2 Ekim 2017 Pazartesi

İYİ BİR KOMŞU

Yağmur altında çamurlardan seke seke İstanbul Modern’e vardım. Dört bir yanı inşaat; sel baskınında uçup gidemeyip bulduğu tek bir taşa tüneyip kalan yaralı bir leyleği andırıyor.

Kaçırmadığıma sevindiğim İyi Bir Komşu başlıklı Bienalin ilk durağı oldu.



Vaktine göre bienalleri bıyık altından güle, standart sanatseverin diz altı tepkisiyle aldatıldığım vehmine kapıla, karnımı doymamış, elimi böğrümde hissede ya da müthiş bir şekilde vitesim yükseltilip esinlenmiş, keyifle, iştahla ama her daim eğlenerek gezdim.



John Cage’in Seçme Yazılar’ını yeni bitirdim. Parmaklarımı sanat ve nesnesi ne olabilir (nedir’den ziyade), üreteni ve tüketeni bununla nasıl ilişkilenebilir sorularına daldırmamla kafam, algılarım hayli bilenmişti.

Duvarlarda, inşaat perdelerinde vs kat kat afişin soyulmuş katmanlarından kalanlarla kaplı yüzeyler bana Felemenk ressamların anlı şanlı eserleri kadar ilginç gelir. Gözümle yalamaktan hiç bıkmadığım böyle yüzeylerle sergide karşılaştığımda Marcel Duchamp’nın sözü gelip gediğine oturdu: “Dikkatinizi verdiğiniz her şey sanattır.”

İşte bu kadar!

Klasik büyük ustalar dikkati kalabalıklar yerine de işleyip sıradan ölümlüler için görkemi ezici ürünlere ulaşmışlar. Dikkatin böylesi artık onların tekelinde değil. Hayatta kalmak daha az odaklanma istedikçe dikkatin artanıyla ve bolca da örneğin yardımıyla kendi sanatımızı (bazen sadece algılayarak) kendimiz eyleyebilir olduk. Bienallerin bana vaaz ettiği bu.



Duchamp’nın pisuvarının afallatıcı olmaktan çoktan çıktığı, irkiltmenin, bağırmanın, zırvalamanın kanıksandığı bir zamanın sonunda Dikkat yeniden uyuklamaya başlıyor.

Bienalin bu ilk ayağını “Anladık, geçiniz” diyen uyuşukça bir ilgiyle gezmeye başlamıştım –her an herhangi bir şeyle tutuşabilir parlayıcı Dikkati hemen oracıkta, yüzeyin altında hissediyordum ama.

Bir iş kepçesinin (azılı metal, sarı) köşeye kıstırdığı hakiki dal-yaprak öbeği, acı acı kokusuyla yapım için yıkımın çığlık çığlığa haykırışıydı.



Dar uzun bir odanın karşılıklı iki duvarı boyunca diplerine dökülmüş sıvalardan kalan üzerinde kesik kesik devam eden protestocu kalabalıkların freskleri (güçlü Gezi çağrışımları) başkaldırının yükselip sönüşlerine bir manzume. (Bangır bangır bir kreşendodan sessizliğe, unutuluşa).

Daha videolar, yerleştirmeler. Bir kez havaya giren göz-kulağın sergi dışını da sergi-sanat konusu haline getirmesi.


Eskinin ustalarıyla aramızda dolanan yenileri Bak, dur, bir daha bak, gör demede birleşiyor. İlki bu işi ulaşılmaz gösterirken ikincisi “Uyuklayan dikkatin ötesine sen de geçebilirsin, neden olmasın?” diyor.

Sıradanın bu şekilde sıra dışı bir hal alması hoş. Ama ne oluyorsa dikkate ve dikkatle oluyor. Kerata, bir kez silkelenip uyandı mı hayatla gelen düğün bayram.



*
Rum Okulunda artık iyiden iyiye uyanmıştım. Yapıtların (bunlara “iş” denmesi benim hoşuma gidiyor) göbeğinde.



Kırık Cola şişeleriyle yerleştirilmiş Çimen, nadiren okuduklarımdan biri olan açıklamasıyla kesici bir derinlik kazandı. Güney Afrikalı sanatçısı çocukluğunun duvar üzerine döşenen cam kırıklarının anısından yola çıkmış….



(Açıklamaları okumaya üşenirim. Olası katkılarına eskisi gibi burun kıvırmasam, giderek daha fazla takdir etsem de sanatçıyla onun yolunda iletişim kurmak, labirente kendi başıma dalmak ya da dalmamak kadar ilgimi çekmiyor. Doğrudan deneyim ya da temassızlık. Nesnesi değil de kişi olarak sanatçıyla iletişim konusunda tembel bir tüketiciyim.)





Terastaki “şey,” dün iki yerde gördüklerimin tepe noktası oldu:

İç içe geçerek labirentsi bir şekilde yayılan odalar. Çırılçıplak, bembeyaz. Öngörülmez bir biçimde yükselip (2 m kadar) alçalan (ancak bir kedinin geçeceği kadar) geçitler, bağlantı açıklıklarıyla.



(Rum Okulu, çatıdan görünüş. Bunun adını Yeşil koydum.)




(İki hafta kadar sonra konuya devam etmek üzere.)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder