28 Kasım 2015 Cumartesi

ŞİFA NİYETİNE

Uçağı pat diye düşürülen Rusya, misillemelerini takır takır sıralarken Can Dündar ile Erdem Gül, sınırda silahla yakalanan TIR’ları haber yapmaktan tutuklandı.

Acayipleştikçe acayipleşen halkalarıyla zincir uzayıp gidiyor. Bir bir kuyuya atılan taşların yol açacakları belirsiz, sular bulanıyor da bulanıyor.

Sarsıntı, umut, umutsuzluk, kızgınlık, acı, kaygı, korku, yılgınlık, kanıksama, mahcubiyet, suçluluk, gurur kırıklığı.. Bakıyorum gitmiş. Geride yaygın bir hüzün sırf. Ne atak ne sinik.

Ve geniş bir boşluk. Dibe değil, ufka doğru yayılıyor. Boğucu değil, soluk aldırıyor. Kim bilir nelere gebe. Belirsizlikle daha barışık.

*
Ney aldım.

Burada daha esaslı bir yol arkadaşına ihtiyacım var.

Ses çıkarmak sınırsız bir sabır işi. Ama sabır neyin özünde zaten.

Bir boş kamışta nefesini, sesini bulmak.


Al sana hayat. Bugün. Burası.

__________

(Flütü elbette bırakmayacağım. Doğanın tatlı sesi o.)

27 Kasım 2015 Cuma

TABELALAR LAR LAR CENGELİ

Adımlarım etrafında girdaplanan çıtır çıtır güz yaprakları, Çankaya’dan Mithat Paşa’ya, oradan Maltepe’ye yürüdüm.

Bakışımı yerden kaldırdıkça alçala yüksele binalar ormanı boyu cepheleri kaplayan tabelalara takıldım. İrili ufaklı, eskili yenili, biçim biçim, kesintisiz bir tabela akışı. Işıklı ışıksız, oyuncaklı, düz, renk renk tabela. Avukatlar, diş hekimleri, dershaneler, kafe, klinik, dükkan, ağdacı, “merkezler”… Açmış ağzını, avaz avaz göze bağıran adlar, unvanlar, sloganlar.

Tuzaklarla dolu eğri büğrü, çukurlu engebeli zemin, dikkatimden irice bir bölümü yere kapaklanmadan yürüme cambazlığına çekerken kalanı, insan-araç, arapsaçı bir kalabalığa tepelerden tüy diken bu gürültüye gitti.

Yılmaz bir azimle yatıştırıcı, göz okşayıcı bir şeyler arandım. Soluğumu toplayacak güzellikler. Gök de ağır, kurşuni; ağaçlarla yapraklarından başka şey bulamadım.


Şehrin bangır bangır teksesliliği, şekilsiz gri kalabalıktan ben de buradayım diyen tabelalarla sivrilerek arşa yükseldi durdu.

23 Kasım 2015 Pazartesi

YOL BOYU

Oradakilere bakarsak erken ayrıldık Güney’den. Pastırma yazı olanca görkemiyle sürüyordu, hava şerbet gibi. Ama tadında bırakalım dedik, dün şehre döndük.

Silifke’den Mut yoluna vurdum, Göksu bir sağımda, bir solumda, Toroslara içim eriyerek tırmanmaya başladım. Çam kaplı derin kanyonlar, sabah ışığında sarı-turuncu, bütün yalçınlığıyla göze yumuşak gelen kayalık doruklar. Yol kenarında file file portakal, mandalina, limon, nar. Dupduru, çelik mavisi akacağı tutmuş Göksu.

İçlerde fildişi (silme kireçli) topraklar üzerinde kayısı bahçeleri belirdi. Kızıllı sarılı. “Paslı ağaçlar!”

Gözümü alamıyordum.

Uçurumların kıyısında birkaç iğreti evle mezralar, boşluğa uzanan ahşap taraçalarda yolcular için açılmış “kahvaltı salonları.”

Dağlarda göz göz mağaralar.

Derken platonun ekini kaldırılmış tarlaları –iki numaraya vurulan sarışın bir oğlan başı gibi. Üzerlerine yayılan aynı renk koyunlar, daha ilerilerde resme renk, kontrast getiren kara, kahverengi, alacalı keçiler..

İçim basacak deklanşör arıyordu. Durmak, çekmek. Dürtünün şiddetini yatışmaya bıraktım. Dünyanın gitmediği köşesi kalmamış yönetmen Haneke’yi hatırladım. Tek kare fotograf çekmezmiş. “Sahip olma dürtüsü” diyordu. “Sanki böylece ana ve sahneye sahip olabilirmişsiniz gibi.”

Sahip olma, hakim olma.. Saik her ne ise, saplantıya dönüştüğünde fotograf çekmek yaklaştırıcı olmaktan çıkıp uzaklaştırıyor, bir tür kaçış haline gelebiliyor. Bir süre sonra da nedeni, tat verip vermediği düşünülmeden tekrarlanan bir bağımlılığa. Elinden sigarayı düşürememek gibi bir şeye. En azından bende böyle bir seyir izlemeye başladığını fark ediyordum. (Kamerayı almadan çıktığım yürüyüşler hoş bir özgürleşme hissi verir oldu. Fotograf çekiyorum, o halde varım / Gösteriyorum, o halde varım kısa devresinden kendimi azat ediş.)

Şimdi alışkanlığın gücüyle kameraya gidebilecek elimde direksiyon, zaten durulacak yer olmayan kıvrım büklüm yolda saldım, film seyreder gibi sürdüm. Bir süre sonra da görüntüyle birlikte akmaya başladım.

Öğleden sonra güneş yan pencereden girdiğinde bozkıra çıkmıştık. Gençliğimde keşfedip İstanbul’da yaşarken burun kıvırdığım güzelliğini hatırladım (cazgır deniz karaya ağır basıyor). Görünürdeki hiçliğin üzerinde gümbür gümbür gerilen engin göğün etkisini, hiçliğin de sadece görünürde kaldığını. İçe dönük derya gibi bir kimseyi adım adım tanır gibi yaklaştığında sunduklarının derinliğini..

Güzel bir yolculuktu.


Bir süre kamerayı rahat bırakabilirim. Hem Ankara’yı da daha rahat yaşamamı sağlar. Yakasına yapışıp bana bir karecik ver sefil şehir! demeden.

21 Kasım 2015 Cumartesi

EN ÖNEMLİSİ

Kendimi gözledim bir yandan. Haşinlik, daralan odak, sabırsızlık, önceden planlananları uygulama inadı sırasında an’ı kaçırmak. Bu sonuncusunun transında ne çok şey kaçıyor. Ama işte bir yandan usulca seyrettiğinde farkındalığın ışığı kat kat dumandan huzmeler halinde akıyor. Tıpkı sabah okaliptusların altında yakılan çalıların çektiğim fotograflarındaki gibi. Ateş, duman, is, kararma ve ağaçların tepesindeki güneşin hepsine parmak parmak inen ışığı. Bu sıkıştırıcı, gerici yanımla savaşmak yerine kendi haline bırakırken bütünün çok boyutlu algısı.



Kendini, başkasını, bir şeyi, ortamı, işi böylece sevebilir misin? İlkten hoşuna gidip gitmediğine, kafandakine uygunluğuna bakmadan? Nahoştan hoşlaşmasını beklemeden? Nasılsa öyle olmaya bırakıp aradığın genişliğin, derinliğin içinden yükselmesine yer açarak? Yer ateş-karanlık-dumanla karışırken tepeden -ya da diplerden- ışığı üstlerine salarak?

Kap ne olursa olsun gözün gönlün doğrudan içerdeki Sevgiye gidebilir mi?

En sevimsiz hallerimi duru bir açıklıkla seyreden yanım evet, diyor, elbette.

İster içine ister dışına böyle bak yeter.

*
Zen ustası Suzuki Roşi demiş: “En önemlisi, neyin en önemli olduğunu hatırlamak.” Benim için en önemlisi ne?

*
Dingin olduğumuzda bulduğumuz hazineler diyordu bir arkadaşım bugün.


Evet.

20 Kasım 2015 Cuma

HASAT

Babamın, elinden sarkan kırmızı Vileda kovasıyla içeri girmesiyle başladı. Sabahın 7, 7 buçuğu olmuş olmamış. Kovalı elini (ya da elli kovayı) uzatarak “Yardımına ihtiyacım var, çıkaramıyorum” dedi. Nasıl bir iştahla atılıp kavradıysa parmakları paspas sıkma süzgecine dalmış. Kalmış.

Merdiveni iki ay önceden ayarlamıştı, toplamayı da bir işçiye yaptıracağını söylemiş. Ama babam bu. Pazar günü artık gidelim dediğimizde telaşını tutan zemberek daha fazla dayanamadı.

Süzgecin kıskacında şişmiş parmaklarını ovarak çekmeceye davrandı, bahçe makasını çıkardı. Dur, ben yapayım lafını ağzıma tıkıp omzuma çarparak döndü, çıktı.

Peşinden koştuysam da “Alt dalları alacağım. Sen sonra merdivenle tepedekileri toplarsın” dedi, bahçeye girdi. Kopmuş çığı ayağınla durdurmaya çalışmak gibiydi. Bıraktım. Süzgecini çıkardığım Vileda kovasını getirdim. Alçak duvara oturdum.

Sabah güneşi dalların arasından güzelce sararıp tatlanmış portakalları balsı bir sıcaklıkla sarıyor, yaprakların benek benek gölgelediği kızıl toprağa, patır patır düşen meyvelere vuruyor, dokunduğu her şeyi diriltiyordu. Gövdenin dibinden vermiş sürgünün yeşili düpedüz zümrütleşmiş. Sıcağa yüzümü verip gözlerimi kapadım. Arkalarda sakin denizin usul sesi. Kuşlar. Uzakta bir hızarın keskinliği yiten hırıltısı. Bir arı. Sinekler. Bahçe makasının hamarat şakır şukuru, kesilen dalların çıtırtısı, çatırtısı.

“Bir yandan kuru dalları buduyorum, o bakımdan..”

Gözümü açıp ayaklarının güçten düşmüş basışına baktım. Bahçeyi fırdolayı kat eden damlama sulama hortumunun kara kıvrımları arasında, ufak bir taşın dengesini bozmaya yeteceği sarsak ama çok kararlı adımlarına. Ömrünün yaklaştığı toprağın engebesinde artık ne kadar iğreti durduğuna. Olsun, üst dallara uzanışındaki canlılığa. Eliyle diktiği, aşıladığı, baktığı ağacın hasadıyla bir oluşuna. Şu ufacık alanda sabah güneşinin altında, nefes kadar hafif, nefes kadar da güçlü, yoğun Yaşam enerjisinin portakallar kadar tatlı dansına.



Şükrettim.

14 Kasım 2015 Cumartesi

O HEP AYNI ACI

Bu kez Paris vuruldu, defalarca ve çok ağır.

Kendiminkilerden başlayarak tepkileri izledim. Ankara ve Suruç’ta lanetler okuyarak yasa girenlerden tek söz çıkmayışından ektiklerini biçiyorlar işte, şaşacak ne var türü bilgiçliklerle araya set çekenlere, bu Batı uygarlığımıza saldırıdır diyen batılılara, profil resimlerini anında Fransız bayrakları, Eyfel kuleleri vs ile değiştirenlere.

Biz ve onlar saflaşması. (Ankara saldırılarında hiçbir yabancı, profil resmini Türk bayrağı vs’ye çevirmedi, Beyrut patlamaları da benim uzağımda kaldı. Bunlar onların cehennemi diyerek mesafe koyduğumuz nicesi. Bağrımızda, Doğu’da olup bitenlerin ıraklığı.)

Kime ne kadar, nasıl üzüleceğinin veresiye defterini tutan hesapçı, küçük zihin. Her şeye bir açıklama, kulp bulan, ama’lar sıralayan ufak akıl. Sözüm ona ilkeler oluşturmanın, ilk yol ayrımında nasıl çarşafa dolanmaya mahkum olduğunun, hesaplar tutmanın (onlar başladı, onlar da şunları etmişti, zaten onlar../ sen bana ne kadar yandın ki ben sana yanayım) hiçbir yere götürmediğinin, götürmediği gibi iyileşmenin asıl kaynağından, yürekten kopardığının farkında olmayan zihin.

Çelişik düşünceler içinde gider gelirken birden durup zihni, bölünmüşlüğünü, kendinden bile bihaberliğini beslemeyi zınk diye kestim.

Düşüncelere boğulmuş duyguları çırılçıplak bıraktım. Dehşet, korku, ümitsizlik. Sular duruldukça yine o katışıksız, ayrım gözetmeyen acı kaldı geriye. Ve derin bir keder.


Ötekini iki boyutlu bir fikir, klişe, peşin hüküm olarak ayırıp uzaklaştırmayı bıraktığın, insanlığından dokunduğun, insan oluşunuzdan birleştiğin an şiddet karşısında doğan hep aynı acı.

