlama, dikkati başka yana çevirme, nahoşu oyalayıp uyuşturma dürtüsü olduğunu görür oluyorsun.

Seni düşünce seline savuranın bu olduğunu. Bunun da zaten o sele körü körüne verilen bir tepki olduğunu.

Hoş ile nahoşun da düşünceden ibaret olduğunu.

Aslında sadece olan olduğunu.

Bunu yorumlar, yorumlara tepkiler, tepkilerin tepkileriyle yok yere çetrefilleştirip uzaklaşmadan yaşadığında ortaya çıkanın ne kadar farklı, doğrudan, yalın olduğunu.

Acının bile bambaşka bir dokunuşu olduğunu, öfke, nefret yerine derin bir şefkat yaratabildiğini..

Hayatı kafanın içindekilerden ibaret sanarak hangi akıntılara kürek çektiğini..

Bazen kısa bir an, giderek uzayan süreler boyunca bilir oluyorsun. Bir fikir olarak değil, doğrudan.


Neyden demini hâlâ arayan bir ses çıkmaya başlıyor.