12 Ekim 2017 Perşembe

AI WEI WEI –HAYATLA HEMZEMİN BİR SANAT

Sakıp Sabancı Müzesinde tadı damakta kalacak bir sergi daha. Çinli muhalif sanatçı Ai Wei Wei, emek yoğun, gür sesli eserleriyle İstanbul’daki son günlerime gülümseten, gösteren, sorduran geniş açısını kattı.



Porselene Dair, porseleni alıyor, “Gelenek hazır bir nesneden ibarettir. Yeni bir jestte bulunmak, onu bir referans olarak, sonuçtan çok başlangıç noktası olarak kullanmak bize düşer” yaklaşımını hayata geçiriyor.

Ai Wei Wei’ın dünyasında gelenek folklorik bir renk veya şimdiyle arasına derin bir siper kazılmış eskinin yüksek sanatı değil, bugün, burada yaşamaya devam eden bir sürekliliğin al takke ver külah olunmasında beis bulunmayan eşit bir oyun arkadaşı.

Geçmiş ile şimdi böylece nasıl bir ve iç içe ise yaşam ve sanat da öyle. Ai, benim en iyi sanatım, duruşum, tavrımdır diyor, sanatı hayattan, sorgulama, direnme ve başkaldırıdan ayrı bir yere kaldırmıyor.


(“Sanatçı Neolitik Çağdan ve Han Hanedanı –MÖ 206-MS 220-  döneminden kalma vazoları endüstriyel boyaya batırarak değerlerinin nereden kaynaklandıklarını sorgulamaktadır.”)


Sergiyi gezerken zaman, sanat ve yaşamak arasındaki eşmerkezliliğin bölümden bölüme pekiştiğini, kalbimi kazanarak beni ikna ettiğini hissettim. Hayat, sanat, politik duruş ile arasındaki yakınlığı, içli dışlılığı izleyicisiyle de kuruyor. Müzenin alt katındaki, genelde sergilerin en can alıcı bölümlerine yer verilen yüksek tavanlı orta bölüme geldiğimizde Ai Wei Wei ile tempomun bir süredir aynı olduğunu, sanki ben düşünüyormuşum, o da uyguluyormuş (ya da belli belirsiz sezdiklerimi somutlaştırırmış) gibi bir algı, hissediş yakınlığı duyduğumu fark ettim.



(Çok takdir ettiği Marcel Duchamp’nın altın yaldızlı askı biçimli seramik eskizi)


Odysseia adlı bu bölümde, Odysseus’un yolculuğunu günümüzün göç dalgalarına, sığınmacı krizine ve olanca yersizleşme trajedisine bağlamış. Antik Yunan, Mısır ve Çin sanat diliyle anlatıyor. Bu öyle bir yedirme, iç içe geçirip eritme ki bir daha dönüp dikkatle bakmasanız (benim yukarıdan mavi porselen tabaklara bakarken “Topkapı müzesi!” dediğim gibi) herhangi bir müzenin yüzlerce yıllık koleksiyonu olarak algılanabilir.





Oysa geçerken orijinal, taklit, esinlenme ve eserin değerinin kaynağı gibi konuları burada da mesele ederek (bir taşla vurulan kaç kuş) geçmişi/mitolojiyi güncele hiç sektirmeden bağlayıveriyor. Büyüleyici!

Hasılı eğleniyor, çeşitliyor, çoğaltıyor, içi dışa çevirip altını üstüne getiriyor, dokunulmaza dokunuyor, üstü kapatılmak isteneni deşiyor (baskı ve karşı duruş da ne yer tanıyor ne zaman), ölçeklerle oynuyor, soruyor, deniyor ve bütün bunları hanım hanımcık köşesinde oturan seramiği alıp yaman bir araca -kırbaca, bisturiye, tokada- dönüştürerek yapıyor.

Ama işte dediğim gibi, bunu kendi alemine çekilen sanatçı tek başınalığından değil, izleyicisini yanına katarak yapıyor.


Yüzüm gülerek çıkarken, zaten kısık olan gözleri, katıldığı gülümsememle daha da kısılarak kolunu omzuma atmış, “Her zaman beklerim, yine gel, biz arkadaşız” diyerek uğurlar gibiydi.

*



(Bir daha bakın)
















(Özgürlük Çiçekleri. El konulan pasaportu geri verilene dek 600 gün boyunca bisikletini her gün sepet dolusu çiçekle birlikte stüdyosunun önünde bırakmış. Serginin ağırlıklı bir teması bu çeşitlemelerden oluşuyor.)



(Dikkatle baktığınızda desenleri Rokoko bir tekrar gibi görünen duvar kağıdının bileşenlerini seçiyorsunuz: Bir leitmotif olarak kullandığı güvenlik kameraları, kelepçeler..)




(Beyin kanaması geçirdiğini gösterir tomografi görüntülü seramik tabak.)



(Güzelim fıstık çamına ne olmuş bu arada?!)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder