28 Eylül 2017 Perşembe

VAPURDA

Dışarıda oturup ayaklarımı uzattım. Hareket vaktini beklerken iskelenin yanındaki deniz parçasını seyrettim. Ağır hareketlerle dalgalanan suda binaların (alçak iskele binasıyla yüksekçe Shangri-La) tatlı, uzun oyunlarla iç içe geçen, ayrılan, başka geçişimler kuran yansımaları, sabah güneşiyle yaldızlanıyor, yaldızlar da yüzeyin değişken yağlılığında kendi içlerinde ayrı bir oyun tutturuyordu (geri dönüp bakıyorum da, canlanan bir Klimt'miş adeta). Bir an fotograf makinemin yanımda olmayışına hayıflanır gibi olduysam da omuz silkip geçtim. (Böyle anları yeterince çektin dedim.  Kameranın olmayışı isabet. Arkasında taze bir heyecan olmaz, anın tazeliği tekrar duygusunda ölür giderdi. Bakmaksa dolaysızlığıyla her daim taze kalabiliyor.)

Yüzeyin hemen altı balık kaynıyordu. Yarım kol büyüklüğünde koyu kurşuni (torpidolar gibi) balıklar. Denizin usul hareketiyle büyücek bir çöp öbeği görüşüme girdi: İzmaritler, plastik bardaklar, tanınmaz halde ıvır zıvır ve irice bir somun ekmek kalıntısı.

Sürüp giden yansımalar şenliğine bitişik bu çer çöp yığını balıklara, onlarla birlikte de benim algıma şölen oldu.

Anlamlar-anlamlar veya ölümcül bir anlamsızlık uydurabileceğin ne çok şey. Seni yoğuran, seninle yoğrulan malzeme.


İstanbul!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder