26 Aralık 2016 Pazartesi

SEYRELTİK BİR BEYOĞLU GEÇİŞİ

Boşluğu, anlamsızlığı, şekilsizliğiyle ne yapacağını bilemeden, kasesi öfkeli bir el tarafından sofraya çalınmış kıvamlı bir çorba lekesi misali darala genişleye dört bir yana yayılan Taksim Meydanına çıktım.

Yılbaşı tezgahlarına ayırdıkları alanın kırmızı takından girdim. Uzunca bir dikdörtgenin iki kenarı boyu sıralanan hediyelik eşya bölmeleri. Ortada bir sahne, boş. Banttan kulağa hoş gelen müzik yayını, kahve, kestane kokuları. Tenha. Tempom değişmeden dolandım.

Egzoz yoğunluğunun genzimi yaktığını söylediklerimden bir tepki almıyorum. Dışarıdan gelmişim, daha üç hafta önce doğadaydım, hava şımarığı olmuş. Şehirliler kurşun, asit solumaya alışık, neden söz ettiğimi anlamaları zaman alıyor. Birkaç gün esen poyraz kesildi, hava çöktü, yine ağır. Külrengi göğün ayazında yağmur çiselemeye başladı. İnce, tül gibi.

Çiçekçilere doğru yürürken polis bariyerleriyle çevrilmiş –boş bir ağıl gibi görünen- çemberin kenarında alışılmadık bir hareket dikkatimi çekti, dönüp baktım. Sırtını bariyere dayamış bir gencin üzerine abanarak onu geriye doğru iten başka bir genç. Çok ağır bir dans gibi. Bir ara eşcinsel bir çift mi dedim ama alttakinin doğrulur gibi oluşuyla diğerinin iki eliyle onun boynunu sıkıp yeniden geriye doğru eğdiğini fark ettim.

Etrafa bakındım. On on beş metre ilerde çoluk çocuk güvercinlere yem atıp seyreden dağınık, ufak bir grup. Gelen geçen tek tük insan. Beride süren sessiz şiddeti fark edenler müdahaleye yeltenmeden, yaklaşmadan göz ucuyla izliyor.

Ürkek, donuk bir çerçeve. Yalıtılmışlığınki.

Caddeye girdim. Galatasaray’dan aşağısı ile yukarısı arasında oranı değişmemişse de kalabalık bir vakitlerin yarısından belki daha da azı. Hızlanan yağmur altında hızlanmadan, şemsiye açmadan yürüdüm.

Sıcak, güzel bir koku peşinde Starbucks’a girdim. Kahvesine bayılmam ama önemli olan o değildi. Avuçlarımı karamel macchiato’nun karton bardağına doladım. Arkamı yaslanıp uzayan kahve kuyruğundakileri seyretmeye koyuldum. İnsanları. Hayatla nasıl ilişkilendiklerini, güçlerini nerelerden devşirdiklerini, karmaşa, kaos, korku, ışıksızlık, mutsuzluk ile nasıl baş ettiğini bilmediğim yabancıları.



Lale Plak. Elim Joshua Redman ile Brad Mehldau’nun Nearness albümüne gitti. Doğru gitmiş. Günün müziğiymiş.

19 Aralık 2016 Pazartesi

HOŞ MU GELDİM İSTANBUL?

Yol iyiydi. Kar bozkırı, çam ormanlarını, dağları, düzlüğü örtüsüyle eşitler, ayrıntılara hayal katarken mavi beyaz, aktı gitti. Ankara’dan 10’da kalkan otobüs üç buçukta Ataşehir’deydi. Bir kısım yolcusunu indirip TEM’e vurdu. Nispeten daha iyi olacağını umduğum Pazar günü kalabalığıyla pek kımıldamayan çevreyolunda kısa bir süre sonra üçüncü köprü ayrımına saptık. Ve ikinci yolculuk başladı!


Araç trafiği birden düştü, tek tük ağır vasıta ile bir biz vardık, kaymak gibi dört şeritli bir usturayla ormanları sıfıra vurarak kuzey-doğuya doğru geniş bir yay çizmeye koyulduk. Yol boyu güneşli olan gök şehir üstünde bulutlanıp açılarak panorama ile bir tiyatro ışıkçısı gibi oynuyor, ormanları karartırken ta uzaklardaki bol, sıkışık yüksek binaların siluetleşen gürültüsüne tozlu bir sarı aydınlık patlatıyordu. Aşağılarda, yamaçlarda kurulu ufak köylerin, yalnız evlerin, şehir dışı sitelerinin üstlerinden aktık. Neşesi şimdiden kaçmış yol boyu ağaçlıklar canı çekilen kirli yeşilleriyle “Bu muydu?!” diye sızlanıyordu. “Yolunuzu da içimize de ettiniz, peki ya sonra?” İçim burulurken gözüme koca koca tabelaların şamarı indi. Mantar gibi bitecek bilmem ne restoranlarının, benzincilerin henüz sadece vaatleri.

Viyadükler aştık, tünellere daldık, tünellerden çıktık, viraj üzerine viraj döndük. Nice zaman sonra sağ yanda, yeşil bir örtünün az uzağında masmavi Karadeniz belirdi. Kayboldu. Yeniden belirdi. Karşımızda üçüncü köprünün İskandinav tasarımı çamaşır mandallarını çağrıştıran ayaklarıyla birlikte şimdi Boğaz girişindeydik. Aşağıda dalgakıranıyla Poyrazköy, Anadolu Feneri. Dik yarları, ıssızlığıyla (o ıssızlığı bozan şeyden bakışla) vahşi, çok güzel.

İçinden geçerken köprü dışından göründüğü kadar zarif değil. Araçları sert rüzgarlardan korumak için olduğunu sandığım iki taraflı yüksekçe bir çit, görünümü dilimlere ayırırken kendi çizgileriyle görsel bir kargaşa yaratıyor.

Karşısı. Rumeli Feneri, Uzunya, Garipçe.

Artık saçkıranlı yamuk yumuk bakımsız bir kafaya dönmüş yeryüzü şehre karışırken devam ettik. Gökyüzündeki oyuncu ışıkçı da şalteri indirip görünümü kasvetli bulutların ışık pintiliğine bıraktığı gibi çekip gitmiş, çevreyolundan ayrılıp kirlisıkışıkbiçimsizçirkin şeye, bu İstanbul’a daldık.

Nefesim kesildi, içim daraldı. Yarınsız soluksuz umutsuz aldırmaz hoyrat kıyıcı gözü cebinde-eli ölümcül adım attıkça ezen bitiren yaşatmayan-yığan bir gulyabani edilmiş İstanbul!

Hoş mu geldim?

Taksinin (bindiğimde saat 5’e geliyordu) köşesinde neredeyse iki büklüm, havayla birlikte gittikçe karararak bu kez geriye doğru bir kırk beş dakika daha giderken şu mucizevi su, Boğaz göründüğünde kalbimin buzu eriyiverdi. O çok derinlerde yer etmiş sevgi ışıl ışıl ısıtmaya başladı kaldığı yerden.

Geç bugünü bir kalem. Ne bin yıllar gördü geçirdi bu soylu Prens. Silkeleyip attığı ne soysuzlukların, vahşetin sahnesi oldu. Hepsi geldi, hepsi geçti.

Hoş mu geldim?


Evet, hoş da geldim.

13 Aralık 2016 Salı

DOSTUM FLÜT

Yüksekçe seyreden tansiyonumu ölçtüğümde nabzımla birlikte düşmüştü. Şaşırmadım, şükran duydum. İyi bir düzenleyici, dönüştürücü olarak çalışan flütümü alıp çalmaya devam ettim.

Beni sakinleştirdiğinden söz ettiğim arkadaşım, iş nefeste, flüt bahane dedi. Doğru, nefes faslı başlı başına yatıştırıcı. Ama çok daha fazlası var. Flütle başlayıp hiç onunla kalmayan, insanın önüne yol açan (aslında hep orada olan yolu görmemi sağlayan) bir olgu bu.

Başlangıçta öğrenme zevkimi tatmin vardı. Yaşadığım dağın başına uygun, elimdeki de bir plastik flüt. Beni cezbeden yalınlığı, doğallığı oldu, çevreye uygunluğu. Sevgimle birlikte ilgimi, dikkatimi vermek anı anına yürüyen bir ilişki yarattı. Bugün tabağımızda ne var? Yeni bir egzersiz. İyi. Ölçü ölçü çalışalım o vakit. Uzak ve yabancılaştırıcı beklentilere kapılmadan, gözümüz sadece önümüzdekinde.

Bu bana sabrı, yaşadığımda kalmayı öğretiyor. Yaptığımdan ibaret olmayı.

Konsantrasyon yeniden birleştirici, tek parça haline getirici. Ki endişe, umutsuzluk, kötümserlik gibi eşikte bekleyen tepkilerle dikkati bir çılgın haline getirip bir yandan daldan dala atlayan yaralı bir maymun gibi oynatırken bir yandan da gelecek kaygısına sabitlemesi işten olmayan mevcut ortamda aklını korumada da önem kazanıyor.

İç dünyamızı hallaç pamuğu gibi savrulmaya bırakarak değil çözümü, sorunu göremez oluyoruz.



Onun için belki de ilk adım sakinleşmek. Çamurun çökmesi, suyun berraklaşması, dikkatin, zihnin yatışarak ana dönmesi, yaşadığında kalması. Bunu doğrudan sorunla (memleketin, dünyanın hali!) değil, insanın kendini tümüyle vereceği kadar sevdiği bir şeyle (çocuk, doğa, hayvan, uğraş, sanat, hobi) işlemeye başlamak yerinde görünüyor.

İnsana terörün ilkten yok ettiği kontrol duygusunu kısmen de olsa geri veriyor.

Kontrolü de yeniden düşündürüyor. İşe yarayan-yaramayan yorumlarını. Sonuçların değil, sadece yaptıklarımın (o da kısmen) kontrolümde olabileceğini. Beklentiler ve direncin yol açtığı tahribatı.

Şu plastik flüt kadar yalınlaş diyor plastik flütün ilhamı, an’a gel, tüm varlığınla orada kal. Gör, duy, anla. Parmaklar, saz, notlar bahane, dikkatini yont. Tevazuuyla, aşkla.

*

Cem Şen bir yazısında bugün yapabileceğimiz en iyi (belki de tek) şeyin işimizi en iyi şekilde yapmak olduğunu söylüyordu. Yıkım geride kaldığında toplumun toparlanmasında bunun büyük bir rolü olacağını. O da var. 

11 Aralık 2016 Pazar

BUZ, ATEŞ VE SU

İstanbul’da dünkü patlamalarda 38 kişi öldü, 155 kişi yaralandı.

*
İçimde buz, ateş ve su sahneyi kah bir başlarına kaplıyor, kah diğerlerine karışıyor, kah geri çekiliyor.

Katılaşıp büzüşür, uzaklaşırken hiddetleniyor, içim içimi yerken durulup açılıyorum.

Buraya kadar diyor buz. Ne yapmalıydık, ne yapmalıyız, önceden düşünecektiniz. Hem zaten dürüst ol, ne zaman siyasi bir yönelimin oldu, bırak onu, sivil haklar konusunda parmağını kımıldattın? Eylem hiçbir vakit çorban olmadı. Şimdi de.. geçmiş olsun!

Patlamak üzereyim diyor ateş. YETER! Bunca acı (oyucu ve saçma), parçası olmanın utancı, suçluluğu, ne yapacağını, nasıl karşı çıkacağını, birlikte yaşayacağını bilememek. Bütün bu savruluş, asılı kalma. YETER!

Dur diyor su, bir adım geri çekil, iplerin her çekilişinde tam da beklenen tepkileri sıralayıp her seferinde biraz daha azalmanın, donuklaşmanın, kahrolmanın bir yararı yok. Sakin ol.

