30 Temmuz 2018 Pazartesi

AKORDEON


“O konsere kadar akordeona tahammül edemezdim” dedi kuzinim.  “Ama orada öyle farklıydı, piyanoya öyle güzel karıştı ki dinlediğimin akordeon olduğunu bile unuttum.”

E zaten enstrümana değil, nasıl kullanıldığına bakmalı diyecek oldum.

Yok yok, dedi. “Benimki fiziksel bir tepki. Akordeon duyduğumda kendimi freni tutmayacak bir arabada gibi hissediyorum. Pat diye duramayacağı duygusu uyandırıyor, bu da beni tedirgin ediyor.”

Algılar algılar

29 Temmuz 2018 Pazar

İKTİDARSIZ ÖFKE


Berbat bir ruhsal apsenin nekahetinde, patlayıp saçılanları, cılk yarası kurumuş, serinleyip sakinleşmiş bir geri bakışla gözden geçiriyorum.

İnfial ve infilak.

Zembereğinden boşanan o öfke, 40 derece sıcakta bir de böcek sokması gibi kızıştıran bir taşmaydı.

Seti bir kez yıkılınca hedef ayırt etmez olan bir türü bu öfkenin.

Ayakta durabilmek için haklılığa ihtiyacı var. Devşirmekte zorlanmadığı bir haklılık. Geçmişten, geçmişin ihtiyaca göre zorlanarak yeniden anlatımından, bugünden. İş, zangır zangır titreyen, şirazesinden çıkmış öznesine bir dayanak sunmak, böyle bir kopuşun altında yatan zayıflığı, güçsüzlüğü, çaresizlik algısını taşıma bir mesnetle takviye etmek.

Kendimize anlattığımız hikayelerin, işlev ve işlevsizliklerinin, maksat görmek olduğunda suyu bulandırmaktan başka bir şey olmadıklarının farkındayım; elbette bu yola yine de saptıysam da fazla süremedi. Anlatıları gecekondu inşaatı gibi yalapşap, alelusul bir araya getirip iğreti bir iskelet kurduğumu gördüğüm an çökmeye bıraktım. Apse de öyle kurumaya, serinlemeye başladı zaten.

İktidarsız öfke tek yanlı, ayakta kalma, tezahürü kurtarma ihtiyacı bunun ötesine kör, öyle mi sorusuna sağır bir haklılık inşasına girişmeye hazır. Alevli halinde elden kurtulmuş basınçlı su hortumu gibi serseri bir savruluşla ucu nereye dönerse oraya fışkırıyor. Fışkırdıkça da kışkırtılıyor. Daha daha daha!

Çürüyen tırnağın altından süren sağlıklı deri misali serin bir sesi bu hengamenin ortasında işittim. Aralıklarla, yedire yedire konuştu:

Hayır, gösterdiğin alevli tepki. Çözümü orada arama, bulduğundan hayır gelmez. Patlamayı geçip gitmeye bırak, hikayelerle su taşıma. (Bu sefil halle kendi ve başkalarının gözünden düşme endişesiyle) asilleştirmeye de kalkma. “Çünkü bıktım. Sıkıldım” hiç karizmatik olmasa da asıl neden ise adını öylece koy, orada kal. Kulağa nasıl gelirse gelsin, anının gerçekliğinde. Tutarlık, güzellik, haklılık, soyluluk yamayarak ona sırt çevirme.

Hâlâ süren patlamaların arasında bu ses perde perde belirginleşti. Sonunda sağlıklı deri çürüyen tırnağı itip düşürdü. Alev alev sinir uçları soğumaya, kuruyup tepkiden uzaklaşmaya, tepki nesnelerinden kopmaya başladı.

İktidarsız öfkenin belki en kötü özelliği insanı tepki duyduğuna kaynatması. Yangında naylon yağmurluk nasıl tene kaynarsa öyle. Sen BEEN! diye bağıradur, bu kaynaşma alıp yürüyor. Ayırmaya, açmaya, kaçmaya çabaladıkça öfke nesnen daha da eriyip elin kolun yüzün gözüne yapışıyor. Çürük dişe glikozlu pamuk bastırmak gibi, iç kaldırıcı bir kamaşma hissi.

