31 Mayıs 2017 Çarşamba

BEN DE

Ben de (anam babam, oğlum kızım, komşum, komşumun tanıdığı da) demeden dinle beni. Kafanda söylenmeye hazır bekleyenler, lafımın bitip bitmediğine bile aldırmadan atılma.

Biliyorum, bu bir ilintilenme yolu senin için. Ama öyle olmuyor. Konuşan dikkat istiyor. Boş (içi kendiyle dopdolu olmayan) bir kap misali dikkat. Açık ve açıklık, alan sunan. Sen ben de (ıdımın dıdısı da) diye sözü kaptığın gibi araya giriverdiğinde hayır, o dikkati SEN bana ver deyip öne çıkıyorsun. Sahne bir anda senin yaşadıkların, yorumların, anılarınla doluyor.

Sus, geri çekil, kulak ver, işit.

Ben de dediğin an kaynayan süte limon sıktığını bil.

Böyle yaparak beni kendi (dolaylı ya da dolaysız) bildiğinle ölçüp biçiyorsun. Acı mı çekiyorum, e sen de çekiyorsun. Sıkıntı mı, o ne ki, sende alası var.

Ama bu bir yarış ya da parsayı (tedavüldeki dikkat) kapma çabası değil ki. Kendinle transından 24 saatliğine bir çık da sana doğrudan seslenen-seslenmeyen herkese, her şeye böyle kulak kesilmeye bak. Gördüğün, öğrendiğin şeylere değecek. Dikkatin, araya sokup durduğun kendinle bulanmadan odaklanıp güçlendikçe ben de ben de diye ortalara atılmasan da dikkat açlığının azaldığını göreceksin belki.

Bırak şu en zoru benim başımda/ydı dayatmasını, kıyaslamaları. İkimiz de alt tarafı nezle bile olsak bunu yaşama biçimimiz bambaşka. Senin yaptığın fersahı kiloya vurmak, dönümden çıkarıp kilobara bölmek.

Araya kendini sokmadan alan tanı.

*
Buraya kadarki bütün sen ile benlerin yerini değiştirebilirsin. Çünkü sende kendimi de görüyorum.


Dediğim, ben aynana bakarken sen de aynamdaki kendini görüver.

27 Mayıs 2017 Cumartesi

AKILLI TELEFONUN AKILSIZ ÇIKMAZI

Taze köylü arkadaşımızın arabasıyla evinin daracık köy yoluna saptık. Durmuş, eşya boşaltan aracı beklerken şehirden birlikte indiğimiz arkadaşım Şuna sıkı bir korna bassana, dedi biraz şaka, daha fazla ciddi. Acelen ne?! diye karşılık verdi yeni köylü olanımız. Aah ah, diye ekledi, şurda bir ay kalsan bu sinirli sabırsızlığından eser kalmaz, zamanı geniş geniş yaşarsın.

Akıllı telefonu eli ayağı, uyarıcısı uyuşturucusu, yareni yapmışlardan o. Akıllı telefon istemeyişimi kör bir inada yorup akılsızca bulanlardan.

Akşam terasta oturuyorduk. Üç küçük mumun etrafına bir arkadaşımızın armağanı desenli, yarı saydam silindirleri geçirdi. Sessiz, huzurlu karanlığa yayılan ışığa bayıldık.

Telefonuna sarılıp şıpın işi ortaya çıkan şamdanların fotografını çekerken Bak işte, dedi, akıllı telefonun yararlarından biri! Resmini çekiverip anında teşekkür notuma ekleyeceğim.

Kaykılarak oturduğum yerden Acelen ne, diye sordum. Daha önceki sahneyle, yolumuzun kesilmesiyle sabırsızlanan arkadaşımıza tepkisiyle oluşan çelişkiyi ise sonradan fark ettim.

Hani, nerede kaldı doğaya karışmanın esinlediği sabır?

Anında, hiç beklemeden, hemen şimdi. Gidişi, gidişleri atlayıp nereye varacaksak varalım bir an evvel.

Peki bu bizi bir noktadan diğerine zıplayan, seken, kayan huzursuz pireler haline getirmiyor mu?

Gitmeyi, giderken kayarcasına uyum içinde akmak kadar kesintiye de uğramayı, hedefin (nihayetinde hayatın) varılacak noktalar değil, asıl bu gidiş olduğunu unutturmuyor mu?

Hiç boşluk kalmasın isterken her şeyi sıkıştırarak ufacık zaman kapsüllerine sığdırma saplantısı. Ve böylece büyüyerek oluşan yeni boşlukları aynı güya boşluk doldurucuyla kapamaya çalışmak.

Kafesinde çarkını çılgınlaşan bir hızla çeviren laboratuar faresi.


Akıllı telefonun akılsız çıkmazı.

18 Mayıs 2017 Perşembe

HAYALİN KATLARI ARASINDA

Elimizi kolumuzu sallayarak karanlığa dalmak üzereydik ki görevli önümüzü keserek içeri sınırlı sayıda kişi aldıklarını söyledi. Döner bir uğultunun eşlik ettiği gölgelerin, çakıp sönen yansımalar, görüntü kırınımlarının sızdığı mekanın eşiğinde dikilip ne olduğunu pek de bilemediğimiz şey için epeyce bekledikten sonra ayaklarımıza galoşları geçirip çıkan iki kişinin yerine giriverdik.


Kendimizi çepeçevre bir algı kayması içinde bulduk. Görüntüler fırdolayı akıyor, ışık ile derinlerden, sanki gayya kuyusundan yükselen uğultu ağır ve düzensiz bir nabız temposuyla kısılıp açılıyordu. Ortasında on kişi aynalar arasında aşağının yukarıya karıştığı dipsiz bir düşüş ya da –başınızın yönüne göre- yükselişe yuvarlanmaktaydı.

İzleyici ortada bir çubuğa sabitlenmiş tablet aracılığıyla görüntü akışına müdahale edebiliyor, dönüp duran “belgeleri” ne olduğu seçilemez ufaklığa getirerek taşkın bir sele dönüştürebildiği ya da bu malzemeden tonozlar, kemerler vb formlar oluşturabildiği gibi aralarından seçtiklerini (Osmanlıca evrak, sigara kağıdı reklamı, duyurular, haberler, uyarılar) büyüterek öne çıkarabiliyordu.

Öyle bir sürükleniş, savruluştu ki bu, bulunduğumuz mekanın ayna kaplı bir silindirden, kapıldığımız selin ise buna yansıtılan, seçilerek büyütülüp küçültülen imgelerden ibaret olduğunu idrak etmek zaman aldı.

Refik Anadol’un pek çok açıdan baş döndürücü (daha ileri giderseniz kurdurduğu paralellerle aydınlanma yaşatıcı) Arşiv Rüyası adlı medya enstalasyonu 11 Haziran’a kadar Salt Galata’da.


                                                           (Toplu düş..)

*
Benzeri bir deneyimi geçen hafta Borusan Perili Köşk’te Rachel Rossin’in I Came And Went As A Ghost Hand / Meteliksiz Geldim Meteliksiz Gidiyorum başlıklı 3D eseriyle yaşadım.

Başlığı kafama geçirip ne olduğunu anlayamadan bir dipsiz boşluğa da orada yuvarlandım. Başımın hareketiyle biçimlenen bir uzayda ince katmanlarına ayrışmış sıradan mekanların, nesnelerin (sanatçının yatak odası, çalışma masası, basamaklar, kalorifer dilimleri vb) arasında dikkatimin yönü, bir belirip bir kaybolan hayalet bir elle birlikte algı çerçevemi doldurup doldurup boşaltıyordu.

Bütün o baş döndürücü hareketin maskesini alaşağı etmek, alt tarafı karmaşıklık kılığına girmiş bir göz boyayıcı olduğunu fark etmek ve algıların sarhoş edici oyunlarından geri çekilip bakışını kuklalardan kuklacıya (temel yalınlığa) çevirmek burada da zaman alıyordu.


Rossin de Anadol da şöyle bir güzel ayılmak için önce dibine kadar sarhoş olmalısın der gibi.

17 Mayıs 2017 Çarşamba

SESLERLE

Durağa otobüsle aynı anda geldik. Ne iyi, dedim, gün akmaya başladı! Keyifle bindim, üstelik oturdum. Ortaköy’e kadar bomboş olan yol orada bir anda dolup tıkandı. İnsanlar onuncu dakikasına varmadan oflayıp puflamaya, üçer beşer inmeye başlarken kulaklıkları kulağıma tıktım, Philip Glass’ın Einstein Sahilde operasının ilk perdesinden Tren bölümünü içeri boca ettim.



Glass’ın treni duran trafikte ilerlemeye koyularak İstanbul’a karıştı. Aldırışsız bir kulağa sonsuz bir tekrar gelecek şey görünürdeki tekrarın tekrarlanmazlığıydı. Hareketsizliğin hareketi. O İstanbul oldu, İstanbul da o. Akan bir akışsızlık!

Bir süre sonra görüntülerden de ayırarak sadece müziğe odaklandım (ya da müzik bana, kim bilir).

Tren!

Dahiyane bir ses işleme. Saat yönünde giderken derece derece saat yönünün tersine çevrilen döngüler, raylar üzerinde süzülürken çatallaşan doğrusallıklar, aks üzerine iki, üç yana kontrollü savruluşlar..

Kahkaha atmamak için kendimi tutarken bir kez daha bildim ki sesleri seviyorum ben, daha müzik halinde işlenmeleri veya yarı işlenerek sentezlenmeleri vb öncesinden, en ham hallerinden başlayarak sesleri. Sevdikçe dikkatim bileniyor, dikkatim bilendikçe daha iyi seçiyor, aralarında ilişkiler, etkileşimler buluyor-buluşturuyor, daha çok seviyorum.

Müzik kulağımı inceltirken ses sevgim de müziği duyuşumu besliyor.


Otobüsten nice zaman sonra, Philip Glass’la aramda koyu bir kulak kardeşliği kurulmuş, derin bir doyumla indim.