29 Aralık 2019 Pazar

MÜZİKLE YAŞAYAN KADINLAR


Bir haftadır elimden düşmüyordu.



Cazdan pop’a, türküden rap'e, doğaçlamaya, dünyanın en iyi okullarında okumuşundan nota bilmeden müziğe kıl çadırında, doğada ermişine, yakıtı da yolu da müzik olan coğrafyamızdan kadınlar.



Onlarla yatıp onlarla kalktım. Müziklerine kulak kesildim, anlattıklarıyla heyecanlandım. Parasını şöyle böyle, hayatlarının itici gücünü ise olduğu gibi müzikten kazanan insanlar.

Tarzların kalıplarına kapanıp kalmayan, sınırları bulandırarak kendi bileşimlerini yaratan, seslerinin, içleri ve dışlarına aynalığın, akacakları yatağın peşinde kadınlar. Derdi yöresel, kültürel bir devamlılık olanlar bile bu yolla sanki her şeyden önce kendi dilini arıyor.

Ve ne güçlü kadınlar! Kadın ve (şarkıcının ötesinde) müzisyen olmanın önüne geleneğinden küreseline, ailevisinden parasalına, dizilen engeller üzerinden, etrafından atlayıp dolanarak yolum bu! demiş, hiç geri durmamışlar.

Bunca farklı kişiliğin üç ortak noktası varsa seslerini arayıp bulmanın yanında yollarına bu bağlılık ve iradeleri sanki. Kiminde çelik, kiminde su gibi görünen, alabildiğine dışa dönük kadar alabildiğine içe dönüğünü de yolda tutan o güç.

Gün olmuş, ağır mı ağır ekipmanlarını tek başlarına sırtlayıp konserlerine çıkmışlar. Gün olmuş plak şirketlerinin, müzik mekanlarının, menajerlerin kazığını yemişler. Yaka silkip besteciliğin, aranjörlüğün, icracılığın yanı sıra kendi kendilerinin yapımcısı, organizatörü olmuş, şirketlerini kurup albümlerini basmışlar.

Kadınlıkları artısı ve olanca eksisiyle bir olgu, onunla da barışık görünüyorlar ama şu nitelik, bu sıfat, yafta ve beklentilerden önce yaptıkları müzikle müzisyen görüyorlar kendilerini.

Kimine dile getirdikleri, kimine müziğiyle kendimi çok yakın hissettim.

Deniz Koloğlu’nun ucu açık sorularına (Sumru Ağıryürüyen’in özlemini çektiğini anlattığı bir içtenlikle) kulak kesilerek dinlediği yanıtlar aldığı söyleşiler tele çıplak elle dokunmak gibi olmuş; elektriği, canlandırıcılığı dosdoğru bana geçti.

Nefesim açıldı, titreşimim yükseldi.

*
Kitaptan:

“İnsanların çalarken veya kayıtta, aslında birbirlerine gönül gözüyle bakmadıklarını, birbirlerini can kulağıyla dinlemediklerini görüp de bundan acı çektiğim bir zamanda Pauline Oliveros’la karşılaştım. Deep Listening Institute’u (Derin Dinleme Enstitüsü) kuran müzisyen. (…) Oliveros’un söylediği önemli bir şey var, bu özgür doğaçlamanın da ruhunda olan bir şey: ‘Dinlemek. Doğayı ve çevredeki sesleri, her şeyi müzik gibi dinlemek.’ Dinlediğin şeyler arasında hiyerarşi kurma ihtiyacını yok etmek bir taraftan da siyasi bir tavır. Sadece dinlemek. İki tür dinlemeden bahsediyor Oliveros. Genel dinleme ve odaklanmış dinleme. Ama bunların içinde o çevredeki tüm sesleri dinlemek kadar içindeki sesleri de dinlemek var; düşüncelerinin de, anılarının da değerini teslim ederek dinlemek; bir eseri dinliyormuş gibi dinlemek. Saygıyla, şefkatle, anlama isteğiyle dinlemek önemli.” Sumru Ağıryürüyen

*
“Doğaçlama yaptığında o anda orada içinden gelen sesleri, tınıları, melodileri dışarı aktarıyorsun. Üzerinde çalışmak ve o an bir şeyler üretmek zorundayım. E nota yoksa nereye gidip nerede duracağım yazmıyorsa o zaman elimdeki tek şey içgüdülerim, bilinçaltım, tenimin ardındaki oluyor. Bedenimin bütün parçaları, iç ve dış dünyam, tenimin üstündekiler ve altındakiler, işte benim notalarım onlar. Mesela bazen vücut, el dokularını kullanırım. Çünkü orada her parçan bir enstrüman haline geliyor. (…) Ses çıkarmak her şeyden önce bir ifade etme biçimi. Bu güzel bir melodinin haricinde bir konuşma, bağırma, ağlama ya da tuhaf, tanımlanamaz bir ses de olabilir. Ses bir araçtır ama sadece güzel şeyler söylemek için değil. O kadar renkli ki! Aslında nasıl çirkin insan yoksa, çirkin tını da yoktur.” Saadet Türköz

*
“Müzik, benim için organize olmak zorunda olan bir şey değil. Her şeyi müzik olarak algılıyorum çünkü sesler ve tınılarla direkt ilişki içindeyim. Küçüklüğümde de öyleydi. Her şeyi dinlerdim, kuş sesi, köpek sesi… Taklit etmeye, kafamda ritmik yapılarını bulmaya çalışırdım. Etrafta duyduğum her sesi anlamlandırmaya çalışmak benim için müziği ifade eden bir şeydi. Ama sonra onları bir araya getirip bir oyun olarak kendi kendime düzenleyebileceğimi algıladığımda bir çeşit doğaçlamaya da başlamış oldum. Dolayısıyla müzik benim için tınısal bir şey. Hâlâ müziği dinlerken birlikteliklerden çok tınılara odaklı bir dinleme şeklim var.” Selen Gülün

*
Müzikle Yaşayan Kadınlar, Söyleşiler - Hazırlayan Deniz Koloğlu
Kara Plak, İstanbul, 2019

25 Aralık 2019 Çarşamba

ŞEHRİN PEŞİNDE


İstanbul.

Bu defa sevimsiz, yararsız, ölgün bir tekrara dönüşen şehir izleniminin dışına çıkma niyetiyle geldim. Altından girip üstünden seyretmek. Sağına soluna çekilmek. Evirmek ve çevirmek.

En tatsız, monokrom yüzey bile yaklaşıp içine girdikçe kabuk izlenimin ötesini sunar. Yeşil bir benek yakalarsın, pırıltıya dönüşen bir ayrıntı. Çokgen bir mineral parçası.

Hiç olmazsa sabitlenme yanılsaması dağılır, değişim hissi geri gelebilir.

Su yüzeyden çekiliyorsa sen de daha derine dal, oralarda ara, bul.

İstanbul, zorbaca dayatılan grileşmeyi ona tepkinin de aynı donukluğa gelmesine izin vererek içselleştirdiğin iki taraflı bir kilide dönüşmekte.

Kapanıp kalma. Çık, dolaş. Rastlantılara, karşılaşmalara kapını ardına kadar aç.

Yoksa şehrin kendisinden önce taşlaştırdığın yargısında boğuluyorsun.

*
Öğleden sonra Çağlayan’la buluştuk. Ay sonu kapanan Lale Plak’a vedaya gittik. Bu kendi ufak, sunduğu uçsuz bucaksız mekan İstanbul’da kendimi yerimde hissettiğim noktalardan oldu hep. Alice’in tavşan deliğinden geçer gibi, göz önünde veya keşfedilmeyi bekleyen dünyanın müziğiyle bütün bir aleme açılış. İstersem rehberim de gözü saatinde tavşan yerine zamanını sana cömertçe ve olanca incelikle sunan Hakan Atala. Müzikle yoğrulmuş, aydınlık, sıcak bir insan.

İstanbul’a şöyle bir uğradığım son yıllarda da Lale Plak hiç atlamadığım bir uğrak oldu.

Artık olmayacak. Neredeyse boşalmış dükkandan elimde Oğuz Büyükberber CD’leri (bu hisse bas klarnet iyi gider), yıllardır yaşadığım bir evden apar topar taşınırmışım duygusuyla ayrıldım.

Şükranla, Hakan!

(Şevket Akıncı’nın çok sevdiğim yazısını ekleyeceğim.)

*
İstanbul Modern iki sergisiyle sahneyi değiştirdi.

Lütfi Özkök portrelerini galiba ilk kez bu kadar çok ve sergi kalitesinde baskısıyla görüyorum. (Gerçi o kadar güçlüler ki saman kağıda soluk baskı bile etkilerini değil, sadece sunumu azaltır.) Yazarından düşünürüne, şairinden yönetmenine, siyasetçisine, yerlisinden yabancısına 20. yüzyıla izini bırakmış insanın (yüzde 99’u erkek) yüzleri.

Zamanın üzerine çıkan o bakışları, duruşları nasıl yakalamış? Nasıl bir bağ kurarak baktığı yüzleri insanın enstantane uçuculuğunun ötesine geçirmiş? En derin, odaklanmış, yekpare hallerindeki yoğunluğa ulaşmış?

Birer poz bunlar. Sözcüğün katılaşma içermeyen ilk anlamıyla. Tersine, alabildiğine yaşayan “duruş.” Canlı ve sağlam. Kadınların bu çerçeveye pek giremeyeceğini mi hissetmiş? Bir iki kadından biri Nadine Gordimer idi. Neydi onun yüzündeki belli belirsiz ama lekeleyici gölge? Erkeklerden billur gibi belirginlikler yakalayan sanatçıyı iş kadınlara gelince tutuklaştıran?

*
Canan Tolon’da kendimi onun çoğaltılmış dağılışları arasında atomlarıma ayrılmaya bıraktım. Güzeldi.



*
Salı akşamları stüdyosu-evinde söyleşiler düzenleyen mimar Asiye’den de Çağlayan sayesinde haberim oldu. Noel akşamı. Şişhane’den İstiklal kalabalığına karıştık. Avlusundaki dev çamı yüksek kontrplak duvarların ardında korumaya alınmış San Antuan’ın önünden geçerken girip çıkan kalabalığa bakıp ayinini yapmak isteyen müminleri için üzüldüm. (Dahası varmış meğer, görüş alanımızın dışını da salepçiler, türlü satıcılar kuşatmış.) Ara sokaklardan Cihangir’e kıvrıldık. Yüksek tavanlı eski binadan içeri girdik. Sıcak bir mekan, sıcak bir karşılama. Salonu bir uçtan diğerine kat eden uzun masanın başında toplanacak 19’undan 68’ine 30-35 insan.. Ve bir ozan. Eski müziğin eğitimini tam da yerinde, Basel’de almış Ozan Karagöz. Mavi gözleri ışıl ışıl. Güler yüzlü, içten, ilginç ve eğlenceli, gencecik. Müziğin yoğurduğu bir insan daha. Barok (imiş) arpi, alto flütü, uzun saçları ile çağımıza ziyarete gelmiş bir trubadur.

Aldı bizi, karanlık bilinen Ortaçağın aydınlığına götürdü. Müziğin aritmetik ile birlikte baş tacı edildiği yere. Platoncu idealler ile sıradan (müzik adamı ile çalgıcı) arasındaki gerilime. Kitabileşmeden ama kozmoloji ile insan müziği arasında serbestçe gidip gelerek ilgiyi körükledi, dikkati besledi. Müziğiyle de suladı.



Bir iki saat sonra masadan kalktığımızda insanlara baktım.

Hafiflemiş, hoşnut, açık. Mutlu. Sanki benzer bir özlemle bir araya gelmiş.

Su yüzeyden çekiliyorsa sen de daha derine git. İsa’yı, kara zamanların ortasında SEV! diyeni biz de kendimizce anmış olduk.

Teşekkürler Asiye, teşekkürler Ozan!

*
Şevket Akıncı’dan Lale Plak, müzik ve dinlemek üzerine

Lale Plak kapanıyor. Müziği cd'den dinleyen son salak olarak buna en çok üzülenlerdenim. Hatta en çok öfkelenenlerdenim, çünkü yapılacak hiç bir şey yok...Günümüz hayatında, değişim hızı o kadar büyük ki doğruyu yanlıştan ayırmaya fırsat bulamadan karar vermeye çalışıyoruz. Bu hızı kontrol eden "sistem" -ekonomik ve politik düzen de diyebiliriz bu sisteme, neyi nerede yaşayacağımıza da karar veriyor sanki. Özellikle kültür alanında yayılan ve yaydığımız kültürün tabiatı değişen teknoloji ile değişti ve biz doğruyu yanlıştan ayırmaya zahmet edemeden teknoloji ile birbirlerine uyumlu bir ekonomik ve politik otoritenin köleleriyiz. Eskisine göre çok daha dar ve kısa bir zamana ve mekana hapsediyoruz kültürü. Çoğu insan artık müziği, müzik setlerinden değil de örneğin kulaklıklarla dinliyor, ya da aynı zamanda çalıştığı mekanda bir masaya kurulan bilgisayarın hoparlörlerinden dinliyor. Birkaç saniye dinleyip atladığı spotify sayfalarında, ya da bir dakikalık instagram paylaşımlarında. İş öyle bir yere vardı ki instagram stroylerinden 15 saniyelik kesitlerle yayılıyor müzik- ki genelde bunun sadece 2-3 saniyesini dinleyip bir sonraki story'e atlanıyor. Tüketim hızını büyük ölçüde kontrol altına alan görünmez bir elin tokadına en çok da müzik maruz kaldı. Müziği kaliteli bir şekilde yayma alanı olarak görülen konser mekanlarında da, sistemin bu görünmez elinin baskısını hissediyoruz. Her zaman kapatılma riski altına giren bu mekanların sanatçı seçimi bile son 10 yılda bile çok değişti. Müzik seçimi konusunda maceracı olan mekanların kapatıldığını daha sık görüyoruz, kapatmayanlar, birçok kültürel ödün veya finansal ödün vermek zorunda.
Konser mekanlarını saymazsak, kültürü imaj ve reklama dönüştüren bir teknoloji ile yaymak durumunda kalıyoruz. I -phone'lar, I-Pod'lar, Macbook, vs...kullanan insan sayısı çoğaldı ve artık neredeyse birbirinden kopuk bir biçimde iletişim kuruyor. Yaşamla ilgili her şeye örneğin yitirilmiş yetenekler, yitirilmiş vücutlar, yitirilmiş toplumsallık ya da eski tadını yitirmiş yiyecekler konusunda hemen her alanda her şeye eski işlevi yeniden kazandırılmaya çalışılıyor. Youtube: sanal bir konser salonu, i-tunes: sanal bir medyatek. Her sanal gösterinin girişine sanal gişeler koymak, böylelikle her dinletinin parasını ödetmek, dinleyiciyi daha da tembel bir hale getirmek, çaba harcamayan tüketicinin tükettiği şeye karşı yüklediği değer.
Son bir kaç yılda Steve Jobs tarafından yayılan nesnelere tek iletişim ve yayma aracı gözüyle bakıyoruz. I-phone'lar özellikle bizi dar ve yalnız olduğumuz bir alana sıkıştırmakla kalmayıp birlikte yalnız yaşadığımız bir topluma dönüştürdü. Satın alınan bir plağın etrafında toplaşan müzik meraklılarının müzik setinin etrafında müzik dinlediği günler geride kaldı. Bu imtiyaz bugün oldukça pahalı plakları satın alabilen zengin bir azınlığa ait. Özellikle bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde, bu plakları satın alamayan müzisyenlerin ürettiklerini satın alabilenlerin eleştiri kabiliyetine göre şekillenebiliyor bazı sanatsal tercihler. Benim gençliğimin geçtiği 80'li 90'lı yıllarda bir kaset alırdık mesela ve o kaset bitene kadar dinlerdik. Sevmediğimiz şarkıları bile dinlemek zorunda kalırdık. Ama sanatçıyı ancak bu şekilde gerçekten özümseyebilirdik. Bugün ise çoğu genç bir sanatçının külliyatını "indirerek" özümsediği yanılsamasına kapılabiliyor. Azıcık orasından burasından dinlenen örneğin bir Miles Davis külliyatının yüzde kaçına hakim olduğumuz dikkate alınmadan "özümseyiveriyoruz" ve elbette tecrübemizin niteliğini sorgulamadan kanaat sahibi olabiliyoruz. Özellikle öğrencilerime cd ya da plakları dinletiyorum sınıfta-real time. Konserlere götürüyorum. Kültür yaymanın ve almanın daha uzun bir zamana yayılan bir emek gerektirdiğinden habersiz bir çoğunluk, verilenle yetinip düşünme işini bir otoriteye bırakıldığı sisteme alışık olduğundan müzik dinleme işinin entelektüel ve fiziksel bir emekle ilgili olduğunu bağdaştıramıyor. Ve I Phone'lara geri dönülüyor.

Steve Jobs akla geliyor, kendisini insanlardan izole ettiren ne kadar eğilim varsa, ne kadar kompleks, patoloji varsa, I-phone -I pod Mac book vs.. gibi yarattığı nesnelerde cisimlendirmiş, ve neredeyse tüm insanlığı bu nesnelere bağımlı kılarak, bu dünyadan çekip gitmiş. Kişisel hayatında onu yalnızlığa iten başa çıkamadığı sebeplerden intikam alırcasına. Sanki kendisinden daha uzun yaşayan bu nesneleri yaratarak kendisini değil yalnızlığını ölümsüzleştirmiş.

Zamanla, Lale Plak, bir müzik dükkanından daha fazla bir şeye dönüştü benim için: çok fazla anım var orada...Ta 2005'de ikinci Lifeline albümüm New Frontier için AK Müzik'i öneren Hakan Atala'dır- ki o zaman bir senedir plak şirketi arıyordum. Bu iyiliğini unutamam.. Tüm albümlerimi bulacağınız iki üç yerden biriydi. Sadece benim değil, Türkiye'de caz, deneysel müzik, çağdaş müzik yapan kim varsa, orada bulabilirdiniz. Ses sistemi o kadar iyiydi ki her yeni albüm çıktığında oraya koşup kalite kontrol yapardım, ve içeride müşteri varsa yüzlerine bakardım çaktırmadan. Albümlerin vitrinde azalıp azalmadığına göre mutlu ya da mutsuz olurdum. Müziğime yön veren bir çok albümü Lale Plak'tan aldım, bir çok sanatçıyı Hakan'ın tavsiyesiyle keşfettim. Yeni çıkan ECM ya da ACT cd'lerden haberdar olur olmaz, soluğu Lale Plak'ta alırdım. Bi noktada artık başka hiçbir yer yoktu, bir Cihangir'deki Opus 3A..

Ama dediğim gibi Lale Plak bir müzik dükkanından fazla bir şeydi. Bir buluşma yeriydi. Lale Plak'ta randevu vermek "klas" bir şeydi. Sevgililerle, arkadaşlarla, müzisyenlerle orada buluşulur, hatta bir süre durulur cd plak karıştırılır, Hakan ya da diğer eleman arkadaşlarla sohbet edilirdi. Şehre yabancı biri geldiğinde orada randevu verirdim. Belli bir kültürel seviyenin göstergesiydi. Yıllar geçti dünya değişti Türkiye değişti...Lale Plak'la birlikte içimdeki eski Türkiye'yi de geçmişe gömdüm.

7 Aralık 2019 Cumartesi

DONNA KARAN


Bir arkadaşım, Donna Karan’a yıllar önce İstanbul’u gezdirmiş. Eminönü curcunasına, kalabalığa daldıklarında gözü kılık kıyafette olan modacı, neyin üzerine geçirildiklerine hiç aldırılmamış el örgüsü yeleklere, komşu parçayla tek ortaklığı bağırtkan cümbüşü olan pazen entarilere, çizgileri, puanları, desenleri kıpır kıpır bluzlar, gömlekler, başörtüler, şalvarından ütülüsüne biçim biçim tarza, malzemeye bakıp heyecanla “Bu nasıl bir özgürlük!” demiş. “Dipsiz bir ilham kaynağı.”

Hafızamın raflarından sık sık indirip çeşitli ışıklar altında baktığım gözde anekdotlarımdan bu.

Bazen tembellikten bazen aldırışsızlıktan, kimi zaman da seçimli bir karşı duruştan çizgi dışına çıktığımda kılıf ederek tepe tepe de kullanıyorum onu.

Çizgi dediğim bildiğimiz çizgi. Ele güne sergilediğimiz, öyle de kabul görmüş, ince ince işlenmiş, fena halde özdeşleştiğimiz, haliyle de halel gelmesinden ölümüne korktuğumuz imajımız.

Ah o imaj! Zevkli, çok zevkli, görgülü, yaratıcı.. Sıfatlar şıklaştıkça daralan ve kendini başkalarına da dayatmasıyla daraltıcı bir nevi korse.

Zevkin gereklerini zevkli insan imajını sürdürme zorlanımından ayırmak hiç kolay değil. İçten geleni kendi kendime olduğum zamanlarda bile kendime şaklattığım “O öyle olmalı-bu böyle olmaz” kamçısından.

Donna Karan’ın hayran olduğu özgürlük, işlevin güzellik arayışının önüne geçmesinden mi doğuyor? Yoksa seçkinliğin, züppeliğin dayattığı sınırların yanına bile yaklaşmamaktan mı?

Rüyalarında bile derli toplu, şık olduklarından kuşkulandıklarımı düşünüyor, Donna Karan’ı arkama alıp hınzırca gülerek gözlerine limon sıkmışım gibi irkileceklerini hayal ettiğim işler yapıyorum.

Son manifestom, daha sıcak olsun diye aldığım pazen çarşaf ile daha önceki pazar faslından yastık kılıfı.



Donna Karan!