Denge noktasına döndükçe, evlerden ırak diyorum.

Hiçbir şey, HİÇBİR ŞEY bu hale gelmeyi doğrulamaz ne de ona değer.

Ama giderek baskınlaşan bir iktidarsız öfke kültüründe sırf sık görülmesi bile tohumlarını, sonra da patlamalarını normalleştiriyor, hatta teşvik ediyor korkarım.

Anlayışlı, sevecen vs olamayabilirim. Ama serin, kuru ve dengede kalayım.

O berbat apse can yakıcı. Acı geliyor, acı veriyor.

4 Temmuz 2018 Çarşamba

DÜZEN


Güneşten rengi atıp mavileşmiş tiyatro-opera afişleriyle kaplı vitrini geçip içeri girdiğimde buyur, misafirimiz ol diyen bir mekandayım. Kitap kırtasiye, eski yeni, şahsi, satılık bir arada, içli dışlı. Çocuk kitaplarının durduğu yere o anda hangi dünyayı kurmaktaysa Ada’nın buna ait nesneleri yayılıyor (dünyalarını ne tablet ne telefon, kendi elleri ve biraz oyuncak ile çokça devşirilmiş, dönüştürülmüş malzemeyle kuran bir çocuk Ada). Ya da sokaktan kurtarılmış, getirilip bırakılmış, güçlenip kendi başına çekip gidene kadar dükkanda bakılan o sıradaki kedi veya kediler. Bir köşede klasikler. Dip ve köşe duvarlar ise Yaşar beyin tabureye çıkıp ya da yere eğilip çıkardığı nice beklenmedik kitap ve kaynakla kaynıyor. Dükkanın bu sonu gelmez görünen derinleşmesine Ali Babanın mağarası diyorum.

Eşyalar, işlevlerini yerine getirdikçe ömürlerini ecelleriyle doldurmaya bırakılmış. Burası albenisi görünümle, sunumla parlatılmamış bir yer. Çekimi dosdoğru varlığından geliyor. Kendiliğinden. Görüntünün çoktan ötesine geçmiş, özü sunuyor. Katıksız bir keşif ve paylaşma isteğini. Yaşam heyecanını.



Kapının önündeki küçücük bahçe, dükkanın üretken, bereketli yabaniliğinin (ehlileştirilmemişliğinin) devamı. Toprakta kendine yer açan bitip serpiliyor. Türler, biçim ve sıfatlar burada da iç içe. Yaşam kaynayan bir mini botanik bahçe.

Eleştiren çok diyor Yaşar bey. Derle toparla şu dükkanı, yenile. Şuraya şunu, buraya bunu yap diyen. “Bahçeye de çok laf ediyorlar ama doğayı kendine bırakmayı seviyorum ben.” Ayyuka çıktığında ayrıkotlarını seyreltmek gibi elbette ufak müdahalelerde bulunduğunu söylüyor. “Ama geçende bir ziraatçı sezinlediğim şeyi doğruladı: Kararında tutulduğunda ayrıkotlarının bile nemlendirme vb işlevi varmış.”

“Her neyse, doğanın kendi düzenini kurmasını, bitkilerin kendi aralarındaki etkileşimi seyretmeyi seviyorum. Onlar nasıl var olacaklarını biliyor.”

*
Altını nerede çizdiğimi unuttuğum bir söz: “Bir şeye nasıl olması gerektiğine ilişkin bir fikrin ardından baktığın an gördüğün artık o değildir. Buna kendin de dahil.”

Ortak bir yaşam alanı söz konusuysa daha iyiye, daha güzele, daha doğruya dair görüşümü ortaya koyarım. Ama bunu, fikrimin bile sorulmadığı başkasının alanı (mekanı, hayatı) için yapmak, tüm o iyi niyetin (senin/onun iyiliği için bak) ötesinde, hayır, aslında olanca iddiasıyla o iyi niyetle birlikte ne kadar saldırganca, gözün önündekine, var olana kör.

Ve ne kadar yaygın,  o kadar da kabul görüyor, yakınlıktan, içtenlikten ve doğal sayılıyor.

Asıl parazit olduğunu göreli, kendimde fark ettikçe bahçemden söküp söküp attığım da bu.