30 Kasım 2010 Salı

KEDİFONİ

Tuhaf bir kedi. Benzerleri yerde dört ayak üzerinde alıştığımız kediliklerini sürdürürken atlamış piyano sehpası üzerine, ön ayaklarını klavyeye uzatmış. Yarı ölü bir hayvanı yoklar gibi dikkatle tuşlara dokunuyor. Çıkan seslere daha da büyük bir dikkatle kulak veriyor. Bir tuş. Biraz berisinde başka biri. Aceleye getirmiyor. Olanca kedi sabrı, temkin ve odaklanmışlığıyla alışılmış avlarını değil, sesleri izliyor. Bir ses, derken peş peşe iki tane daha.. Usulca tuşları kokluyor. Yetmiyor, aşka gelip başını sürüyor iki-üç yeni ses arasında. Ve asla suyunu çıkarıp dört ayağıyla atlamıyor. Piyanoyla iki ayaklı bir piyanistin yapacağı gibi sevişiyor.


Ve esinlenmiş bir şef. Alıyor kedinin piyano serüvenini, onun çıkardığı sesler ve asıl uyandırdığı duygu etrafına bir kompozisyon örüyor. Arkada, dev ekranda piyano başındaki kedi videosu, orkestrasıyla çalıyor.

*

İki bölümü başka yerlerden gelip bamtelime dokunan bir hikaye.

Kendini geride hiçbir şey bırakmamasına veriş.

Bir şeyi (herhangi bir şeyi) almak, özünden hissetmek, kendinden katıp çoğaltarak geri yansıtmak. Esin dedikleri.


http://www.youtube.com/watch?v=zeoT66v4EHg

20 Kasım 2010 Cumartesi

EKRAN

Tamam, bir de ekran gerek, uygun bir öteki. Şöyle pürüzsüz, temiz, eni boyuyla da uygun ki çekilen film gösterilebilsin. Tabii.

Yansıtmada sorun o değil.

Ekranı, ötekini, oynatılan filmin önce içine çekip onun ayrılmaz parçası, olmazsa olmazı yapma, ardından da bununla bir olma dürtüsü.

Sapı saman, ekranı devranla karıştırmak.

YANSIT-MA!

Birine iyi nitelikler boca etmek, sonra da karşısına geçip gözleri kamaşmaya bırakmak yekten kötü şey değil.

Kızılı sıradanken baldırda parlatılmış elma gibi alımlı hale getirmek.

Yansıtma.

Gördüğün sensin düsturu doğru ise, görmez olduğun kendi niteliklerini kendi karşına çıkarmanın bir yolu. Hatırlamanın. Böylece de yeniden seferber etmenin, hayata geçirmenin.

Bunu tehlikeli kılan, projektörü unutup perdeye dört elle sarılmak. Perde beklenen cevabı veremediğinde de (nasıl verebilsin ki?) sırça gibi tuz buz olmak.

Gündelik düş kırıklıklarından ruhun dipsiz karanlıklarına yuvarlanıvermeye, engin bir yelpazede durmadan olan da bu değil mi?

O halde yansıt. Film seyreder gibi mesela. Nasıl ışıkları kıstığın gibi divana şöyle bir yayılıp seyirciliğine ortamı hazırlayarak sürdüğü sürece kendini gözünün önünden akıp akıp gidenlere bırakıyorsan, öyle. Bittiğinde kalkıp işin gücüne dönmek üzere.

Yoksa yansıtma!

13 Kasım 2010 Cumartesi

KARŞILAŞMA VE PATRICIA BARBER

Doğu rüzgarı denizin ışıltısını pul pul yayıyor. Tuzuyla kurumaya bıraktığım tenimde sonbahar güneşinin tatlı sıcağı. Tek bulutsuz gök. Sakin renkler. Akdeniz.

Patricia Barber imbiğinden geçmiş Triste’yi dinliyorum. Geçirdiği ne olursa olsun, öbür ucunda kendine özgü bambaşka bir şeye dönüştüren bir imbik bu.

Barber’ın elinde Triste adı gibi başlıyor. Usul usul değişiyor, seçilemeyen bir eşikte tersine, dizginlenmemiş bir yaşam gücüne dönüşüyor.

Müziğiyle karşılaştıklarımdan Patricia Barber.

“Karşılaşmaya” benim yüklediğim anlam, anahtarın kilide oturması –ve klik!- açılan bir kapıdır. Bir insan, yaşantı, sanat eseriyle,.. yüz yüze gelirsiniz. Ondan ta çekirdeğinize giden yolda kapılar, geçitler hizalanır. Karşı karşıya olduğunuz uzanır, ham algınızdan başlayarak duygunuzu, sezginizi, derken işi kese biçe, parçalara ayıra anlamak-anlamlandırmak olan aklınızı içine alarak gider, bamtelinize dokunur. Güzergahı daha kısa, etkisi tek bir fiille sınırlı olan “beğenmekten” böylece ayrılır karşılaşma. Kat kattır. Tek bir anında bir şekilde dokundurup canlandırdığı geçmiş vardır. Ve henüz şekillenmemiş, sadece nüvesiyle mevcut algınızla gelecek. Sıkı yaşantıdır karşılaşma. Yoğun. Ayrıntılarını hatırlamadığınız derin bir düşten beslenmişlik hissiyle uyanmayı andırır.

Bir kez karşılaştığınız şeye alanı boşaltırsınız. Kapının arkasında bekleyen mutat tepkilerinizi, hazır (ve tabii bayat!) fikirlerinizi bir yana iter, algınızın taze taze üretildiği “boş” bir alan açarsınız ona. Lafını, yolunu kesmeden olacağını olmaya bırakırsınız. Pek sık yaşanmayan şeydir haliyle. Sonu da ziyadesiyle ödüllendirici. Konusunu, vesile olanı aşarak size lekesiz bir açıklıkla algılanan şeyin (her şeyin) nasıl bir zenginlik olduğunu öğretir.

Her şey gibi bu da sizde başlar, sizde biter elbette. Doğru dalga boyunu yakaladınız mı bira şişesini açmak gibi sıradan bir iş bile karşılaşmaya dönüşebilecekken tersi de pekala geçerlidir: Dış kapınız kapalıysa isterse sanatının devleri gelsin, oracıkta kalır.

Benim için oracıkta kalmayanlardan Patricia Barber. Mandalı indirdiği gibi içeri giriyor. Gerisi, karşılaşma.

* * *

Keith Jarrett, “başka şeylerin” (yazmak, felsefe..) müziğinde ne kadar önemli olduğu sorusuna “müzikten daha önemli” diye karşılık veriyor: “Sanat ve bazı müzik çevrelerinde sık rastlanan bir yanlışlık: Müziğin müzikten geldiği düşünülüyor. Bebeğin bebekten geldiğini söylemek gibi oysa bu. Müzik, bütün bir sürecin son ürünüdür.”

Patricia Barber bu yaklaşımın örneği. Ruhunu dört koldan besliyor. Geniş bir edebiyat ve şiir birikimi var. Dinlediği, çalıştığı, incelediği müzik yelpazesi bundan geri kalmıyor. On (piyanoyu yalınayak çaldığı düşünülürse yirmi) parmağıyla dilin, müziğin, güzel sanatların ve (Satori’ye nasıl ulaşırım diye soran müridine “bulaşıkları yıkadın mı?” yanıtını veren Zen ustasını gülümsetecek şekilde) “gündelik hayatın” içinde (meyve-sebzesini kendi yetiştirdiği bir bahçesi var).

Rüyalarla ilişkisini sorulduğunda “düşlerle ilgilenmiyorum. Uyanıkken zihnim dört dönüyor, şeyleri ilginç biçimlerde evire çevire alternatif gerçeklikler araştırıyor. Müziğin düşsel bir şekilde yazılabilmesi için alışılmadık ya da tuhaf senaryolara odaklanıyor” yanıtını vermişti. Bu sivrilmiş ilgi, dikkat ve açıklık ile gerçekten de müziğine hayret verici bir başarıyla düşlerin yoğunluğunu katıyor. Tıpkı tensellikle entelekt gibi, düşsellik ve gerçeklik de müziğinde iç içe.