Sakin ol. Dengeyi başka türlü sağlayamayacağız.

Eylemle seyir arasında böyle bölünüp ikisinden de aciz kalmak hiçbir yere götürmeyecek.

Yapabildiğine dön, izle.

İçindeki kiniği salma diyor sonra buza. Alay, aşağılama, katılaştırıcı bir mesafe koyuş.. Bunlar bir an yüreğini soğutsa da uzun vadede koparıcı, yıkıcı.

Esip yağıp gürlemek de öyle diyor ateşe. Birlikte ağlamak, birlikte bağırmak, dozu ve süresine dikkat edilmediğinde Öteki’ne düşmanlaşmaya varıyor. Çıkmaz sokak.

Haddini hatırla, diyor bana, bir yere varacak bir yol olacaksa başı orası olmalı. Ne ufalt ne büyüt kendini.

Hissettiklerini de öyle.




Söyle: Bilmiyorum, anlamıyorum, acı çekiyorum, karanlıktan korkuyorum, boğuluyorum.

9 Aralık 2016 Cuma

ENGİN

En son elinde ufak bir alışveriş torbasıyla yolda rastladım. Ağzı, burnunu örten beyaz maskesinden gözlerine taşmış bir gülümsemeyle yeniden ayağa kalkmanın, kendi işini görmenin, kısa yürüyüşler yapabilmenin ne nimet olduğunu keşfedişinden söz etti. Böyle giderse bir iki ay içinde işine dönmeyi düşündüğünden.

Çok geçmedi, güneye göçtüm. Sonbaharın ortalarında ağır hasta olduğunu, ikinci bir kez yenemediği kanserin bütün vücudunu sardığını öğrendim. Şehre dönüşümde son haftalarını yaşadığını söylediler.

*
Kum saatinin yukarı bakan haznesinin hızla boşaldığını bildiğim halde / bildiğim için seni arayamadım Engin. Boşunalık hissini aşamadım. Lafların, tavırların ne hafif, uzak, boş kalacağı duygusunu. Nasıl uzanacağımı, nasıl dokunacağımı bilemedim. Bir yanım bunun bir yolu olması gerektiğine kuvvetle inansa da sarsaklığından ürken yanım yaklaşamadı.

Başucunda oturup elini tutmak, o hiçbir şeyin doldurup örtemeyeceği, anlam veremeyeceği bilinmezliğin sen eşiğinde, ben daha yabancısı, birlikte susmak.. Ama sıradan bilincin ayak bağını aşamadım.

*
Buz mavi havada kırık dökük bir cenaze töreni. Arkadaşlar, eski öğretmenler, eş dost, biraz protokol.

Cenaze törenleri nasıldır, bilirsin. Tabutunun başında allı desenli bir eşarp, tek bir çiçek, cansız bedenine sırtı dönük fanilerin devam eden hayatları içinde bir toplanır gibi olan bir dağılıveren dikkatlerinde sen şimdiden çözülmek üzere bir anısın.

Bu kadar önemsediğimiz, gözümüzde büyüttüğümüz şeyin, hayatın maskesini yokluğuyla alaşağı ederek aslını, boşunalığı soğuk bir rüzgar gibi estiren bir anı.

*
Seni mezarlığa uğurlayıp ellerimizi nefesimizle ısıta ısıta yakınlardaki bir simit sarayına yollandık. Çaylar söyledik, kahve, ortaya simitler. Ölümü kapının önünde bırakıp senden de biraz ama çokça devam edip giden hayatlarımızdan söyleştik.

*
Akşam ezanı okunurken yattığı mezarlığı hayal ettim. Karanlık, boş.

Ölmekten öyle korkuyordu ki diyordu acının yüreğini deştiği kardeşi.


Zor muymuş Engin?

28 Kasım 2016 Pazartesi

İSRAİL

Verandanın köşesinde kim bilir neyin simgesi gibi duruyordu. El kadar, kıpırtısız, tepkisiz. Süte, doğradığım ekmeğe bakmadı, yiyecek olarak algıladığı bile kuşkulu. Ben ötekilerle meşgulken babam da onu seçti kendine.