11 Kasım 2015 Çarşamba

DİKEN DEMİŞKEN

https://plus.google.com/photos/118198168542066911108/albums/6215938010797760977?banner=pwa

BELLİ Mİ OLUR

Bazen ben bile diyorum kendime:

Buranın çekmediğim santimetrekaresi mi kaldı ki! Kamera dursun.

Öteki yanım karşı çıkıyor:

Sen yine de as boynuna. Gözünün neye uyanacağı hiç belli olmaz.

Öyle ya. Konu yer/obje değil, bakış.

Aynı da kalır, sonu da olmaz. Yeniden, yeniden keşif hep kapının arkasında.

Kuru dikenlerin yanından geçiyordum. Sabah güneşini yandan, uzun bir mızrak gibi alışları dikkatimi çekti.



Yaklaşıp ışıkla ilişkilerine odaklandığımda gümbür gümbür seslerini gördüm. Müziklerini.




Kamera olmasa da olurdu tabii. Ama olduğunda görmek, göstermek demek.

9 Kasım 2015 Pazartesi

SEZON SONU

Rüzgar kuzeyden, buralıların deyimiyle acılı esiyor. Isıtamayan güneş, ışıltısıyla canlandırıcı. Poyrazın yükselip alçalışları, uzak bir inşaatın kürenen kum sesleriyle kuşlarınkini bir örtüp bir açıyor. Sadece rüzgarla denizi dinle, ışığın işlerini, saatten saate renkleri seyret, canın hiç sıkılmaz, ne eğlencelik ararsın ne avuntu. Ekleyeceksem ben buna fazladan kamerayı ekliyorum, flütü, defter-kalem ve bir kitabı. Gün sona erdiğinde şölenden kalkmış gibi doygun oluyorum.

Sıcağı severim ve varsa sessizliği. Bu ikisi aynı zamana denk gelmediğinden buranın hoşlaşarak yaşadığım sezonu üç mevsime yayılıyor. Dinginlik arası kavurucu sıcak!

Bir ayını dünyanın bir ucunda geçirdiğim yedi ay daha doluyor. Terörle, sarsıntılar, gerçek-hayal edilen-korkulan karanlıklarla, karmaşayla dalgalar halinde parçalanan, tuz buz olan bir huzur aralığı. Yaşamın avaz avaz manşetlerin ötesindeki duru, yalın hali. Boğulma, dur, buraya çekil ve çerçeveni genişlet; toparlan, bütünlen ve her şeye yeniden bak diyor. Noktaları çok farklı birleştirecek, başka “gerçeklikler” göreceksin o vakit. Aslolan öne çıkacak.


Hayat!

*

Biraz fotograf?

ÇAKIŞIK

Bebekte yaşlıyı, yaşlıda bebeği,

hastalıkta sağlığı, sağlıkta hastalığı,

güzelde çirkini, çirkinde güzeli,

karanlıkta aydınlığı, aydınlıkta karanlığı,

mutlulukta acıyı, acıda mutluluğu,

doluda boşu, boşta doluyu,

açlıkta tokluğu, toklukta açlığı,

birliktelikte yalnızlığı, yalnızlıkta birlikteliği,

sessizlikte gürültüyü, gürültüde sessizliği,

kötüde iyiyi, iyide kötüyü..

bil, gör, hatırla

ki anı olanca tamlığıyla yaşayabilesin.


Mücadele, uzlaşma, uyum.. nasıl yaşayacaksan adımlarını oradan oraya savrulmadan, bölünmeden atabilesin.

8 Kasım 2015 Pazar

BAKIŞ

Gaz lambasından Bilgi Çağına 94 yıllık bir yelpaze babamın ömrü. Kurtuluş Savaşı, işgal, dağlara kaçış, Cumhuriyet, kıtlık yılları, İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş, Demokrat Parti, 27 Mayıs, daha darbeler.. Köyün, ülkenin, bölgenin, dünyanın renkten renge girdiği, yeni bileşimlere, tanımlara, ittifaklara girip çıktığı, umutla umutsuzluk, çatışmalar-barışlar arasında salındığı, insan için uzun, fillerle kargalar için kısaca, dağ-taş ve bakteriler için göz açıp kapamalık, evren için lafı olmaz bir zaman.

Gelişmeleri izleyişini izliyorum. Ne infiale kapılıyor, ne öfke, nefret ve umutsuzluğa. Üzüntüsü abartısız, dövünmesiz.



İlgisini hiç kaybetmeden tepkilerin, duyguların oyuncağı olmamak, iyi sindirilmiş bir geçmişin armağanı olmalı.


Her şey gelir, değişir ve geçer.