9 Ekim 2017 Pazartesi

MİDYAT'TAN DEREİÇİ'NE

MİDYAT




Midyat’a köyüyken şimdi onunla birleşen ve her yerdeki gibi yayılarak yükselen bloklarla tepeden bakan Estel’den girmek sevimsiz. Kazılan ana cadde (iş makinelerinin gıcır gıcırlığı küçük grubumuzdaki belediyeci dostlarımızın dikkatini çekti. Aldıkları ödenekler, saçılan paralar, yolsuzluklar), PKK saldırılarına karşı yüksek beton bloklarla çevrili karakollar, betonun toz toprak içinde yeşilliksiz ve kesintisiz devam eden sivil egemenliği.. Bir kenara itilmiş eski Midyat da ayrı. El konulmuş Süryani evleri, konaklar, yeni (neyse ki Müslüman!) sahiplerinin aymaz hoyratlığıyla yüzüne kezzap atılan eski yıldızlar gibi (hepsi öyle değil). Çıkmaz mı, çıkar mı, çıkarsa nereye, buralarda hayli zaman geçirmedikçe anlaşılmayacak, yumuşak ya da sert dönüşlerle gözden yiten daracık sokaklar, geçitler, aralarına dalarak bedeninle de hissedilecek ayrı bir keşif konusu (iki yanı taş; güneş tepede olmadıkça gölgelik, en sıcakta bile serin bir avuntu sunduklarını hayal ettim).



Yöre zanaatları yerini basmakalıp hediyeliklere bırakmış. Telkari niyetine satılanlar (gümüş olanları, altın işleri daha incelikli) yığınla ıvır zıvıra karışmış.


(Midyat'ta hoş bir meydan)


(Savur yolundan gelirken. Taş ocağı olarak kırılan tescilli sit alanı. Yasanın yerine geçen gözü dönmüşlüğün bir kurbanı daha.)


YAŞAM MANASTIRI –DEYRULUMUR, NAMI DİĞER MOR GABRIEL


Midyat’tan çıktık. İdil yönünde yola koyulduk. Bir yanda tarlalar, derken sarı-boz tepeler arasında ilerlerken Eşref bey, “Eskiden buraların meşe ormanları karşıdan karşıya geçilemeyecek kadar gürdü” dedi. Tek tük meşe arasında bir kamyonu yükleyen kesiciler gördük. Yasal mı, düz kaçak mı, kılıfına uydurulmuş (“Adına ıslah derler”) kaçak mı? Bugün onun arabasıyla gezdiğimiz Şehmuz, kesimin güvenlik nedeniyle de olabileceğini söyledi. Pusu kurulmasına karşı.

PKK Mardin ve Savur’a hiç saldırmamış. Midyat’ta olay olmuş. (Karşısındaki lokantada oturduğumuz karakol yüksek beton bloklarla çevrelenmişti.) Civar yollardaysa yol kesme, adam kaçırıp öldürme defalarca yaşanmış.

Olanca sükunetiyle her an parlayabilecek bir çatışma potansiyelinin mekanında olmak. Yanardağın eteğinde uyumaya benziyor, çay içmeye, gülüp sohbet etmeye, manastır gezmeye.

*
Mor Gabriel girişinde bir grubun geleceğini, acele edersem onlara katılarak gezebileceğimi söylediler. Sol yanı zeytinlik ve meyve bahçesi olan ağaçlı uzun yoldan seğirttim. İşlemeli yüksek duvarlardan içeri, geniş bir alana yayılmış olan ana yapıya girdim. Tekirdağ’dan gelen iki otobüslük kafileyi (şen bir orta yaş grubuydu) beklerken yöreye özgü çan kulelerini, taş tırabzanı işlemeli merdivenlerle birbirine bağlanan kemerli cepheli mekanları, aralarındaki iç avluları seyrettim.



Taş ve işçiliği bu bölgede dantelin latifliğiyle taşın oturaklılığını birleştiriyor. Uyandırdığı duygu sağlam bir uçuculuk.

Rehberimiz yağmur sularının toplandığı yarım kubbe biçimli sarnıca oturmuş, bekliyordu. Cemaatten (ama manastırdan olmayan) bir Süryani. Modern dansçı ile bir pars vb karışımı hareket ettiğini göreceğim uzun, ince bir genç adam. (İsmini Yakuz olarak anladım, bilmiyorum öyle miydi ama kafamda ona uydu.)



Neşeli kalabalığın gelişi ve ilk sorularıyla (buranın yurtdışındaki Süryanilerin desteğiyle ayağa kaldırılıp yaşatıldığı bilgisi üzerine sorulan bir “Diyanet de yardım ediyor mu?” ile izleyen gülüşmeler) tur başladı.


Yakuz’un anlattıkları kadar anlatımına da çekildim. Akıcı bir Türkçeyi hafif bir şive ve alışılmadık iniş çıkışlarıyla şarkı söyler gibi konuşuyordu.

“Kendi aramızda? Süryanice konuşuruz. Sami dillerden ve Arapça ile İbranice’ye yakındır. İsa’nın dili Aramice’ye. Onun dinini ilk kabul edenler de Süryaniler olmuş.”

Süryaniler. Bir vakitler Turabdin olarak anılan bölgede çoğunluğu oluştururken azala azala bugün sayıları iki bin kalan kalmayan halk. (70’lerde gidenlerin kalanları da yanlarına çağırdığı büyük bir göç dalgasıyla Avrupa ve Amerika’ya dağılmışlar –ilginç, bir grup da çok daha önce, yüzyıllar evvel ticaret yapmak üzere Hindistan’a yerleşmiş.)

Üçte biri kalmış bir harabeyken yeniden ayağa kaldırılan büyük manastırın vaktiyle bin kişiye hizmet verirken bugün rahip, rahibe ve civar köylerden burada kalıp okullarına giden öğrenciler olmak üzere 60 sakini varmış. Çoğunlukken eriyip gitmenin, “başka” inancını, kültürünü, kimliğini sürdürmenin duygusunu bir kez daha hayal etmeye çalıştım. Yolda girişin nereden olduğunu sorduğum, Türkçe bilmeyen çok yaşlı rahibe gözümde canlandı –yürüteci ve bin bir zahmetle ilerlemeye çalışıyordu. Benden kat kat güçlü oldukları ortada, yüreğim yine de kanadı örselenmiş bir kuş karşısında duyacağı esirgeme hissiyle açıldı.



“Yüzde 70’imiz Ortodoks olsa da Katolik, Protestan, Nasturi, Keldani, başka mezheplerden Süryani de vardır.”

Başka zamanlar üzüm ezmede kullanılan büyük, taş vaftiz havuzu. (Evet, bütün bedeni içine alan tam vaftiz yapılırmış. Başlangıçta İsa’nın vaftiz edildiği 30. yaşta, bakmışlar insanlar pek o vakti aşamıyor, Adem ile Havva’nın İlk Günahından arındırılmadan ölmemeleri için doğumdan sonraya alınmış. Bu sırada kirveleri, babaları, soy soplarıyla geçtikleri kilise kayıtları güvenilir ve çok uzak geçmişe dayanan şecerelerin kaynağı olmuş.) Havuzun üzerindeki kubbe, revaklı geçitler, iç avlular, Meryemana Kilisesi. “Süryani/Doğu kiliseleri batıdakilere göre çok sadedir. Nedeni okuma yazma. Batıda olmadığı için İncil insanlara resimlerle, ikonalarla anlatılmış. Doğuda okur yazar çok olduğundan buna gerek duyulmamış. Bizim tek kilise süslememiz böyle perdelerdir” diyerek kutsal eşyanın durduğu nişin önündeki perdeyi çekti. Lacivert zeminde doğrulmuş İsa göründü. Üzerindeki Süryanice kitabede bunun bir diriliş sahnesi olduğu okunuyormuş. (Aslını söyledi, kısacık bir cümle. Nasıl derim bilebilsem bir kulak dolusu Süryanice konuşmasını, mesela bir fıkra anlatmasını isterdim.) “Ne yazık ki perde işleme sanatını bilen son kişi olan teyzemiz yakınlarda öldü. Doksanlarındaydı. Bu gördüğünüz onun bir eserinin bilgisayar baskısı.” [1]

Tur, manastırın iki kurucusundan Mor (Aziz) Gabriel’in mezarının bulunduğu yerde sona erdi.

