26 Eylül 2017 Salı

VAR YA

Adana’dan bir buçuk saatte gelip havaalanından çıkabilişimin de bir o kadar tuttuğu İstanbul (körük bekle, bagaj bekle, otobüs bekle). Ciğerime keskin egzoz kokulu yumruğunu indirerek karşılayan İstanbul.

Uzaklaştıkça koptuğum, kıyısında duraksadığım, kendimi bıraktığımda çekimine yeniden-yeniden kapıldığım şeytan tüyü.

Otobüs nihayet hareket ettiğinde Bakırköy’den sonra değişen güzergahın, burnum camda, seyrine koyuldum.

Yol kenarındaki çimenlik alanlara, küt diye toza toprağa karışarak son bulan bisiklet yollarının üzerine yaygısını sermiş, mangalını tüttürerek çöplerini üreten hafta sonu kalabalığı. Surlar surlar. (Güzergah bunları mı cümle aleme göstermek için değiştirilmiş acaba?) Kat kat yağ bağlamış, kemerinden taşan göbek benzeri bunlardan taşıp giden şehir. Sur dibi bostanları. Çimenler yine –dünyadan kopmuş, jimnastikle yoga karışımı hareketlerini yapan bir genç kız.

Dolapdere’nin düğüm olmuş bağırsak kıvrımları. Otobüsün oturaklı hareketlerle inip çıktığı, dönüp durduğu daralan yollar. Vitrin mankeni satış yerleri. (Bunların alım satım jargonları nasıldır kim bilir? Kolsuzundan 30, bacaksızından 25 adet, ten rengi. Siyah, beyaz..)

Sonunun ne zaman geleceğini kestiremediğin bir hareket ya sabrı zorluyor ya merakı (rahatlayıp arkana yaslanarak seyircisi olmuyorsan).

Otobüsün yaylana yaylana, hızını da keserek aldığı her dönemeç “sonunda vardık!” beklentisi oluyor. Oysa dönemeç dönemece açılıyor, surlar surları, bostanlar bostanları, mankenler ve sözüm ona temsilcisi oldukları bedenlerin kalabalıkları birbirini kovalıyor.

Olabilecek en münasebetsiz yerdeki yeni durağa vardığımızda hava çoktan kararmıştı.

Bavulumu çeke çeke kat ettiğim uzun yolun ucunda kavuştuğum taksi, trafikten kaçıp gerisin geri döndüğümüz çevre yolunda bir 45 dakika daha sonra eve kavuşturdu beni.

İşte bu 45 dakikanın bir yerinde (Gayrettepe cengelindeydik, solumda Trump Tower, sağımda irili ufaklı bin bir işin tabelalarıyla kaplı eski binalarla aralarından sıyrıldığı gibi göğe fışkırtılmış başka kuleler, trafik, gündelik keşmekeş) bir topuk darbesiyle vites küçültülüp ileri atılan otomatik araba misali o artık çok bildik kamçılanmayı duydum. Ve İstanbul’un beni bir kez daha yakaladığını bildim.

*
Ertesi gün halk otobüsünde. Şehri, insanları tam da avangard bir sinemacı gözüyle seyreder, seslerini avangard bir müzikçi gibi dinlerken (görünürdeki ilintisizliğin, düzensizliğin gelip kendi bağlantıları ve düzenini kurduğu kesintili bir akış) yanı başımdan yükselen bir sesle irkildim. Sarhoş ya da ağır ilaç etkisi altındaymış gibi boğuktu, kayıyordu. “Ben 44 yaşına geldim” kısmını seçtim. Geri kalanı hangi dil olduğunu çıkaramayacağım kadar bulanarak sürdü. Dikkatimi toplayınca hep Türkçe konuştuğunu ayrımsadım. Boşalan bir yere oturdum. Şimdi karşımdaydı. O ve muhatabı. Koyu esmer, kısa, simsiyah, fırça saçlı, orta boylu, temiz kıyafetli. Futboldan konuşuyordu. Puanları, hocaların isimlerini sular seller gibi sıralıyor, 44 yaşında takımının ilk kez öteki karşısında kazandığını gördüğünü, o golleri, ah o golleri, yutkunurcasına var ya var ya diye diye anlatıyordu. Aynı cümlenin ilgisiz bir yerinde iki oğlunun da okuduğunu söyleyip konuları karıştırarak devam etti. Karşısındakinin –ondan çok daha kısa ve yaşlı bir adam- yüzü bıyık altından gülmek, derin bir anlayış ve merhamet ile çattık yahu arasında gidip geliyordu. Hiç konuşmuyordu. Tanıdık olup olmadıkları anlaşılmıyordu. Kısa  boylusu Beşiktaş’ta benimle birlikte indi. Selamlaştığı 44 yaşındaki diğerinin mahcup teşekküründen onun Akbiliyle otobüse binmiş olduğunu çıkardım.

Otobüs, bağrında 44 yaşında olduğunu söyleyen kim bilir ne dallı budaklı bir hikaye ve daha nicesiyle yoluna devam ederken ben meydanda, caddelerde çağıldayan başka başka hikayelere karıştım.


İstanbul!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder