25 Kasım 2017 Cumartesi

ENTRİKALAR KİTABI

Beş gündür sıkı bir entrikalar labirentindeyim. Kapalı kapılar ardında kotarılan, yakın tarihe rengini vermiş, girift, griden karanlığa uzanan hummalı bir faaliyetin çekiminde. Rehberim sağlam, bana arkama yaslanıp seyri entelektüel bir yakıt haline getirmek kalıyor.

Murat Yetkin’in Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı’nı okuyorum.

Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, sığ ezberlere sığmadığı, basmakalıp tekrarlarla açıklanamayacağı gerçeğinin kitabı bu aslında. İnsan aklının sahne arkasının, entrikalar mutfağının. Yumurta kabukları üzerinde kimi zaman zarif kimi zaman hantal ve bir çuval inciri berbat edici bir dansın. Hırs ile zekanın, strateji ile egonun, inanç ile ihanetin dansının.

Sızdırılan atom bombası sırlarından KGB’nin İstanbul’dan da geçen İngiliz Beşlisine, darbelerden krizlere, skandallara, Çöl Kraliçesinden Ruzi Nazar’a olaylar, suretler, mekanlar iç içe geçe, birbirine yön vere akıp giderken arka planda casusluğun ruhunu da sufle ediyor Murat Yetkin. Soğuk Savaş döneminin para kadar, belki ondan fazla bir –kendi tarafının ideolojisine- inanmışlık, bir gönül işi olduğunu –ve artık öyle olmadığını (ama gel de Edward Snowden ile Julian Assange’ı düşünme şimdi).

Ben Entrikalar Kitabını okuyorum, Murat Yetkin ise entrikaları bir gazeteci olarak seziyor, görüyor, tarihsel, güncel, yazınsal izlerini sürüyor, kulislere dalıyor ve ayrıntıları eleyip bağlantılara işaret ederek, dünyanın en zehirli balığı fugu’yu güvenli biçimde ayıklayan Japon aşçı misali leziz bir öğün olarak önünüze getiriyor.

Bir yandan okuyor, bir yandan da böyle bir kitabın arkasındaki mesaiyi, işleyişi düşünüyorum.

Usta bir elden geçmese insanın yönünü kaybetmesinin işten olmayacağı karmakarışık, ağır bir malzemeyi basite kaçmadan yalınlaştırmak başlı başına bir beceri.

Yalınlaştırmak ve ilginç kılmak.

Ana dürtüsünün merak olduğunu söyleyen bir gazeteci (ve besbelli ki yazar) Murat Yetkin. Gerçeğe, işlerin aslına beslenen bir merak. Araştırmacılığı siyasi eğilimlerine bulamayacak, piyasadaki sayısız örneği gibi olguları kafasına göre eğip büküp ne olsa aynı şekilde çalacağı düdüğüne arka plan etmeyecek kadar da saygılı olduğu bir merak bu. Zihni Ebedi Genç halinde, işlek ve yaşsız tutan. Saflığı gayri şahsi olmasına bağlı olduğu için de daima –en olumlu anlamda- hafif. Ve bulaşıcı!

İşte yaşadıklarımıza olduğu kadar yazınsal bir tarz olarak casusiyeye de beslenen böyle bir merakla yazılmış Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı.


İnsanın ufkunu, bakış açısını genişleterek, daha fazlasını bilmeye iştahlandırarak okunuyor.

23 Kasım 2017 Perşembe

ŞEHİR AYARI

Doğadakinden farklı tabii.

Bol alan yerine sıkışıklık bir kere. Fiziksel kısıt. Ve milyonla çarpılan insan kaygıları, düşleri, kabusları, umudu, inceliği, hoyratlığı. Gürültüsü. Buharlaşan sessizlik, sükunet.

Şehre dönüş, çıplak dolaşmaya alışan ayağı sıkı bağcıklı dar kunduraya sokmak gibi geliyor haliyle. Üstelik o kundura hiç de öyle incelikli İtalyan işi, varla yok arası derili filan da değil. Bildiğin 1930’lar Sümerbank fabrikasından çıkma, kaba, ağır, acıtıcı.

Kalabalık insanın içine de yansıyor. Algılanacak, kavranacak, cevap verilecek, bunun da çoğunlukla bir savunma hali içinde yapılacağı bir veri bombardımanı. Doğada düşünceler az bulutlu gökyüzü misali aralarında soluk aldırıcı boşluklarla gelir, dingin bir denizde gibi yüzüp giderken burada kesintisiz, üst üste, katman katman bir yığılmışlık halinde. Gökyüzüyle arana giren şehir ışıkları ne ise içindeki ferahlığı sıkıca örten bu fizyo-zihinsel hal de o.

Dengeyi, akışkanlığı, yalınlığı, hayat veren boşluğu (alan hissini) sürdürmek şehirde kendiliğinden değil, çaba istiyor. Dolaysızlığın yerini dönüştürme iradesi alabilirse alıyor, gayet güzel işler de çıkarıyor. Ama gücünü doğadaki gibi hava ile sudan, topraktan, yaşam iştahının doğrudanlığından almayı beklersen yamulur, kavrulur kalırsın.

Bir an evvel şehir ayarına geçmelisin. Doğadan getireceğin değerli destekler var. Sözgelimi boşluğa, sessizliğe odaklanma terbiyesi. Kafanın dışına çıkmak, zihinsel işleyişin keyfi bir yapay gerçeklikten ibaret olduğu bilincini sürdürme egzersizi (meditasyon ile, dikkatini düşüncelere her gömülüşünde nazikçe bunun dışına –nefese, dış seslere, seçilen herhangi bir dikkat nesnesine- yönelterek). Sonra, iki taşın aralığından fışkıran ot, çiçek, binalar ne kadar yükselse de hükmünü yerine getiren gökyüzü, ayağını basabileceğin toprak yamalar ile doğa onca hengamenin ortasında göz kırpmaya devam ediyorsa selamını hiç karşılıksız bırakmayacaksın.

Fakat doğanın esini, gücü baki kalsın, adımını şehir işleyişine atmalısın. Gürültüyü, betonu, karmaşayı işleme sokmak, malzemeni, gıdanı, şevki bundan devşirmek. Bu işin ham yanı, istersen bunlara şehrin sunduğu mamul maddeyi, sanatı ekleyebilirsin. Ve sosyal ilişkileri –en azından teorik olarak.

Ustalık bunu dişlerini gıcırdatarak ya da tersine, pembeleştirmeye kaçarak yapmamak.

İnsanı şehir ayarı kadar zorlayan bir şey varsa o da kendi kafasında sabitleşmiş, betonlaşmış izlenimler, hükümler. Ankara dendi mi, şehir dendi mi sırtımın gerildiği, tüylerimin dikleştiği, ışığımın loşlaştığı o zombi tepki.

Böyle sabitleşmiş bir itiraz, direnç, olanı değil, ona ilişkin kendi koşullanmış fikrini/hissini yaşadığının en şaşmaz göstergesi ki bence insanın hayatın canlılığından koptuğuna kırmızı ışıklar saçarak işaret ediyor.

Aradan hükümler (beton kötü, uygarlık iyi, doğa iyi, şehir/Ankara kötü) çıktığında geri kalan, kendi başına hiçbir yükü olmayan yaşam. Onu külçe haline getiren, şimdi hariç bütün bir zaman tasavvurunu (kaydedildiği haliyle geçmiş, korkulduğu veya iple çekildiği şekliyle gelecek) sırtlanmış yaşamak.


(Psikolojik zamanı geride bıraktığında suyun üzerinde yürüyebilirsin belki?)

20 Kasım 2017 Pazartesi

KEDİLER VE İNSANLAR

Kaplarını doldurduk, döşekli meyve sandıklarını bir kuytuya yerleştirdik, minderi kendi tüyleriyle kaplı bahçe koltuğunu da onlara bıraktık, kafalarını okşayıp evden ve kedilerden ayrıldık.



Sabaha karşı zihin gözüm onlara kaydı. Sarmaş dolaş yatan ufaklıklar, belki gece seferinden daha dönmemiş anne, açık renk postunda karanlıkta bir uzaylınınkiler gibi iyice koyularak öne çıkan gözleriyle gözdem Oğlan.. Duyguları olduğuna göre kedi yüreklerinden geçenleri hayal etmeye çalıştım.

Ardından, başlarına gelebilecekleri.

Güçlü bir rüzgar plastik koltuğu devirirdi, o vakit yerden yüksek bir tünekleri kalmazdı sözgelimi.

Buradan bir kaydırak gibi kaymaya başladım, kediler, insanlar; alemler arasında gidip gelmeye.

Gelip geçen türdeşlerinden yardım isteseler, devrilen koltuğu o çeviklikleri ve pati birliğiyle düzeltebilirlerdi. Fiziksel olarak yapılabilir, kavramsal olarak ise sorun ve çözüm tasavvurunun gerektirdiği akılsal boyut ile imkansız.

Hadi diyelim bu değişikliğin –devrilen koltuk- bir sorun olduğunu, hatta çözümünün bulunabileceğini anladılar, Dünyanın bütün kedileri birleşiniz! çağrısına kaçı uyardı? Cevval sokak kedileri, sahiplerini hizmetkar kılan cins kediler, fare ile beslenenlerle vitamin takviyesi alan, dişleri düzenli bakımdan geçenler..

Aklın bir –ya da birkaç- üst basamağından, insanlığın cebelleştiği irili ufaklı sorunlar da devrildiği gibi kalacak o plastik koltuğun dengi olarak görünmez miydi? Fiziksel olarak çözümlenebilir, kavramsal olarak ise o boyutta kalındıkça imkansız.

Edwin Abbott 1800’lerin sonlarında yazdığı kitabında (Flatland -Düz Diyar) sakinlerinin iki boyutlu geometrik biçimler olduğu dümdüz bir alemi anlatıyor. Günlerden birinde bir geometrik biçime oradan gelenlerce üçüncü bir boyut keşfettiriliyor. Kahramanımız neden sonra ikna olup türdeşlerini de bildiklerinin ötesi olduğuna ikna etmeye çalışırken başına gelmedik kalmıyor –ama kendisi dördüncü bir boyutun kapısını da aralamış oluyor.

*
Eşiklerde kokumuzu almaya çalışıyorlar mıdır hâlâ?


Her sabah yukarıdan inerek karınlarını doyuran, bazen de hepsini kovalayan kaprisli tanrıların nereye gittiğini sormazlar tabii herhalde ama demin vardı-şimdi yok karşıtlığı kafalarını karıştırmaya, bozulan düzenleri rahatsızlık vermeye devam ediyordur. Bir de koltuk devrilecekmiş, çok mu?


18 Kasım 2017 Cumartesi

YOLLUK

Tel kapıyı sürüp diri karanlığa çıktım.

Doğudan yumuşak bir esinti.

Mutlak bir insan sessizliğinde rüzgarın ine çıka fırdolayı yayılan sesi, uzaklarda bir yerde bir ya da iki cırcırböceği.

Orion batı ufkuna yatmış bile ama ortalığın aydınlanmasına daha bir buçuk saat var.

İnip kedilerle selamlaştım. Akşamdan karınları tok, ayaklarıma saldırmak yerine gerine gerine karşıladılar, uyku mahmuru. Fırından yeni çıkmış ekmek sıcaklığında yumuşacık kürklerine elimi daldırdım.

Ilık oralet rengi eski-yeni sokak lambalarına sırtımı verip kıyıya yürüdüm. Pırpır eden palmiye yapraklarının şırıltı ile hışırtı arası kesintisiz müziğini duya dinleye iskelenin ucuna gittim, denizin üzerinde durdum.

Koyu çevreleyen tepelerin karaltısının hemen üzerinde gök kubbenin sessiz ihtişamı!

Uçsuz bucaksız.

Kıpırtıları yıldız ışıltılı deniz. Yutucu çekimi.


İçimi, kireçtaşından bir çakıl misali, yuvarlandıkça yükseldiği tüm bu dipsizliğe bıraktım.

17 Kasım 2017 Cuma

15 Kasım 2017 Çarşamba

BİR KEZ DAHA HOŞÇA KAL GÜNEY

7 ay daha devirdik. Biz onu, o bizi öğüttü. Adını anmaya değer olaysız bir 7 ay daha. Ateşi başa gelenlerle beslenen sohbetlere hiçbir katkım olmaz. Ama konu baştan gelenler olursa başka, tezgahım, laboratuarım, deney tüpüm, eğlenceliğim yerine geçen insan işleyişi konusunda beni ateşlemiş gözlemlerden, fikirler, deneyimlerden bolca söz ederim. Pek alıcısı olmayan şeyler. Hiç kendinden ibaret kalmayıp hayata karşı tavrımı anlamada bana köprülük, kapılık eden, müzik alemine kendi çırasının ışığını tutan flüt üzerine de uzun uzun konuşabilirim. O da geçer akçe değil. Böylece insanlar konuşuyor, ben dinliyorum.



Neler yapıyorsun diye sorduklarında kestirmeden “Yaşıyorum” diyorum. Ruhumun gıdasını olaylardansa en basite indirgenmiş hayattan, doğadan çıkarıyorum. Değişiklik peşinde koşmadan değişime geçit veriyorum. Kırka bölünmeyen dikkatimin odaklandığı şey renk oluyor, haz, doyum. Para saçılmayan, havadan sudan şeyler ilk elden beslenme.

Doğanın yansıdığı kafamda bol boşluk, açıklık, tıkanıklıklarıma, engellerime, koşullanmalarımın gücüne, karanlığımın koyuluğu, aydınlığımın enginliğine, sivrilik, keskinlik ve yumuşaklığıma, pasıma, ışığıma, sınırlarım ve olanaklarıma uyanıyorum.

Nesini anlatayım? Yaşıyorum işte.


Bir 7 ay daha bu oyunun sahnesi oldun, sağ ol ve hoşça kal güney.

11 Kasım 2017 Cumartesi

BİR KASA KEDİ, YARIM KASA SORU, TEK BİR CEVAP




Mamalardanmış. Sarı kedi ilk doğumundan olma oğlanı hâlâ emzirirken yeniden hamile kaldı. Veterinere göre, işin kolayına kaçarak veya tam beslensin diye dayadığımız hazır mamalar, normalde yılda iki kez doğuran kedileri her ay yumurtlar hale getirmiş. Sen yaparsın, bünyen kuvvetli olarak tercüme edilen bir şişirilmişlik.

Yiyeceğini koruyamıyor, zorbalığa pabuç bırakıyor demiştik. Bu (nereden baktığınıza ve insanca nitelikler yakıştırıp yakıştırmamanıza bağlı olarak) bilgece, aşmış ya da zayıf hali içimize dokunduğundan onu korumamıza almıştık geçen yıl. Sonuçlarını kestirememişiz. Nereden bilelim?

İlk oğlu, Cornelius, çok hareketli bir yavru, cevval bir ergen oldu. Anası şimdi bir de hamile, artık onu kovar ki yenilere yer açılsın diye bekledik. Bir iki hırladı, araları gerildi ama –babamın taktığı ad ile- Oğlan peşini bırakmadı. Ananın zaten varla yok arası direnme, kendini öne alma gücü tükendi. Üç yeni yavru doğurduğunda artık kendi cüssesini geçmiş, güçlü kuvvetli, toraman Cornelius onlara katıldı!



Anası, başka yerde doğurduğu yavruları 3-4 haftalıkken bize taşıdı –ne biçimsiz, ham taslaklardı. Yeteneksiz bir resim öğrencisinin kötü geçen ilk asit tribinde, aklı kedi, fare ve perdeayaklılar arasında gide gele çiziktireceği türden. Terastaki çiçekliğe yerleştirdi.



Ne yapmıştık biz böyle? Doğanın eleyeceği bir davranışı koruduk korumasına da nasıl ve neleri değiştirerek? 6-7 ay bak, bırak, kalırsa gelecek sezon devam et. Ne kalpsizsin, al götür işte Ankara’ya, babana da yoldaş, eğlence olur diyen oldu. Kendimi ve bitmeye bırakamayacağım ilişkiye girmeyeceğimi bilmesem, iyi niyetle egoistlik arasındaki sınırı bulanık bir tavırla kediyi doğal ortamından koparır, götürüp şehir evine tıkardım. Belki.

İyilik mi etmiş olurdum? İnsanlar aleminde hapis ama güvenli, uzun, uzatılan bir ömür. Bu mu olurdu iyilik? Şu özgür hareket alanından, elementlerle, türdeşleriyle iç içe, zorlu ama doğal yaşamından koparmak mıydı iyilik?

Hadi götürmüyorsun, bari kısırlaştır, yazık hayvana diyen oldu. Onu da yaptırmadım. İçerde durmazdı, dışarı salamazdım. Kritik dönemde başına iş gelmesini göze alamadım.

Masumluğu, güzelliğiyle yüreğimize girdi. Sevgi miydi şimdi bu? Yoksa bu duygunun hoş tadını verecek uygun bir nesne mi bulmuştuk? Bir bulanık sınır daha.



İlk yağmurda babam çiçekliğin üzerine bir tahta çatı yaptı ama toprak ıslandı tabii. Yavruları karşı evin altındaki boş alana götürdüm, oradaki bir meyve kasasına koydum. Hava açınca anaları geri getirdi. En acarları, durduğu yerden kaçan, gezeni eksilmişti. Bir şey hissetmedim. Giderek güzelleşen diğerlerine de. Sandıklarını getirdim, minderler, çoraplar döşedik. Verandaya yerleştiler. Cornelius da aralarına. Hiçbir şeye karşı çıkmayan anasının memesine yapışıp cork cork emişine küçükler adına kızdık bir iki. Onun iki hamlede çektiği süt, üvey kardeşlerinin iki öğünü filan olmalıydı. Çekip çıkardık sandıktan. Karışmamayı hâlâ öğrenememiş gibi. Sonra bıraktık.



Anne geceleri gidiyor. Ya ava ya çapkınlığa ya başka bir kapısı daha var. Yavrulara Cornelius bakıyor, onun üstünde, altında, göğsünde uyuyorlar.



Anaları sabaha karşı yine öteberiyle dönmeye başladı. Bir kuş, bir torba ekmek (çok komik, günah diye çöpe atılmayan, yanına torba içinde bırakılan bu ekmeklerle bakkaldan gelir gibi).. Oğlanla ona mamalarını veriyorum. Ardından sandığa hep birlikte yerleşiyorlar, ikisi ufak, biri kendinden büyük üç çocuk memelere asılıyor.

Cornelius cinsel olarak aktif hale geçince ensest ilişkileri sırasında da emmeye devam eder herhalde.



Kendi bilecekleri iş.

Benim bağım çözülüyor.


Bitmeye bırakamayacağım ilişkiye ve altından kalkamayacağım taahhüdüne girmeyecek kadar da biliyorum kendimi.

10 Kasım 2017 Cuma

SABAH VARYETESİ

Babam el yakan haşlanmış yumurtasını tabağına atıp tezgaha geri döndü.

Geniş yüzeyiyle tüten yumurtanın enli başlayan dumanı..

Brancusi’nin eğrilerini (Boşluktaki Kuş vd) çağrıştırarak sakince yükselip ta yukarılarda bir tuba ağzı gibi açılıyor, içinden art arda böyle başka ağızlar doğuruyordu, dışa saçılan bir sarmal.

Tanrım, ne gösteri!


Teşekkürler yumurta! Günümü şimdiden gün ettin.

9 Kasım 2017 Perşembe

SABAH YÜRÜYÜŞÜ –III

Toprak yolun son yağmurlardan kalan su birikintilerinde sonbahar yansımaları, pas tonlarına bürünmüş düzlükten Flamingo Yoluna devam ettim. Başını kaldırmana gerek yok, güz yerle birdi.



Aklımı, kayışını çıkardığım genç bir köpek gibi serbest bıraktım. Ne bir yavru gibi ele avuca sığmazdı ne de yaşlısı gibi miskin. Hava kadar diriltici, onun kadar da tatlı sıcak, oraya buraya seğirtti. Sonra da yatıştı, peşim sıra gelirken pek sessizdi. Sakin.



Depresyonda yürüyüşü boşuna önermiyorlar. Ritmik hareketin düzenleyici, yatıştırıcı bir yanı var. Ama benim şimdiki yürüyüşüm öyle değildi. (E, zaten depresyonda da değilim.) Elimde kamera, gözümle köpek-akıldan daha fazla öteye beriye gidiyordum.







Derken fotograf çekmeyi de bırakıp hızlanmadan yürüdüm. Keçi sürüsü şimdi uçurumun karşı tarafındaydı. Çobanları kadının elinde cep telefonu mu olduğunu merak ettim.

Dönüş yolunda bir müşkülümün kafamda kendiliğinden açıldığını fark ettim. Bir süredir girdiğim kuvvetli iritasyon krizlerinin..

Böyle diken üzerinde, sinir olarak, karşındakini itip kapanarak, öfkeyle karararak aslında kendini incitiyorsun.

Ne kadar daralıyor, körleşiyorsun. İçin, herhalde dışın da, çirkinleşiyor, kirlettiğinden çok kirleniyorsun.

Sustum, kulak kesildim. İçtenliği, usulcalığı, isabeti şaşırtıcı bir içgörüydü. Ve kaynağı ego olmayan hakiki bir içgörünün yaptığı gibi can alıcı bir gerçeği lafı hiç dolandırmadan ama canını da yakmadan duyurmayı bildi.

Derdin karşındaki değil, dayanamadığın kendinsin öyle vakitler.



Taş gediğine oturuverdi.

Ruhuma saplanmış, günlerdir gevşemek bilmeyen bir kramp çözüldü gitti.

8 Kasım 2017 Çarşamba

SABAH YÜRÜYÜŞÜ –II

Fazla gitmemiştim ki, işin suyunu çıkaran günübirlikçilerin sahilin ortasında taşlarla çevirip ateş yaktıkları yerde bu kez şişe kırıkları dikkatimi çekti. Parçalı şeylerin üzerimde karşı durulmaz bir çekimi var. Görünümü, bütünü bölen, kıran, yeni, ucu açık cümleler, imgeler, simgeler oluşturan parçalanmışlıklar..

Ufak bir –herhalde- viski şişesi, kim bilir hangi ayyaşın heyheylenmesiyle boynundan tutulduğu gibi ateş yerini çevreleyen taşlara çalınarak parçalanmış. Fazla değil; camın kalınlığı tuzla buz olmasını engellemiş. Yandan gelen sabah güneşi, camdan süzülüşü, çeşitlenen renkler, taş ve camın yanak yanaklığı.. Ahh!



Hiç çiğnemediğim bir kuralım var: Fotograf nesnene dokunmayacaksın! Yani ellemeyeceksin. Dilediğince dokunacağın, müdahale edebileceğin şey, senin ona yaklaşımın. Bakış açısı, ışık, perspektif, çerçeveleme ve tabii kamera ayarları ile bir noktaya kadar çekim sonrası işleme. Bu kuralla gözettiğim düşünce galiba şu: Tabağındakinden, elindeki, önündekinden en iyiyi çıkar. Varolanı kendi istediğime göre değiştirmek yerine (bu yalnızca zorlama, hatta zorbaca gelmiyor; kendi isteğim demek, bildiğimden şaşmamak demek, bu da beni bildiğimden daha öteye götürmez, kendimle kısıtlar) onu algılayışımla oynamak. Böylece mevcuttan yola çıkan bir arayışa dalmak. Bunda rastlantıya (nesneyi rastlantısal bir halde buluyorum) epey bir yer açma da var ki beklenmediklikler, tasarlanmamış sonuçlar, keşifler için çok bereketli bir alan.

Fare kıstırmış kedi gibi başladım kırık şişenin çevresinde dört dönmeye ve de hikayeler görmeye. Oynadım, oynadım. Bakışımı kaldırıp Korsan koyundan yola çıkan keçi sürüsünü seyrettim, Yörük kadının keçileri güderken attığı vahşi çığlıkları dinledim –opera yazsam bunları eklemenin bir yolunu arardım -palto dikilecek ne güzel bir düğme. Sonra devam ettim.

Tamam, bu! dedirten resmi yürüyüş dönüşü aynı yerden geçerken yakaladığımı bilgisayar başında çektiklerime bakarken gördüm. Fikir, duygu, yatağı, yürüyüş sırasında, aklım onda değilken olgunlaşmış. Sık yaşadığım bir şey. Tohumu at (bunu içini hoş bir ateş gibi yakan heyecanın parlayıverişinden anlarsın), aklını üzerinden çek, bırak bilincinin altında usul ateşte pişsin..

Esin ve heyecan veren şeylerde benzer bir işleyiş de onu sonradan dile dökmeye kadarki gidişte. Önce güçlü bir uyarım geliyor (ayağının dibindeki gazete yaprağında bir ölüm ilanı, kırık bir viski şişesi). Bir yırtıcının av kokusu alması. Onunla ilişki kuruyorum (sadece izliyor ya da fotografını çekiyorum). Şölen! Buna nasıl bir anlam verdiğim, ne gibi bir bağlama oturttuğum ise sonradan, başına oturup düşünür, yazar ya da fotograflar üzerinde oynarken aşama aşama netleşiyor. Sindirim. Düşüncenin kuru, kendini tekrarlar mekanik bir işlem olmaktan çıkıp ilhamın heyecanına banıldığı, bilincin altı ile üstü arasında hoş bir arkadaşlık, işbirliği.

Her neyse. Şişenin ayyaşın hoyrat elinde son bulmuş görünen serüveni, bir sabah yürüyüşünde canlanıp biraz daha sürdü, bana da güzel bir vakit geçirtti.




Son kare. Aklıma birçok başlık geldi, yaklaşım, ilişki. Bir kobra gördüm, başı hâlâ yılanken gövdesi gotik bir fanteziye ayrılmış. Ezik bir mitolojik figür. Tanrının kulak vermediği bir yakarış.. Derken Sisyphos’u gördüm (taş ve cam) ve oturdu! 
Çökkün Sisyphos dedim.

SABAH YÜRÜYÜŞÜ

Tatlı bir gün. Yürüyüş havası. Kimsesiz, masmavi.

Kahvenin önündeki açıklıktan geçiyordum, ıslana kuruya rüzgarla savrulmuş gazete yapraklarına gözüm takıldı. Kancası bilincimi altlarından yakaladı. Ardından zokayı yuttum. Birkaç adım atmışken birden durup geri döndüm, sayfalardan sonuncusunun başında durdum. Anlamı bir anda vurur, dalga dalga açılır, sözcüklere dökülür hale gelirken baktım.



Bin lafa bedel bir resim.

Zamanlar (gidenin ölüm vaktiyle şimdi), mekanlar uç uca geldi. 

Acısının düştüğü yeri yakmış, sonra yavaşça kanıksanıp dinen ateşi ile bunun hiçbir şey ifade etmediği yabancılardaki kayıtsızlık. Fırtına gibi estiğinde de, varlığı hiç hissedilmediğinde de akıbetin ortaklığı: Fanilik.

Kendimizi, yakınlarımızı merkezi bildiğimiz evrenin daha böyle sonsuz merkezliliği. Aynı hesaba gelen önem ve önemsizlik, anlam ve anlamsızlık.

Kavrulmuş kağıtta siyah beyaz eski bir haber ile renkleri dipdiri, capcanlı bu gün.

.. gördü ve aydınlandı diye bitecek bir Budist meseli olabilir şiddette bir idrakti.


Fotografını çektim ve yola devam ettim. 

7 Kasım 2017 Salı

DUR HELE

Sabrım taşmak üzere, tüylerim diken diken, bir süre dört döndüm.

Silahları kuşanıp restler çekme, işi bir güç savaşına dönüştürüp galibi çıkarak bunaltıyı savuşturma fantezilerine kapıldım.. (Kendi kendimi soktuğum çıkmazın umarsızlığı burada; güç savaşları hiçbir zaman çorbam, değil kazanmayı, oynamayı öğrenebildiğim bir oyun olmadı.)

Bu tepkide bir terslik, işe yaramazlık olduğu hissini arkadan arkaya duyarak yattım, katılığından rahatsız.

Kauçuk niteliğini kaybedip sertleşen lastik imgesi ve yumuşamış bir içle uyandım. Rahatla diye fısıldamaktaydı bir yanım diğerine. Katılaşıp kapanmak düğümü sıkılaştırmaktan başka işe yaramayacak. Şu ne fren tutan ne hızlanmak bilen kötü lastikler misali halden çık. Bırak hayat senin tasavvurlarının (kendine hak bildiğin tepkilerin –ah, o kendine hak bilmeler yok mu, zehrin önde gideni!) ötesinde gelişsin. Bak bakalım neler getiriyor, götürdükleri neler. Ne kadar esnek olur, benim dediğim! diye diretmezsen o kadar seçenek görürsün.

Kapılıverdiğim infialin, ilişkiyi havalandırmak yerine damla damla biriken bir sıkıntı haline getirmenin, egzozunun yavaş yavaş tıkanmasına aldırmadan aynı yolda gitme sonucu olduğu o vakit dank etti.

*
Böyle berraklaşma anları elbette iyi ama düğümlerin bir seferde oluşup çözülüverdiği polisiye dizilerdeki gibi de olmuyor. Nahoş hal, tepkisellik, ona bakış değişmekte bile olsa sürebiliyor.


O zaman da hüner onu barındırmakta galiba. Anında ortadan kaldırmaya, başka uğraşlarla gölgede bırakmaya, görmezden gelmeye yeltenmeden olmaya bırakmakta. Hikayelerinden, getirdiğin açıklamalardan soyarak saf bir fizyolojik hal çıplaklığında yaşamakta. İman tahtanda dalgalanan bir çalkantı, sesini bulamayan bir çığlık olarak.


Varlığını sakince tanımada. Dürtüsüne uymadan, derindeki meramını analizlerle, savunma ve saldırılarla boğmadan kulak vermede.

6 Kasım 2017 Pazartesi

İĞNEYLE DERİNLEŞEN KUYULAR

6’yı biraz geçe hava, safir üzerine Amazon ormanları kelebeklerinin kanatlarındakilere, kurşunisinden soluğuna, kat kat bulut ve aralarındaki açıklıkların da marifetiyle mavinin akla geldik gelmedik tonlarıyla aydınlanıyordu. Soğuk odadan daha soğuk dışarı çıktım. Gündoğumlarıyla batımlarını ufukta görebilmeye şükranla derin bir nefes aldım.

Çıt çıkmıyor, kuşlardan, kedilerden bile. İki gündür ortalığı kasıp kavuran yağmur ile rüzgar da ara vermiş. Ortada neyle ne zaman bozulacağı belirsiz, o ölçüde de kıymetlenen bir barış, sükunet.

İçimde de. Hava hallerinin insanın içine ayna olduğu zamanlardan. Tül tül inen yağmurdan sileceklerin yetişemediği sağanağa, ağaçları telaşlı bir malikane uşağının tüy başlı toz süpürgesi gibi oradan oraya yatıran rüzgardan aralarda açıverip kıyametin ortasında cennet olan güneşe.

Huzuru içimde de bilerek aşağı indim. Kahvaltıyı hazırlarken bitirip bir sonrakine atlamak üzere giriştiğim basit işlerle ilişkimin ne kadar değiştiğini gözlemledim. İçimdeki o gergin yay gevşemiş, neden olduğu belirsiz telaş, nereye koştuğu meçhul sabırsızlık dinmiş, zamanla, can sıkıntısıyla barışık hali seyrettim.

Yıldızların elverişli hizalanışına, rastlantıya borçlu olduğum bir hal değil bu. İğneyle kazılan bir kuyu daha çok.

Ele alınmayan, yakından bakılıp kurcalanmayan zihin, özellikle can sıkıntısı (daha doğrusu onun can sıkıntısı! diye bir kalemde kenara attığı yaşanan anın işlenmemiş cevheri) söz konusu olduğunda su katılmamış ergen gibi davranıyor. Her şeyi (rengi, çeşitliliği, rahatlığı, nahoştan esirgenmeyi) kendine hak bilen, takıntı haline getirmedikçe hiçbir şey üzerinde fazla durmayan, bir dur bak denildiğinde havalara sıçrayan huysuz bir zıpır.

Zihin bu ham haliyle hiç terbiye görmemiş yetişkin bir köpek gibi, sahibinin elini yalayabilir de dişleyebilir de. Uyguladıkça, meyveleri aldıkça artan bir sabır ve şevkle onu eğitmeye giriş (yani bir yanınla kenara çekilip gözlemle, yaklaş, dinle, anla), karşılığı oradan buradan, azar azar, hoş sürprizler halinde gelmeye başlıyor.

Mesela kendine yönelen iç sesler (eli kırbaçlı, acımasız zorbalar, kıyıl kıyıl aşındırıcılar, esinlendirici, alan açıcılar, şefkatli ve buz gibi olanlar, aydınlık ile karanlık) belirginleşip ayrışıyor. Bu da hakimiyetlerinden özgürleşmenin, sahneye kaprisli giriş çıkışları elinde oyuncak olmaktan kurtulmanın başlangıcı; onlarla özdeşleşmek gevşemeye başlıyor, derken bir bakıyorsun, ara ara hükümsüzleşiyorlar.

Karıncanın adımı. Yol çok uzun, sen pek ufaksın demişler. Olsun, ben adımımı bir atayım da demiş.

Ne iyi demiş!

*
Bir iğne de flütlü elimde. Kazdığım kuyu aynı.

Müzik de sınırsız alan açtığım bir şey. İlk nefeste içine girdiğim, karşılaştırmanın, dışarıdan ve uzaktan dayatılan ölçütlerin, dayanaksız amaçların, parazit iç sesler baltalamasının oracıkta kesildiği bir alan. Sabırsızlık, düş kırıklığı ve kendine kızmaktan bu kadar tutarlı bir şekilde uzak olduğum başka bir şey de olmadı ömrümde (yok, bir de fotograf var).

Yalnızca sesler ve onları işlemeyi öğrenmeye odaklanan nefesim, ellerim, kulağım. Araya hiçbir şeyin girmediği doğrudan, yoğun bir ilişkilenme. Nereye kadar giderim, çabaya değer mi, o gün canım çalışmak istiyor mu.. Bunlar hep dolaylı ilişki kaygıları, benimle flüt arasında yeri yok. Adımımı attığım an o katıksız açıklıktayım. Sadece o an. Onu adlandırıp sıfatlandırmadan, kendi biricikliğinde yaşamak. Ne kadar çalkantılı, daralmış vs girersem gireyim, belirsiz bir geçişle o açıklığa çıkıyorum.


Elimde iğne, dipsizliği bir şekilde ruhuma işleyen bir kuyu da onunla kazıyorum işte.

2 Kasım 2017 Perşembe

NE ZAMAN Kİ

boşlukla, nahoşla (tatsız, zor olaylar, düşünceler, duygular) barışıksın, özgürsün.
Alışkanlıkların (onlar pekiştikçe korkun, kaygın, kaçışların da derinleşiyor) pençesinden azat.


Tersi de geçerli. Kaçış alışkanlıklarını (bir sigara/kadeh/tabak vs daha, ekranlar karşısında biraz daha zaman) askıya alabildikçe özgürleşiyorsun.

1 Kasım 2017 Çarşamba

KÜÇÜK BİR GECE MÜZİĞİ

Kurumaya başlayan yaprakları büyüklük ve kalınlıklarına göre hışırdatan rüzgardan başka şey işitilmiyor.

Sessizliği derinleşerek uzayıp giden bir gece.

Issız da. Portakal hasadını bekleyen bir karı koca ile yaşlı bir teyzeden başkası yok civarda.

Kitabımı (bir ruh arkadaşı: John Berger, Hold Everything Dear: Dispatches on Survival and Resistance) kapayıp kulağımı gecenin yoğun boşluğuna açıyorum. Hiçliğinde ne kadar dolu, besleyici. Onu böyle bilemezdim internetti, Facebook’tu, geceyi kirleten şehir ışıklarının zihinsel karşılığı uyuşturucu kalabalıkla ilintimi kesmeseydim. (Boşluktan korkma, adımını at, zenginliğine geçit ver.)

Flüte yer açılıyor, bol alan.

*
Sadece gece ve kendi elim, nefesimden çıkma müziğim, duya duya, duydukça nüanslanarak çaldım çaldım.

Şimdi yeniden sessizlik. Yani rüzgarın itip kaktığı kilidin ve klavyenin tuşlarının tıkırtısı ile buzdolabının homurtusu dışında.


Sesler kadar düşüncelerin de (içsel ses, gürültü kaynaklarının) seyreldiği gece olanca ihtişamıyla beni yeniden kuşatıyor.