Mor Gabriel ya da Deyrul Umur, yani Yaşam Manastırı.

Çoğunluktan bir avuçluğa, güvenilir şecerelerden köksüzleşmeye, yürüteciyle ağır, çok ağır hareket eden yaşlı rahibeden devamı gelmeyecek sanatlara ve hafızaları yüklenen bilgisayarın nimetlerine, yollar ve kesilişleri ve uzayıp gitmelerine; doğuş, değişim, yıkım ve yine doğuş döngüsünden (alın size Hıristiyanlıktaki bağ, üzüm, ezilmesi, şarap simgeleri) geçip duran yaşam ile manastırı.

DEREİÇİ – KELLITH (GİLİG)


Savur-Midyat arası, taş evlerden oluşma, çoğu uzun zaman önce terk edilip yağmalanmış, birkaç Müslüman ailenin sonradan yerleştiği bir Süryani köyü. Midyat dönüşü Süleyman bey ile karısı Hisne hanımı ziyaret ettik. Kırk yıl önce Almanya’ya göçmüş (“Ama vatandaşı olmadık!”) Süryani ailelerden. Çoluk çocukları orada yetişmiş, evlenmiş. (“Bizim düğünlerde dört türlü müzik çalar: Arap, Kürt, Süryani, Türk.”) Hisne hanımın onca zamandır ilk gelişiymiş (“Burada ailem kalmadı ki, içim çekmedi”). Işıl ışıl Bavyera’dan karanlığa gömülmüş ıssız bir taş köye. Güvenlik hissinden camları kırılıp eşyası talan edilen harap bir evin ürküntüsüne. Ya yalnızlık? Tatlı (kanıksanmış) kırık dökük bir hüzün yayılmıyor muydu onlardan?



Dolunay tepenin yanından doğar, toz toprağı ayağa kaldıran bir keçi sürüsü köye girerken  merdiven üstüne kurulan sofraya bir tabak daha meyve geldi. Eşref beyi nasıl ağırlayacağını bilemeyen bir aile daha.

Köye bir kez daha, bu sefer gün ışığında görmek, kiliselerinden birini ziyaret etmek üzere ertesi öğleden sonra da gittik. Katolik, Protestan, Ortodoks, üç mezhebin birer kilisesi var. Ortodoks bir ailenin kendisi için yaptırdığı yapının anahtarını kıpır kıpır genç bir Süryani kadın olan Sabiha buldu. Hep birlikte giderken oradan buradan bir çırpıda hayat hikayesi ortaya çıktı. İsveç’e göçenlerdenmiş. Anayı babayı, kardeşlerini burada, köyde bırakmış. İşi (uçaklara yiyecek hazırlayan bir şirkette), rahatı iyiymiş de anasını babasını koyup gitmek.. Türkçesi şiveli, kopuk kopuktu ama yüreğinin yükü dilini de yokuş aşağı yuvarlıyor, ruhunu bazen sözcükleri bulamayışı da olduğu gibi yansıtıyordu. Ah o iki başlılık, Sabiha’nın da içini sıkıyor, bölüyordu, belli.



Sonra, Süleyman beyin de gelişiyle yol kenarındaki koca dutun altına bırakılmış plastik sandalyeleri çektik, hep birlikte oturup Arapçalı, Türkçeli sohbet ettik. (Süryaniceyi Midyatlı Süryaniler bilir, diğerleri Arapça konuşurmuş.)



Dutun karşısında rengarenk plastikten oyuncaklardan bir oyun parkı vardı. Görünmeyen çocuklara. Taş köyün plastik eğlenceliği.



(Arkası yarın)




[1] Daha sonra Mardin’de gezdiğim Keldani Kilisesinin görevlisi adı Nasra olan bu teyzenin sadece amatör olduğunu, sanatın başkalarınca sürdürüldüğünü söyledi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder