8 Ekim 2017 Pazar

MARDİN

Başkalık, indiğim yerin dilimden almaşık, yoğun bir tat gibi geçirdiğim adından başladı: Mezopotamya.

Bin yılların zaman ateşiyle pişen, taşan, helmelenen kazan.



Havaalanının önünde Şırnak tabelasını görmemle de ikiye bölündüm. Şırnak’ın uzak, soyut bir fikir değil, gidip gelinen (yaşanıp ölünen) bir yer olduğunun bu işareti, kozmosunun pek mikro olduğunu mahcubiyetle idrak eden turistin oryantalist heyecanını, daha serinkanlı, etraflı ve tarafsız bir bakış isteğiyle karşı karşıya getirdi.

Misafirleri olduğum Eşref beyle Ayşe hanım geldi, beni Ekim’in 3’ünde hâlâ 30 derece olan kupkuru sıcakta Şırnak tefekkürümden aldı, ilk kez göreceğim Mardin’e doğru yola koyulduk.

İkindi güneşi altında arazi, kıyısında bereketli tarım alanlarıyla boz (aslında sarı) bir kır halinde dalgalanıyordu. Gecesi derler ama Mezopotamya’nın gündüzü de yumuşak tepelerle kaba dalgalı, derken dümdüz, deniz duygulu.



Rengi toprağınınkinin devamı olan taşı ve işçiliğini eski ile yeni Mardin’in arasındaki Kasımiye Medresesinden görmeye başladım. Çiğ, çıplak, mideye kimliksizliği, hafifliğiyle oturan “Yeni” Mardin’i (TOKİ blokları, her yerdekiyle aynı başka bloklar, nirengi oluşturmayan sokaklar) geride bırakıp tepedeki eskisine çıktık.



Arabadan indik, oryantalisti, gözlemcisi; ikisini de salıp Mardin’in üç diline karıştım.



*
Sabah. Konağın üç vahşi bekçi köpeği: Leo, Hayat ve Havil. Eşref bey akşamdan uyarmıştı. Sadece onu ve bakıcılarını tanıyan köpeklerle denemeye gelmezdi, onlar serbestken bahçeye çıkmamalıydım. Ben de ahbaplık girişimine akşamdan başladım. Demirli pencereden görünüp aşağıda deliler gibi havlayan köpeklere kokumu, sesimi tanıttım. İlk yatışan Hayat oldu. İri bir dişi kangal. Gidip az ötede yattı. Eşref beyin psikopat dediği Leo, kulağı kesik, postu karalı, iri dişli bir kırma, bir süre daha ortalığı inlettikten sonra sustu. Yavruları Havil azimle havlamaya devam etti. Acelem yok deyip pencereyi kapadım.



Herkesten önce uyandım. Aşağı inip köpeklerle selamlaştım. Havil avaz avaz bağıra dursun, evin önündeki taraçaya çıktım. Taze güneşin altına bir iskemle çekip oturdum.

Savur’un biraz dışı. Çepeçevre tepeler (“Gece karşıki karakoldan önlerindeki tepelere bazen yıldırma ateşi açılır, korkmayın”). Bozlu, yeşilli eteklerine serpişen köyler. Uzaktan köy sesleri. Tek tük arı, sinek vızıltısı.

Ayaklarımı uzatıp defterimi açtım. Leo ile Hayat basamakların altında alıç ağacının dibine uzanmışken Havil demir kapının önünde kaldı. Bir süre sonra nihayet susup üst basamağa yayıldı. Doğaçlama ıslığıma üçü birden kulak kesildi. Dışarıdan gelen köpek sesleriyle de beni bırakıp o yana seğirttiler.


Yarın değilse öbür gün bahçeye çıkarım. Sanıyorum.

(Arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder