28 Aralık 2015 Pazartesi

ÇİLE

Nasıl ilişkileneceğimi bilemediğim kördüğüm bir çile bu. Çekilen acıya yoğun bir tepki verdiğim ama bundan öte yumulup kaldığım bir açmaz.

Nasıl yaklaşacağımı bile bilemediğim.

Doğuda kan gövdeyi götürüyor. Yangın orada ama orada kalmayacak. Ateşi olmasa da sarsıntıları, dalga dalga sonuçları bütünü tutacak. Ülkeyi, bölgeyi, ötesini.

Burada, tuzum henüz kuru, benim tuzum kuruyken uzantım olan insanların mahvolmasının çelişkisini sindiremiyorum.

Oturduğum yerden bile taraf olamayacağım kadar karmaşık bir silsileyle karşı karşıya olduğumun fazlasıyla farkındayım.

Ne biliyorum? Ne kadar biliyorum?

Zihnim avuntuyu kolay, karikatür açıklamalarda (kaskatı komplo teorileri, iki yandan ideolojik gerekçeler), bir iki sorumlu/suçlu  tayiniyle kesiliveren hesaplarda bulabileceği çizgiyi çoktan geçmiş. Ne de vicdanımı ahlayıp vahlamalar, keşkeler, amalar rahatlatabiliyor.

Ne istiyorum?

İnsanlar öldürülmesin!

Oklar yaylardan çıkmış, havada uçuşuyor. Başlatılmış hareketlerin ataleti olanca ezicilikle sürüyor. Zihnim sihirli değneklerden medet umacağı noktayı da çok gerilerde bırakmış.

Sırtımı dönmek, gözümü yummak yapabildiğim şey olmadığı gibi yapmak istediğim de değil.

Hangi bütünün nasıl bir parçası olarak ne gibi bir işlev görebileceğim üzerine elime hiçbir ipucu vermeyen çile karşısında görünürde hareketsiz, sessizim.


Ne uykuda ne uyanık.

18 Aralık 2015 Cuma

SIFIRLANMAK

Arka arkaya iki sergi, Koza ve Zero, birbirini çoğaltıcı bir ardışıklık oldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrası kıtlıklardan, kopukluklardan, parçalanmışlıktan doğmuş Zero.

“Hiçbir şey yoktu, ne bir kaynak (halk kütüphanesinde bütün bulabildiğiniz yedi sekiz kitaptı, onlar da 30’lardan kalma, lime lime) ne maddi olanak ne de benzeri arayışta olanlarla bir iletişim.”

Olan, bir çıkış yolu bulma iradesi imiş. Köklü değişim bir kez daha elverişli koşullardan değil, dibe vurmaktan gelmiş. Sıfırlanmaktan.

Sindirmek yerine silkeleyen bir sıfırlanma.



Benzer eninde sonunda benzeri çekmiş. Hareketin (onlar Zero’yu böyle görmekten hoşlanmasa, bireyselliğine vurgu yapsa da) beyni, yüreği ve içgüdüselliği temsil eden midesi olarak nitelenen üç öncüsü Otto Piene, Heinz Mack ve Günther Uecker bir araya gelmiş.

“Savaşta ışık tehlikeydi, yerinizi ele verip sizi hedef haline getirebilirdi. Karanlık ise koruyucu.”

Savaşın tersyüz ettiği ışık ile karanlığı yerli yerine getiren bir şevkle işe koyulmuşlar.
Aydınlık, heyecanlı, umutlu, iyimser; ışık hem arayışları hem araçları olmuş.

Bir süre sonra dünyanın orası burasında benzer çalışmalar yapanlarla bir ağ kurulmuş ve üretimlerini beslemiş.

Bir bakmışlar, Yves Klein da Fransa’da ateşle resim yapıyor ya da tuvali resmin taşıyıcısı olmaktan çıkarıp boyutlandırarak başlı başına bir ifade gücüne kavuşturuyor.

Ateşle resim yapmak.. Ateşin yıkıcılığını, isinin karanlığını yaratıcılığa koşmak.

Ve ışık!

Nasıl oynamışlar onunla! Yansıtıcılar, kılıflar ve formla şekilden şekle soktukları, göğün altında güneş, mekanda elektrikle doğalını şekillendirip yapayını konuşturdukları ışığı mobil hale getirmişler. (Çiviler çakılı, motora bağlı disklerin başından ayrılamadım. Açılı çakılmış uzun çivilerin çepeçevre dönen gölgeleriyle o sürekli değişim..)

Hasılı, sıfırı alıp başlangıç yapmışlar.

Hiçliğe dalıp bağrında barındırdığı her şeye açılmışlar.

*
Suskunluğumla, suskunluklarımızla hiç barışık olmadığım bugünlerde böylesine gür bir yaşam olumlaması yüreğimi serinletti.


Sıfırlanmanın böylesine ne çok ihtiyacımız olduğunu hissettim.




*
10 Ocak'a kadar Sakıp Sabancı Müzesinde

16 Aralık 2015 Çarşamba

KOZA




Boydan boya mekanda Koza’nın altında, yanında, berisindeyim.

Çözgüsü gergin, atkısı gevşek, bir uçtan diğerine uzanıyor, duvardan süzülüyor.



Hangi anındayım? Büyük bir güçle, kararlılıkla başlamış, sürmekte mi? Beni içine almak üzere etrafımda mı örülmekte?

Yoksa buraya kadar mı? Kapanacakken kapanamayan, kapanamayacak bir koza mı bu?



Gerilim ve gevşekliğin/gevşemenin, irade ve teslimiyetin, çizilmiş yolu izlemeyle bırakmanın, kapalı ile açığın dinamik dengesini görüyor, hissediyorum. Koza, mekanla ilişkimi soru üzerine soruyla kuruyor.

İçinde miyim, dışında mı?



Ve beni dışarıdan içeriye geçiriyor.

Ya içimdeki koza-lar? Bunların ardından dokunduklarım? Onlardan çıkarabildiklerim?.. Neye hizmet ediyor? Hapis mi edici, olumlu oluşumları mı koruyucu?

Etrafıma örülen tek bir işle Defne yine yapacağını yapıyor, bu kez beni/izleyiciyi eserin herhangi bir anı, parçası haline getirip buradan gidebileceğim kadar uzaklara gitmeye bırakıyor.

İzleyici, koza ve hayatındaki karşılıkları ile enine boyuna yüzleşebilir ya da çok şeye olduğu gibi şöyle bir bakış atıp çıkabilir. Koza ikisine de açık; ilkinde örülmeyi sürdürmeye yeterli enerji o gergin çözgülerde hazır bekliyor. Atkıları ise şöyle bir uğrayıp çıkanı hiç sıkmadan yoluna bırakacak kadar gevşek.

Seçim sizin.



Defne Tesal, hele bu çağdaki bir genç yaş için şaşırtıcı bir sabır ve sebatla donanmış bir sanatçı. Yaratıcılığı etrafına duru, dingin kararlılığıyla ördüğü kozalardan kim bilir daha nice böyle esaslı işler çıkaracak.

*
Koza sergisi 22 Ocak’a kadar görülebilir, içine düşülebilir.

Anel İş Merkezi, Saray Mah. Site Yolu Caddesi, No:5/4 34768 Ümraniye / İstanbul

10 Aralık 2015 Perşembe

TELEFONUNU NASIL ALIRSIN?

Sonunda suhuletimi kaybettim. Neden akıllı telefon almam gerektiğine (biraz da ısrarla) beni ikna etmeye çalışan sonuncu kişiyle sabrım taştı.

O nedenlerin hiçbiri bende koşa koşa gidip gazozu çabucak kaçacak pahalı bir oyuncak alma dürtüsüne dönüşemiyor işte. Dönüşememek bir yana, durup bunlara ve çekimine kapılmış insanlara baktıkça aklımı korumak için telefonumun aptal kalması gereğine daha çok inanıyorum.

Kimi fotograf merakımdan vurmaya çalışıyor.

“Harika resim çekiyor, anında da paylaşıyorsun.”

Fotograf makinem var. Çekmek istediğimde yanıma onu alırım.

Kimi yönsüzlüğümden.

“GPS’i sana çok yararlı olur.”

Bu açığım sayesinde aradığımı biraz (bazen epey) dolanarak buluyorum. Bu sırada aramadan bulduğum nice şey de teselli armağanı.

İletişim!

“Sevdiklerinle bedava konuşuyorsun. Hem görüntüleriyle. Gruplar kuruyor, anında herkesle iletişime geçiyorsun.”

Bir zamanlar da Skype’ı böyle ısrarla dayatmıyor muydunuz? Ona ne oldu sahi? Hâlâ bedava ve görüntülü değil mi? Akşam eve gidip bilgisayarın başına geçerek aynı işi yapmaya da mı kısaldı sabrınız? İletişim hızlanıp kolaylaştıkça yeniden şarj olmaya vakit bulamayan içeriğinin yavanlaşması hiç mi dikkatinizi çekmiyor?

Daha çeşit çeşit fantezi “yarar” bunlara ekleniyor.

“Akşam eve dönerken yemek tariflerine bakıyor, pişireceğim yemekleri seçiyorum.”

“Aklına bir şey mi takıldı, çıkar, bak.”

“Ajandası da çok iyi oluyor.”

İşin ihtiyaca araç yaratmaktan çıkıp araca ihtiyaç yaratmaya, sonra da bunların önemine, vazgeçilmezliğine iman etmeye döndüğünün kimse pek ayırdında görünmüyor. Ne de bedellerinin.

Telefonunun transında insanlara bakıyorum. Kısacık bir başınalıklara tahammülü kalmamış, bağımlılıklarının dozu arttıkça yoksunluk krizleri derinleşen zombiler gibi geliyorlar.

Tıpkı uyuşturucunun, endorfin üretimini beynin doğal işleyişinden kendi tekeline alması gibi, telefonları da uyaran yaratma işini kendi beyinlerinden almış. Dışarıya, çevrelerine bakıp orada gördüklerinin, işittiklerinin, dokunup kokusunu aldıklarının uyaranlarına cevap vermek yerine uyaranların “işlenmişiyle” besleniyorlar. Piksellenmiş, dijitalleşmiş, gıcır gıcır, altı çizili. Renkli ama kokusuz. Sesli ama ruhsuz.

Beynin “yenilik” eğilimini alabildiğine ve körü körüne körüklemenin tüketiciliği kimsenin umurunda görünmüyor. Bir kez bu şeride girdin mi uyarım dozunu daha hızlı, daha çarpıcıya doğru tırmandırmaktan başka çaren kalmayacağı. Bunun iki feci bedeli: Kendini kamçılamak-oyalamak-eğlemekten aciz kalmak ve ağır hasar gören dikkat.

“Daha” zokasını yutmuş eleştirel zeka.

“Ama daha hızlı, daha pratik!”

Doktor, gazeteci, polis, ajan değilim, dünya piyasalarında at koşturan bir işkadını da.

Vakit ben ona ne buyurursam öyle daralıyor ya da bereketleniyor. Durup acelemin ne olduğunu kendime gerçekten sorduğum an “daha hızlının” üzerimdeki sultası kalkıyor. Özgürüm. Sabrımda, sabırsızlığımda. Adımlarımı, altlarında giderek çılgınlaşan bir süratle dönen şeride, dayatılan bir tempoya uydurmak zorlanımından kurtulmuş. 

Kendi zamanımı yaşamamak için HİÇBİR nedenim yok.

Ya şu “daha pratik”in gerçekte ne anlama geldiği, hiç sorgulanmayan bedelleri?.


Allah aşkına! Bırakın, benim telefonum da aptal kalsın!

8 Aralık 2015 Salı

İSTANBUL KARIŞIMI




İlkbahardan bu yana birkaç gün dışında şehirden uzak aylar oldu.

Tuhaf. İstanbul’u doğada, başka yerlerde değil, Ankara’dayken özlüyorum. Sadece ve çok.

Ama özlemiş-özlememiş, nereden gelirsem geleyim, girdiğim an, bir kez eriştiğim yoğunlukta kaldığı yerden beni ele geçiriyor. Ele geçirilmeye de dünden razıyım zaten.

Arabam yok. Böyle daha rahat. Hem de şehrin sel coşkunluğundaki akışına karışmanın rahatlatan, avutan, arındıran bir yanı var. Kendi kafamdan çıkıp binlerce kafadan yayılan öykülere açılmanın taşları yerli yerine oturtan bir hali.

İçinden geçtiğim, uzunlu kısalı tanık olduğum bu hikayelere hiç bölmediğim dikkatimi verip sözlü sözsüz parçalarını topluyorum. Dedikodulardan, kaygı, heyecan, fikirlerden (fikirden bol şey de yok) kırpıntılar. Tavırlar. Duruşlar. Atılganlık, dalgınlık, ataklık, yılgınlık, akış, ayak sürüme.. Şipşak fotolar bir anlık çakışlarıyla kafamdaki heybeye atılıyor. Böyle bir şehirde ayakta kalma eğitiminden geçmiş sokak kurnazlığı, iş bilirlik, hazır cevap, rahatlık. Ya da İstanbul acemiliğinin ürkek adımları.

Parçalara bu odaklanma arada bir de yerini, parçaların oluşturduğu akışın toplam hissine bırakıyor. İçinde yerinden söktüğü ağaç gövdeleri, pabuç tekleri, koca kamyonlar, parçalanmış eşya, hayvan ölüleriyle önüne geleni kendine katan bir sel bu. Oraya buraya, takıla kurtula, girdaplanıp düzleşe durmadan akıyor.

Gözlerimle, muhabirliğimle olduğu kadar kulaklarımla da topluyor, biriktiriyorum.

Sesler! O dipsiz bolluk. Havanın, mevsimin, burada hepsinden belirgini suyun, denizin, Boğaz’ın değiştiriciliğiyle biçimlenen kıvrım büklüm, delici, okşayıcı, yorucu, avutucu nokta nokta, dalga dalga ses.

Kafamda çılgın bir kolaj giderek zenginleşiyor.


Buyur eden ben olduğumdan tüketmek yerine de enerjimi mahmuzluyor.

28 Kasım 2015 Cumartesi

ŞİFA NİYETİNE

Uçağı pat diye düşürülen Rusya, misillemelerini takır takır sıralarken Can Dündar ile Erdem Gül, sınırda silahla yakalanan TIR’ları haber yapmaktan tutuklandı.

Acayipleştikçe acayipleşen halkalarıyla zincir uzayıp gidiyor. Bir bir kuyuya atılan taşların yol açacakları belirsiz, sular bulanıyor da bulanıyor.

Sarsıntı, umut, umutsuzluk, kızgınlık, acı, kaygı, korku, yılgınlık, kanıksama, mahcubiyet, suçluluk, gurur kırıklığı.. Bakıyorum gitmiş. Geride yaygın bir hüzün sırf. Ne atak ne sinik.

Ve geniş bir boşluk. Dibe değil, ufka doğru yayılıyor. Boğucu değil, soluk aldırıyor. Kim bilir nelere gebe. Belirsizlikle daha barışık.

*
Ney aldım.

Burada daha esaslı bir yol arkadaşına ihtiyacım var.

Ses çıkarmak sınırsız bir sabır işi. Ama sabır neyin özünde zaten.

Bir boş kamışta nefesini, sesini bulmak.


Al sana hayat. Bugün. Burası.

__________

(Flütü elbette bırakmayacağım. Doğanın tatlı sesi o.)

27 Kasım 2015 Cuma

TABELALAR LAR LAR CENGELİ

Adımlarım etrafında girdaplanan çıtır çıtır güz yaprakları, Çankaya’dan Mithat Paşa’ya, oradan Maltepe’ye yürüdüm.

Bakışımı yerden kaldırdıkça alçala yüksele binalar ormanı boyu cepheleri kaplayan tabelalara takıldım. İrili ufaklı, eskili yenili, biçim biçim, kesintisiz bir tabela akışı. Işıklı ışıksız, oyuncaklı, düz, renk renk tabela. Avukatlar, diş hekimleri, dershaneler, kafe, klinik, dükkan, ağdacı, “merkezler”… Açmış ağzını, avaz avaz göze bağıran adlar, unvanlar, sloganlar.

Tuzaklarla dolu eğri büğrü, çukurlu engebeli zemin, dikkatimden irice bir bölümü yere kapaklanmadan yürüme cambazlığına çekerken kalanı, insan-araç, arapsaçı bir kalabalığa tepelerden tüy diken bu gürültüye gitti.

Yılmaz bir azimle yatıştırıcı, göz okşayıcı bir şeyler arandım. Soluğumu toplayacak güzellikler. Gök de ağır, kurşuni; ağaçlarla yapraklarından başka şey bulamadım.


Şehrin bangır bangır teksesliliği, şekilsiz gri kalabalıktan ben de buradayım diyen tabelalarla sivrilerek arşa yükseldi durdu.

23 Kasım 2015 Pazartesi

YOL BOYU

Oradakilere bakarsak erken ayrıldık Güney’den. Pastırma yazı olanca görkemiyle sürüyordu, hava şerbet gibi. Ama tadında bırakalım dedik, dün şehre döndük.

Silifke’den Mut yoluna vurdum, Göksu bir sağımda, bir solumda, Toroslara içim eriyerek tırmanmaya başladım. Çam kaplı derin kanyonlar, sabah ışığında sarı-turuncu, bütün yalçınlığıyla göze yumuşak gelen kayalık doruklar. Yol kenarında file file portakal, mandalina, limon, nar. Dupduru, çelik mavisi akacağı tutmuş Göksu.

İçlerde fildişi (silme kireçli) topraklar üzerinde kayısı bahçeleri belirdi. Kızıllı sarılı. “Paslı ağaçlar!”

Gözümü alamıyordum.

Uçurumların kıyısında birkaç iğreti evle mezralar, boşluğa uzanan ahşap taraçalarda yolcular için açılmış “kahvaltı salonları.”

Dağlarda göz göz mağaralar.

Derken platonun ekini kaldırılmış tarlaları –iki numaraya vurulan sarışın bir oğlan başı gibi. Üzerlerine yayılan aynı renk koyunlar, daha ilerilerde resme renk, kontrast getiren kara, kahverengi, alacalı keçiler..

İçim basacak deklanşör arıyordu. Durmak, çekmek. Dürtünün şiddetini yatışmaya bıraktım. Dünyanın gitmediği köşesi kalmamış yönetmen Haneke’yi hatırladım. Tek kare fotograf çekmezmiş. “Sahip olma dürtüsü” diyordu. “Sanki böylece ana ve sahneye sahip olabilirmişsiniz gibi.”

Sahip olma, hakim olma.. Saik her ne ise, saplantıya dönüştüğünde fotograf çekmek yaklaştırıcı olmaktan çıkıp uzaklaştırıyor, bir tür kaçış haline gelebiliyor. Bir süre sonra da nedeni, tat verip vermediği düşünülmeden tekrarlanan bir bağımlılığa. Elinden sigarayı düşürememek gibi bir şeye. En azından bende böyle bir seyir izlemeye başladığını fark ediyordum. (Kamerayı almadan çıktığım yürüyüşler hoş bir özgürleşme hissi verir oldu. Fotograf çekiyorum, o halde varım / Gösteriyorum, o halde varım kısa devresinden kendimi azat ediş.)

Şimdi alışkanlığın gücüyle kameraya gidebilecek elimde direksiyon, zaten durulacak yer olmayan kıvrım büklüm yolda saldım, film seyreder gibi sürdüm. Bir süre sonra da görüntüyle birlikte akmaya başladım.

Öğleden sonra güneş yan pencereden girdiğinde bozkıra çıkmıştık. Gençliğimde keşfedip İstanbul’da yaşarken burun kıvırdığım güzelliğini hatırladım (cazgır deniz karaya ağır basıyor). Görünürdeki hiçliğin üzerinde gümbür gümbür gerilen engin göğün etkisini, hiçliğin de sadece görünürde kaldığını. İçe dönük derya gibi bir kimseyi adım adım tanır gibi yaklaştığında sunduklarının derinliğini..

Güzel bir yolculuktu.


Bir süre kamerayı rahat bırakabilirim. Hem Ankara’yı da daha rahat yaşamamı sağlar. Yakasına yapışıp bana bir karecik ver sefil şehir! demeden.

21 Kasım 2015 Cumartesi

EN ÖNEMLİSİ

Kendimi gözledim bir yandan. Haşinlik, daralan odak, sabırsızlık, önceden planlananları uygulama inadı sırasında an’ı kaçırmak. Bu sonuncusunun transında ne çok şey kaçıyor. Ama işte bir yandan usulca seyrettiğinde farkındalığın ışığı kat kat dumandan huzmeler halinde akıyor. Tıpkı sabah okaliptusların altında yakılan çalıların çektiğim fotograflarındaki gibi. Ateş, duman, is, kararma ve ağaçların tepesindeki güneşin hepsine parmak parmak inen ışığı. Bu sıkıştırıcı, gerici yanımla savaşmak yerine kendi haline bırakırken bütünün çok boyutlu algısı.



Kendini, başkasını, bir şeyi, ortamı, işi böylece sevebilir misin? İlkten hoşuna gidip gitmediğine, kafandakine uygunluğuna bakmadan? Nahoştan hoşlaşmasını beklemeden? Nasılsa öyle olmaya bırakıp aradığın genişliğin, derinliğin içinden yükselmesine yer açarak? Yer ateş-karanlık-dumanla karışırken tepeden -ya da diplerden- ışığı üstlerine salarak?

Kap ne olursa olsun gözün gönlün doğrudan içerdeki Sevgiye gidebilir mi?

En sevimsiz hallerimi duru bir açıklıkla seyreden yanım evet, diyor, elbette.

İster içine ister dışına böyle bak yeter.

*
Zen ustası Suzuki Roşi demiş: “En önemlisi, neyin en önemli olduğunu hatırlamak.” Benim için en önemlisi ne?

*
Dingin olduğumuzda bulduğumuz hazineler diyordu bir arkadaşım bugün.


Evet.

20 Kasım 2015 Cuma

HASAT

Babamın, elinden sarkan kırmızı Vileda kovasıyla içeri girmesiyle başladı. Sabahın 7, 7 buçuğu olmuş olmamış. Kovalı elini (ya da elli kovayı) uzatarak “Yardımına ihtiyacım var, çıkaramıyorum” dedi. Nasıl bir iştahla atılıp kavradıysa parmakları paspas sıkma süzgecine dalmış. Kalmış.

Merdiveni iki ay önceden ayarlamıştı, toplamayı da bir işçiye yaptıracağını söylemiş. Ama babam bu. Pazar günü artık gidelim dediğimizde telaşını tutan zemberek daha fazla dayanamadı.

Süzgecin kıskacında şişmiş parmaklarını ovarak çekmeceye davrandı, bahçe makasını çıkardı. Dur, ben yapayım lafını ağzıma tıkıp omzuma çarparak döndü, çıktı.

Peşinden koştuysam da “Alt dalları alacağım. Sen sonra merdivenle tepedekileri toplarsın” dedi, bahçeye girdi. Kopmuş çığı ayağınla durdurmaya çalışmak gibiydi. Bıraktım. Süzgecini çıkardığım Vileda kovasını getirdim. Alçak duvara oturdum.

Sabah güneşi dalların arasından güzelce sararıp tatlanmış portakalları balsı bir sıcaklıkla sarıyor, yaprakların benek benek gölgelediği kızıl toprağa, patır patır düşen meyvelere vuruyor, dokunduğu her şeyi diriltiyordu. Gövdenin dibinden vermiş sürgünün yeşili düpedüz zümrütleşmiş. Sıcağa yüzümü verip gözlerimi kapadım. Arkalarda sakin denizin usul sesi. Kuşlar. Uzakta bir hızarın keskinliği yiten hırıltısı. Bir arı. Sinekler. Bahçe makasının hamarat şakır şukuru, kesilen dalların çıtırtısı, çatırtısı.

“Bir yandan kuru dalları buduyorum, o bakımdan..”

Gözümü açıp ayaklarının güçten düşmüş basışına baktım. Bahçeyi fırdolayı kat eden damlama sulama hortumunun kara kıvrımları arasında, ufak bir taşın dengesini bozmaya yeteceği sarsak ama çok kararlı adımlarına. Ömrünün yaklaştığı toprağın engebesinde artık ne kadar iğreti durduğuna. Olsun, üst dallara uzanışındaki canlılığa. Eliyle diktiği, aşıladığı, baktığı ağacın hasadıyla bir oluşuna. Şu ufacık alanda sabah güneşinin altında, nefes kadar hafif, nefes kadar da güçlü, yoğun Yaşam enerjisinin portakallar kadar tatlı dansına.



Şükrettim.

14 Kasım 2015 Cumartesi

O HEP AYNI ACI

Bu kez Paris vuruldu, defalarca ve çok ağır.

Kendiminkilerden başlayarak tepkileri izledim. Ankara ve Suruç’ta lanetler okuyarak yasa girenlerden tek söz çıkmayışından ektiklerini biçiyorlar işte, şaşacak ne var türü bilgiçliklerle araya set çekenlere, bu Batı uygarlığımıza saldırıdır diyen batılılara, profil resimlerini anında Fransız bayrakları, Eyfel kuleleri vs ile değiştirenlere.

Biz ve onlar saflaşması. (Ankara saldırılarında hiçbir yabancı, profil resmini Türk bayrağı vs’ye çevirmedi, Beyrut patlamaları da benim uzağımda kaldı. Bunlar onların cehennemi diyerek mesafe koyduğumuz nicesi. Bağrımızda, Doğu’da olup bitenlerin ıraklığı.)

Kime ne kadar, nasıl üzüleceğinin veresiye defterini tutan hesapçı, küçük zihin. Her şeye bir açıklama, kulp bulan, ama’lar sıralayan ufak akıl. Sözüm ona ilkeler oluşturmanın, ilk yol ayrımında nasıl çarşafa dolanmaya mahkum olduğunun, hesaplar tutmanın (onlar başladı, onlar da şunları etmişti, zaten onlar../ sen bana ne kadar yandın ki ben sana yanayım) hiçbir yere götürmediğinin, götürmediği gibi iyileşmenin asıl kaynağından, yürekten kopardığının farkında olmayan zihin.

Çelişik düşünceler içinde gider gelirken birden durup zihni, bölünmüşlüğünü, kendinden bile bihaberliğini beslemeyi zınk diye kestim.

Düşüncelere boğulmuş duyguları çırılçıplak bıraktım. Dehşet, korku, ümitsizlik. Sular duruldukça yine o katışıksız, ayrım gözetmeyen acı kaldı geriye. Ve derin bir keder.


Ötekini iki boyutlu bir fikir, klişe, peşin hüküm olarak ayırıp uzaklaştırmayı bıraktığın, insanlığından dokunduğun, insan oluşunuzdan birleştiğin an şiddet karşısında doğan hep aynı acı.

11 Kasım 2015 Çarşamba

DİKEN DEMİŞKEN

https://plus.google.com/photos/118198168542066911108/albums/6215938010797760977?banner=pwa

BELLİ Mİ OLUR

Bazen ben bile diyorum kendime:

Buranın çekmediğim santimetrekaresi mi kaldı ki! Kamera dursun.

Öteki yanım karşı çıkıyor:

Sen yine de as boynuna. Gözünün neye uyanacağı hiç belli olmaz.

Öyle ya. Konu yer/obje değil, bakış.

Aynı da kalır, sonu da olmaz. Yeniden, yeniden keşif hep kapının arkasında.

Kuru dikenlerin yanından geçiyordum. Sabah güneşini yandan, uzun bir mızrak gibi alışları dikkatimi çekti.



Yaklaşıp ışıkla ilişkilerine odaklandığımda gümbür gümbür seslerini gördüm. Müziklerini.




Kamera olmasa da olurdu tabii. Ama olduğunda görmek, göstermek demek.

9 Kasım 2015 Pazartesi

SEZON SONU

Rüzgar kuzeyden, buralıların deyimiyle acılı esiyor. Isıtamayan güneş, ışıltısıyla canlandırıcı. Poyrazın yükselip alçalışları, uzak bir inşaatın kürenen kum sesleriyle kuşlarınkini bir örtüp bir açıyor. Sadece rüzgarla denizi dinle, ışığın işlerini, saatten saate renkleri seyret, canın hiç sıkılmaz, ne eğlencelik ararsın ne avuntu. Ekleyeceksem ben buna fazladan kamerayı ekliyorum, flütü, defter-kalem ve bir kitabı. Gün sona erdiğinde şölenden kalkmış gibi doygun oluyorum.

Sıcağı severim ve varsa sessizliği. Bu ikisi aynı zamana denk gelmediğinden buranın hoşlaşarak yaşadığım sezonu üç mevsime yayılıyor. Dinginlik arası kavurucu sıcak!

Bir ayını dünyanın bir ucunda geçirdiğim yedi ay daha doluyor. Terörle, sarsıntılar, gerçek-hayal edilen-korkulan karanlıklarla, karmaşayla dalgalar halinde parçalanan, tuz buz olan bir huzur aralığı. Yaşamın avaz avaz manşetlerin ötesindeki duru, yalın hali. Boğulma, dur, buraya çekil ve çerçeveni genişlet; toparlan, bütünlen ve her şeye yeniden bak diyor. Noktaları çok farklı birleştirecek, başka “gerçeklikler” göreceksin o vakit. Aslolan öne çıkacak.


Hayat!

*

Biraz fotograf?

ÇAKIŞIK

Bebekte yaşlıyı, yaşlıda bebeği,

hastalıkta sağlığı, sağlıkta hastalığı,

güzelde çirkini, çirkinde güzeli,

karanlıkta aydınlığı, aydınlıkta karanlığı,

mutlulukta acıyı, acıda mutluluğu,

doluda boşu, boşta doluyu,

açlıkta tokluğu, toklukta açlığı,

birliktelikte yalnızlığı, yalnızlıkta birlikteliği,

sessizlikte gürültüyü, gürültüde sessizliği,

kötüde iyiyi, iyide kötüyü..

bil, gör, hatırla

ki anı olanca tamlığıyla yaşayabilesin.


Mücadele, uzlaşma, uyum.. nasıl yaşayacaksan adımlarını oradan oraya savrulmadan, bölünmeden atabilesin.

8 Kasım 2015 Pazar

BAKIŞ

Gaz lambasından Bilgi Çağına 94 yıllık bir yelpaze babamın ömrü. Kurtuluş Savaşı, işgal, dağlara kaçış, Cumhuriyet, kıtlık yılları, İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş, Demokrat Parti, 27 Mayıs, daha darbeler.. Köyün, ülkenin, bölgenin, dünyanın renkten renge girdiği, yeni bileşimlere, tanımlara, ittifaklara girip çıktığı, umutla umutsuzluk, çatışmalar-barışlar arasında salındığı, insan için uzun, fillerle kargalar için kısaca, dağ-taş ve bakteriler için göz açıp kapamalık, evren için lafı olmaz bir zaman.

Gelişmeleri izleyişini izliyorum. Ne infiale kapılıyor, ne öfke, nefret ve umutsuzluğa. Üzüntüsü abartısız, dövünmesiz.



İlgisini hiç kaybetmeden tepkilerin, duyguların oyuncağı olmamak, iyi sindirilmiş bir geçmişin armağanı olmalı.


Her şey gelir, değişir ve geçer.

22 Ekim 2015 Perşembe

BAHÇE

Evin önündeki bahçe bir mendil serimlik. Sökülüp atılmış bir limon fidesinden babamın dikip aşıladığı manav ağacı bu ufacık bahçenin ortasında. Yarısı portakal, yarısı mandalina veriyor. Çaprazındaki eski yeni dünyanın kardeşi diğer köşede çekirdekten bitti, serpildi ama piç işte, meyvesi mayhoş onun. Giriş yolu boyunca uzanan asmalar bu yıl keyifsiz. Dertlerinin adı külleme. Seneye mevsimi gelmeden ilaçlamak gerekecek. Eski yeni dünyanın bitişik komşusu yaban gülü ile bir sarmaşık. Yeni yeni dünyanınki gelin duvağı. Onun arkasında Japon gülü, dış köşede de mis kokulu yasemin var. Çeşide bakarsak flütün delikleri kadar, ancak bir oktav. Ama volüme gelince iş birden değişiyor. Babam, asmanın sıkça girişe uzayarak yolu kesen dallarını (fışkıran burun kıllarına benzetiyorum bunları), yakalasa bizim de boynumuza şehvetle sarılacak gelin duvağını budamak dışında artık bahçeye dokunmuyor. Kimsenin adımını atmadığı kızıl toprakta şuncacık çeşidiyle bitkiler de Dionysos’a layık esrik bir şenliktir tutturuyor. Japon gülünün filizleri dört bir yana sürünüp uzayarak yerlerde kızıl kızıl açıyor. Gelin duvağı yeni yeni dünyaya karışarak dört koldan eve uzanıyor. Eski yeni dünyanın komşusu sarmaşık, lafı onun ağzına tıkaya tıkaya üzerinden sağa sola uzanıyor, yaban gülüne, bitişik evin verandasına tırmanıyor. Yeşilin tür tür tonu, dokusu gürleşip yükselerek birbirine karışıyor, bir onun bir bunun açıp solan çiçekleriyle renkleniyor. Seslerinin yüksekliği göz şişiriyor.

Hepsini söküp atmalı, baksana denizi geçtim, göğü göremez olduk, dedi babam.

SAKIN, dedim, bırak şenliklerini sürdürsünler.

21 Ekim 2015 Çarşamba

BAŞLIK


Ad koymayı adsız bırakmak kadar seviyorum, o ayrı. Ama fotograflara başlık koymak apayrı, neredeyse fotografı çekmek kadar başlı başına bir iş. İmgeyi, ona bakanı şu ya da bu yöne sevk ediyor. Sınırlıyor kuşkusuz ama oturmuş bir başlık güç de katıyor. (Bir yan ürünü, şöyle bir bak-geç çağında dikkati belki biraz daha tutması.)

Facebook listemde bolca yabancı arkadaşım olduğundan oraya koyduğum fotograflara iki dilde başlık veriyorum. Dillerin beyni kendi özelliklerine göre farklı biçimlerde çalıştırdığını kanıtlayan ilginç bir işleyiş bu. Bir imgeyi Türkçe düşünüp başlık vermekle bunu İngilizce yapmak sırasında belirgin bir şekilde farklı bakışlar, hissedişler ortaya çıkıyor. Böylece başlıklar bazen karşıt, bazen tamamlayıcı, birbiriyle alakasız olabildiği gibi arada sırada aynı düşüyor. Piyanoyu çalan sağ el ve sol el gibiler. Bir lisan hakikaten bir insan.

En hoşu, başlık ile fotografın yeniden dönüşüm simgesindeki gibi bir çevrim oluşturarak birbirini beslemesi.

Başlığın önce geldiği, ardından fotografını aramaya çıktığım da oluyor. Kafamda aynı anda, konuyu görmemle birlikte çaktığı da. Bazen ilk İngilizce’si beliriyor.


Cuk oturduğunu düşündüklerim kafa yormadan gelenler. Araya düşünce ne kadar girerse fotograf ile iki başlığı arasındaki organik (sezgilerden, duygulardan yükselen yarı bilinçdışı) bağ o kadar zayıflıyor.

19 Ekim 2015 Pazartesi

MARATON

Akıldan geçen-dile getirilen ne çok cümle “Memleket kan ağlarken..” ile başlıyor.

Memleket kan ağlarken konser verilmez.

Lafa iyi haftalar diye başlanmaz.

Sanat icra edilmez. (Daha geçenlerde, Cemal Reşit Rey salonunun sezon programının “ülkemizde yaşanan olaylar” gerekçesiyle iptal edilmesine karşı dilekçeyi imzaladım.)

Başka şeylerden, başka türlü söz edilmez.

Plastik bir flüte pastoral övgüler düzülmez..

Kaosun, insanların katledilmesi, baskı, zulüm görmesinin doğurduğu keder katman katman.

En çıplak, doğrudan halinde acının acıyla karşılanması var.

Sonra buna öldürülenlerin, ezilenlerin bir tür kefareti, suçluluk duygusu katılıyor. Bütün bunların olmasında tepkisizliğimizin rolünün vicdanı huzursuz etmesi. Geçmişte bir şeyler yapmamış olmanın gelecekte de çıkışı bulunamayan bir eylemsizlikle sürecek olmasının rahatsız ediciliği.

Ama bir de dışavurumu tek bir duyguda dondurmaya bakan bir şey: Ortak duygu, ruh hali olarak öfkeli, iktidarsız bir kederin geçerlik kazanması.

Sanki bir yanda duyarlık, aldırmak, sorun edinmek var (bunun da dili, meşruluk kazanan sürekli yas hali), diğer yanda topluluğa-topluma sırtını dönmek, vur patlasın çal oynasın, kendi aleminde, baloncuğunda yaşamak.

Yaşadığımız kabus bugün yarın düze çıkacakmış varsayımıyla sürekli yası içselleştirmeye başlıyoruz.

Oysa korkarım bu sadece başlangıç. Öngörülebilir bir gelecekte istikrar, ne içine yuvarlanmakta olduğumuz bölgede ne de ülkede sağlanır görünüyor.

Dehşetli bir maraton ve soluğumuzu, ruhsal, zihinsel kaynaklarımızı durup düşünmeden bu sanki bir yüz metre koşusuymuş gibi tüketiyor, münasip gördüğümüz imaja/ruh haline dört elle sarılıyoruz.

Hayır. Tekne hızla olumsuzluktan, karanlık, acı ve ölümden yana yatarken hep birlikte onun battığı yana koşup yığılmak hiçbir şeyin çözümü değil. Tıpkı tersinin, karşı tarafı, olumluyu, güzeli, doğruyu, hayatı besleyerek yaşamaya bakmanın aymazlık, vurdumduymazlık olmadığı gibi.

Örneğim hep Miro –sadece kişisel bir yakınlık, yoksa Miro, sanatını insanlığın büyük bunalımlarından damıtan elbette tek sanatçı değil. Yoluma ışık tutuyor. Ölümün-öldürmenin ortasına yaşamın renklerini, ışığını saçmanın nasıl bir dayanak, güç kaynağı olduğunu hatırlatıyor. Sonunda kalburun üzerinde kalıp üstüne iyi şeyler çıkılacak olanın da bu olduğunu. Aynına yönelmek için sanatçı olmaya gerek olmadığını düşündürüyor. Erimi onlarınki kadar olmasa da bireyin yapabileceği en yapıcı şeyin kendine, etrafına ışık, sıcaklık, canlılık yaymak olduğunu.


Terörün, çatışmanın (ürkütücü ölçüde kısalan aralarla) tırmanarak her vuruşunda bir sonrakine kadar şöyle böyle hafifleyen aynı yasa gömülürken bunun bir maraton olacağını, nasıl yaşayacağımıza ona göre karar vermek gerektiğini de ben kendime hatırlatıyorum.