Hakkında hiçbir şey bilmeden ilk dinlediğim albümü, Ovid’in Metamorfozlarından esinlenerek bestelediği Mythologies albümü olmuştu. Düşlerle ilgilenmediğini söyleyen birinden beklenmeyecek şekilde arketipik bir düşün etkisini uyandırdı. Ne nasıl oluyor anlamadan çarpıldım. Anladıkça da sığlaşacağına derinleşti.

Kendi sesini arayan ve bulan Patricia Barber işte böylece “karşılaştığım” sanatçılar arasına girdi.



THE THING I CALL ENCOUNTER AND PATRICIA BARBER


Clear sky. Calm colors.

Another Mediterranean sundance!

The east wind spreads out the glimmer on the sea. On my salty skin is the sweet warmth of the autumn sun, I am listening to Triste as rendered by Patricia Barber. Under her hands Triste begins as its name would evoke and then subtly becomes an upwards spiraling liberation, to end as it began. Her interpretation is as always deeply transforming.

Patricia Barber is one of those artists I experience an encounter with.

What I call an “encounter” is the matching of the key with the lock and –click!- the opening of a door. In an encounter with a person, experience, work of art, doors and doorways are aligned. The subject of the encounter reaches your perception, feelings, intuition and finally your intellect, and touches the very core of your being. It nourishes both the senses and the intellect. The psychological layers covered in an encounter are what differentiates it from mere admiration, the range and effect of which is limited by definition. An encounter is layered. A single instant of it encapsulates all the somehow revived past, present and the dimly intuited future. And it is an intense experience not unlike awakening from a charged dream with a feeling of being richly nourished.

Leaving all of your ready-made (and therefore inadequate) reactions, opinions aside, you make room to what you encounter; an empty space where your perception becomes highly receptive. You simply let it be. An encounter is a rare occurrence and correspondingly rewarding. Going beyond its subject, it teaches you what richness such an openness might be.

Like in everything else, you are the key. Getting the right wavelength, even the most mundane of the tasks such as opening a beer bottle might be transformed into an encounter. The opposite is equally true: if your door is closed, may the giants of their arts come, they couldn’t step past your threshold.

This is not the case with Patricia Barber: the door is opened. And the rest is encounter.

*

On the question about how important the “other things” (writing, philosophy..) were to him, Keith Jarrett says that they are more important than music. It’s one of the frequent fallacies in the circles of art and maybe music also, he says: They think that music comes from music. But it’s like saying that babies come from babies. Music is the end product of a whole process.

Patricia Barber is another convincing example of this approach. She nourishes her soul from the most various sources including literature, poetry, fine arts, philosophy, not to mention her broad musical spectrum. But, sophisticated as it may be, all this being just one aspect of existence, she doesn’t neglect the earthly side of life either. Taking plenty of time for the grounding exercise of gardening, for instance, she grows her own vegetables. (Which reminds me of the famous Zen story about the Master saying to his disciple who asks him how to attain Satori: “Are you done with the dishes?” and to the disciple’s negative answer: “Go and wash them!”) Thus covering all the major aspects of living, she leaves no untouched area as she also does with the keyboard.

To the question about her relationship with dreams (whether she uses them as an inspirational source) she answered, “I believe my mind wanders a lot when I'm waking and considers alternative realities, turns things around in interesting ways. Concentrating very hard on unfamiliar or strange scenarios in order to write music can be dream-like. That's probably all I can handle.” Her keen interest and attention bring indeed to the music the intensity of dreams astonishingly well. Just like sensuality and intellect are intertwined in her music, so are the dreamlikeness and reality.

Her first album I’ve heard without knowing anything about her was Mythologies based on Ovid’s Metamorphoses. Surprisingly for someone who isn’t interested in dreams, her musical intensity affected me the same way as an archetypal dream. Without grasping what is going on and how, I was struck. And the more I “understood” the more it deepened instead of becoming shallow.

A musician who avoids being popular in order to stay loyal to her own voice, Patricia Barber joins the artists with whom I experience that thing I call encounter.

8 Kasım 2010 Pazartesi

CİLALI DÜŞ DEVRİ

HD ya da onun ready’si yaya kalır, art arda gördüğüm düşlerin görsel canlılığı akıl alır gibi değil.

Soluğum kesilir gibi uyanıyor, böyle bir görsel keskinliğin etkisinde boş boş karanlık ya da aydınlanmakta olan tavana bakıyorum uzun süre.

Mükemmel ışığa tutulmuş kusursuz diyapozitifler diyeceğim, yanına pek yaklaşamayacak. Renkler, nüansları ve ışık, asıl ışığı anlatamamak gerisin geriye hafızama kapatıyor onları. Hafızanın tutabildiği ise orijinal görüntüler değil, olsa olsa etkilerinin yoğunluğu. Yapılacak şey, yine gelmelerini umarak uykuya yatmak. Yanımda konuk da götüremeden..

*

Sabahın ilk, belki akşamın geç saatleri ışığında masmavi bir deniz. Ben soldan sağa ilerlerken karşımda bir insan akışı var. Birbirine paralel iki çizgi üzerinde ters yönlere kayıyoruz. Arkadaşlarım. Hemen üstlerinde bir an parıldayan, sonra gözden kaybolan ince bir ipe mandalsız çamaşırlar gibi asılmışlar (bunun canlı bir Photoshop çalışması olduğu geçiyor aklımdan). İzlendiklerinin farkındalar mı? Kendi alemlerinde, gülerek, kahkahalar atarak geçiyorlar önümden. Ben rüyanın içinde rüyanın canlılığıyla sarhoş gibiyim daha çok. Derken.. geçidin bir anında, ipin görüşümden çıkmak üzere olan sol ucunda yatağa onunla girdiğim kırmızı-beyaz geceliğimle kendimi görüyorum. Bir benim yüzüm asık, karanlık ifadeli.

*

Gerçek hayatta e-postalarının anında cebine düşeceği telefonlardan kullanan bir arkadaşımın önüne, çalışmak için başına oturduğumuz masada sekreteri getirip avuç içi kadar, siyah bir alet bırakıyor. Yarım silindir biçimli. Posta almadığı vakit “yoksunluğu” gidericiymiş. Ayarlanabilen aralarla bilgisayarın “mesajınız var” sinyalini çıkarıyor. Sesinden hoşnut değil arkadaşım, inandırıcı bulmuyor.

*

Geceleri iple çeker oldum..

5 Kasım 2010 Cuma

SÜLÜK SENEM

Avluyu dolduran kalabalığı geçtim, gözüm ona takıldı. Merdivenin dibindeki dökük tahta banka tek başına çökmüş çok yaşlı kadına. Bastonunu dikleyip avuçlarını üzerinde birleştirmiş, çenesini ellerine dayamış oturuyordu öylece. Yok, öylece değil, cenaze evinde onca kalabalık içinde ölüme en yakın oymuş gibi. Alıp götürdüğünün acısıyla da değil. Ne de şaşkınlık, isyanla. Soluğundan ve uzun zamandır tanırmış gibi onu. Ta derinden. İçinden. Biçimini çoktan yitirmiş bedeninde kat kat çaput, köşede unutulan çuval gibiydi. Yine de o bilen hali.. Gidip yanına oturdum. Beklemediği şeymiş gibi döndü. Ne kadar seçebildiğini kestiremediğim kurşun rengi bulanık gözlerine baktım. Çalkantısının bir anında donmuş su gibi kırışık yüzüne. Bir şey söylemedim. Söyleyecek şeyim de yoktu. Sadece olmak. Orada onun gibi sessiz, bildiği her ne, bilen her kim ise ona öylece “dokunmak.”

Senem’miş adı. Göçüp giden kocasının üzerine kalan lakabıyla Sülük Senem. 90’a yaklaşan yaşıyla hala tarlada çapa yaparmış.

Ertesi gün, banktaki gibi yığılmışçasına tek başına oturduğu eşek arabasında giderken gördüm.

Vasiyeti varmış. Öldüğünde mezarlıktan önce tarlaya götürüp şöyle bir dolaştırmalarını istemiş.

1 Kasım 2010 Pazartesi

ÜÇ ŞEY




Son kürek toprak da atıldığında ciğerlerimi uzun bir solukla boşalmaya bırakıp etrafa baktım. İlkbaharda bir de iris kaynar, binbir yeşile havai morlarını katar burada. Şimdiyse oluruna bırakılmış otlar, mevsim çiçekleriyle dalga dalga alçalıp yükseliyor bitki örtüsü. Aralarda içime oldum olası aydınlık bir huzur veren okaliptüsler. Yatsam uyuyamam, öyle canlı bir mezarlık.


Traktör, bir vakitler ortasında devasa bir okaliptüsün yükselip gölgesini zamanının parmakla gösterilen konağına yaydığı avludan römorkuyla birlikte çıkarken gökyüzü de açılmaya başlamıştı. Tam olarak hangi ara, bilemiyorum. Gözüm o ana dek yeryüzündeydi.


Emektar kırmızı traktör iki kanatlı mavi demir kapıdan homurtularla girdi. Ardı sıra da beyazı kirlenmiş römork. Daha da kirli yeşil harflerle yazılı Morg ve Cenaze Yıkama Aracı ibaresine takıldı gözüm. Lastikler çakılları hışırdatırken römorktan gıcırtılar yükseliyordu.


Dedemin diktiği devleşmiş okaliptüsü çok yaprak döküyor diye amcam kestirmiş: Bu alemde ya da öte aleme göçmüş dokuz kardeşten köyde, baba ocağında kalmış sonuncusu. Dedemin o çocukken yaptırdığı konakla birlikte büyümüş, çoğalmış, yaşayıp yaşatmış, görmüş geçirmişler. İnişe de birlikte geçmiş, bel vermiş, onarılamayacak kadar yıpranmış, çöküşe iç içe ilerlemişler.

Son adımı ilk atan amcamın bedenini merdivenlerden indirdi çocukları, torunları. Evi, avluyu dolduran sessiz kalabalık açılıp yol verdi. Römorkun kapı yerine geçen kalın kirli muşamba kanatları açıldı, soğutucunun kapağı, cenaze içeri sürüldü. Muşambanın kanatları kapandı. Sesler geri döndü.

Çatıya çıktım. Ötelerde, bereketli topraklar ardından yükselen Toroslar görünüyordu. Fransız işgalinden kaçışlarında hastalanan bebek yaştaki amcamı, bırakmasını söyleyen dedemi dinlemeyen babaannemin bağrına bastığı gibi götürdüğü Toroslar. 90 yıllık ömrünü ona nenemle birlikte ikinci kez bağışlamış dağlar. Kadınlar baş başa vermiş konuşuyor, gülüşüyor, ağlaşıyordu, kiminin elinde tellenen sigaralar. Duvar dibindeki kiremit yığınına takıldı bakışım. Alacalı küflerinin aralarından sıyrılan tatlı tuğla rengine, üzerlerindeki “Marsilya yapımı” baskısına..

Cem evinden beklenen dedenin geldiğini söylediler. Sarıksız, cübbesiz, beyaz gömlek, siyah pantolon, aydınlık ağırbaşlı yüzüyle genç bir dede. Römorkun etrafını aldık, o da ölene helalimizi. Beden yıkandı, yakınları bir bir muşambayı aralayıp içeri girdi, bir avuç suyunu döküp vedalaştı. Ben girmedim.

Göğü o zaman fark ettim. Açıldığını, geride kalan tek tük beyaz bulutla mavileştiğini. Hacı hocayla değil, deyişlerle uğurlanmak isteyen amcam şimdi hoşnutmuş gibi.


Birkaç saat sonra uçakta, akşam göğündeydim. Kanat ucundaki Uçan at sembolünün ötelerinde dolmak üzere olan ay, içim bir tuhaf boşlukla dolu.


“Marsilya yapımı” kiremit, bakışımla birlikte bilinçaltıma da takılmış, baba ocağından yeniden geçerken bir tane almak istedim.

“Eyvallah!” dediler. “Nenenin sinilerinden de ister misin?” Evet, hem nasıl! Açılan asırlık tahta sandıktan kalayı eskimiş bir bakır kase seçtim.

Bir de.. tespihlerinden birini belki amcamın?

Hep elindeydi, dediklerini uzattılar. İmamesiz. 17 boncuğu (gelip geçmiş kim bilir ne düşünceler, anılar, hisler eşliğinde) çevrile çevrile, tende, canda cilalanmış.


Amcamdan, onunla birlikte dolan bütün bir devirden yadigar bu üç şeyle devam ettim yoluma.