16 Ekim 2010 Cumartesi

RUTİN

Sahnede olduğu durum az değil.

Hayat hareketlenip karmaşıklaştığında.

Basitleşip durağanlaştığında.

Enerji gürleşip dört yana saçılmaya meylettiğinde.

Cılızlaşıp rutinden ötesini götüremez olduğunda.

Bir kap, dere yatağı, nirengi ya da gerisin geriye dönülmüş ana rahmi ikamesi olarak rutin.

Kılıktan kılığa, dozdan doza o.

Azı avutucu, şekle şemale sokucu.

Özellikle de ayak sürüyerek yaşarken.

Ama ruhun kanı biraz bitlensin, dar geliyor.

Yanlış programda yıkanıp iki beden ufalmış korse misali tene basıyor.

Dur orada, diyorsun, haddini hatırla!

Sonuçta sen bana hizmet için varsın.

Tersinde bir yanlışlık olmalı!

9 Ekim 2010 Cumartesi

SANATÇININ KÜFESİ


Sanatçı, diyeceğini sanatıyla ortaya koyandır. Şarkısını söyler, yazacağını yazar, heykelini yontar, resmini duvara asar, müziğini seslendirir..

Sonra da bizden biridir. Bizim kadar politik ya da apolitik, dünyanın gidişatını umursayan-umursamayan. Yaşamı şöyle ya da böyle anlamlandıran bir Ademoğlu-kızı.

Ne bir eksik ne bir fazla.

Peki sanatıyla sivrilmiş, gönlümüzde bir yer edinmiş ama bunun dışında bizden bir farkı olmayan birinin ne demeye sırtına bir küfe, küfesine de ekstradan görevler, beklentiler yükleriz ki?

Ülkemizi gereğince (tabii bundan da bizim anladığımızca) temsil etmeli.

Hayır dediğimize evet, evet dediğimize hayır dememeli.

Topluma örnek olmalı.

İnsanlara yolu göstermeli..

Siyaset yapmalı.

Hayır, sanatçılığını bilip siyasetten uzak durmalı.

Bir davaya baş koymuş olsun olmasın, sanatçı sırf sanatçı sıfatıyla sanki bizden çok daha etraflı, derin, ileri görüşlü olabilirmiş ve zaten olmalıymış gibi.

Karşılanmadığında öfke uyandıran bütün o beklentilerin temelindeki varsayım irkiltici:

Bir şeyleri “iyi” yapan birilerinin tüm geri kalanda da bizden iyi olacağı.

Bu varsayımın beslendiği ihtiyaç daha da irkiltici:

Yar bana bir eğlence.

Eh, onun yanında bir izci, bir rehber, bir de KENDİ cılız sesime şöyle davudisinden bir hoparlör!

Bıraksak, sanatçı sanatıyla ışık tuttuğunu aydınlatsa. Gönlümüzdeki yerini. Böylece gündeliğin üzerine yükselmiş bakışımızla yetinsek, sırtına bir küfe, içine de olmadık beklentiler yüklemesek.

Elimiz böğrümüzde kaldığında duyacağımız öfke yerine bize sunabildiğine karşılık şükranla yetinsek.

Düşüncesini eleştireceksek bunu “ama o sanatçı!” itirazıyla dallandırıp budaklandırmadan yapsak.

İşini seviyorsak sevsek, sevmemişsek yürüsek gitsek kendi işimize.

Tamam, pek güzel sebze çorbası yapıyor diye aşçıbaşından oteli tam da bizim isteyeceğimiz gibi yöneten bir genel müdür filan olmasını beklemesek?

5 Ekim 2010 Salı

GÜNLERİN KÖPÜĞÜ

Geride nereden geldiği hatırlanmasa da tuhaf, yabancılaştırıcı tadını bırakan koyu bir uykudan şerit şerit uyandım. Karanlık boşlukta bir süre süzüldükten sonra çıkardım maskeyi gözümden. Hepsi de beyaz duvarların, dolapların yüzdüğü gür ışığa anlamadığını bile anlamayan gözlerle baktım. Boş. Boşluk. Neden sonra kendimi ellerimle gömdüğüm deminki karanlıkla arasındaki yaman karşıtlığı görüp güldüm.

Ne gerek var ki sınıfından küçük teknolojik cine göre güneşin şiddeti 10 üzerinden 7 küsur UV. (Ben ona “ultra-viol” diyorum, bu durumda daha isabetli.)

Kupamı bıraktığım yerden toplamaya üşendim; şekersiz, uykum kadar kara kahvem Tarsus usulü çay bardağında, terasta bulduğum dar gölge şeridine çektim rejisör sandalyemi.

Yeryüzünün, Rüzgarlar Adasının (bu tarihi isim, şimdiki tatsız yazlık kooperatif adından çok daha besleyici düş gücüne), evin, terasın, zamanın bu aynı noktasında kaç gün geçti döne döne, kim bilir.

Bir ölçeri olmuş olsa Yaşama Sevincinin 5-6’nın üzerinden başlayıp 9-10’a dayandığı görülecek kaç sefer?

İçimi genişletip daraltan tutku, öfke, barış, derin bir tefekkür hali, kendimden büyük bir şeylere teslimiyet ile renklenmiş-gölgelenmiş, biçimlenmiş kaç mevsim?

24? 25?

Kendimi sereserpe bıraktığım denizle birlikte dalgalanır ya da döşenmiş bir yolda ilerler gibi değil bu seferki.

Nereye çıkacağını bilmediğim, başımı kaldırıp öğrenmeye de zahmet etmediğim bir merdivenden tırmanır gibi daha çok.


Kalem arandım şöyle bir, bulamadım. Zihnimde birden belirip bol pudralı peruğunun altından hiç de küçük olmayan ağzını büzerek “Öyleyse sen de bilgisayarına yaz!” diyen Marie Antoinette’e güldüm. Dizüstünü kucağıma açtım. Gölgenin çoğunu ona bıraktım. 234 sözcüklük bu yazıyı tıkırdattım.