Donuk bakışlarının arkasında dağılıp gitmiş bir kedi ruhu. İsrail!

Sütü ısıtmayı akıl etmemle canlandı. Yeter ki koksun, her şeyi yer bunlar demişti kedi besleyen biri. Doğradığım ekmeğe, serpiştirdiğim kuru mamaya tepki vermeye, azdan yemeye başladı. Yavaşça diğer küçüklerin arasına karıştı. Ama asıl akrabasını babam bildi.

Bir sabah diğerleriyle sarmaş dolaş uyuduğu bahçede doğrulduğunda fena halde topalladığını gördüm. Boyunun iki katı kuru yenidünya yaprakları arasında üç bacakla düşe kalka yürüyüp duvara geldi, bir buçuk karışlık zor bir atlayışla kenarına çıktı ama oradan verandaya ulaşamıyordu.  Ensesinden tutup çektim. Yara görünmüyordu ama böyle zaten az olan hayatta kalma şansı yekten sıfırlanacak.

Babam aldı. Tüylerine yapışmış çamuru çıkardı. Kucağında tuttu, okşadı, güldü, eğlendi.



Sonunda bir sabah hayretle “Bir kedi yavrusuna gönül vereceğime hiç inanmazdım” dedi.

Ben de. Evcil hayvanlara kayıtsızdır. Köy çocukluğundan anlattığı hikayeler onları işlevinden ibaret gördüğünü, fazladan da belki hoyratça eğlenilmiş oyuncaklar yerine koyduğunu düşündürürdü.

Şimdiyse kucağındaki İsrail’i okşarken pek tanık olmadığım bir merhamet itirafı geliverdi.

“Kediler doğurduğunda eve gerektiği kadar yavru tutulur, kalan kanala atılırdı. Bir gün bağda kanaldan acı miyavlamalar duydum, gittim baktım, üç ufacık yavru.. Öyle çaresizlerdi ki, ne yapacağımı da bilemedim. Ağladım.”

İsrail donukluğundan, ardından sakatlığından hızla kurtuldu, ışımaya, iletişim kurmaya, babam da onu Ankara’ya götürsem mi demeye başladı. (Kedi tehlikeli biçimde ayağına dolanırken kulakları duymayan babamın hayvanı kapıya sıkıştırmasının da gösterdiği gibi bu ikisi için de hayırlı olmazdı.)



İsrail ile kardeşini akşamüzeri bir kutuya koyup biraz dolaştırdıktan sonra kedi dostu bir yazlıkçının hayvanları beslemesi için tuttuğu işçinin yetimhane olarak kullandığı eve bıraktım. Fikri veren arkadaşım buradaki kedilerin –“belki de hepsi aynı halde olduğundan”- birbirlerini hırpalamadığını söyledi. Kalan sütlerini ortadaki bir tabağa döktüğümde beş altı kedi toplanıverdi ama aralarına sokulan iki ufağa dokunmadılar.


Uğurlar ola İsrail! Yaşlı babamın yüreğinde tatlı bir şefkat kanalı açtın, sen de ondun o da.


27 Kasım 2016 Pazar

KEDİLİ KÖYÜN KAVALCISI



Yiyeceğini, alanını savunmayı bilmeyen Küçük’e yemeğini verandanın onu savunabileceğim bir köşesinde vermek yüzünden bizim ev ıssız kasabanın kedi mıknatısı oldu. Işığını gören, kokusunu alan bahçede, verandada, masaların altı, sandalyelerin üzerinde.

İlk görünenler el kadar üç yavruydu. Biri, beyazı bol olanı, bir köşede yumulup kalmış, donuk, diğer ikisi daha uyanık. Onlar komşunun kapı kafesinin dibine sığınıp mama zamanı akına çıkıyordu ama çelimsiz, donuk olan bir vicdan lekesi gibi verandaya yapıştı kaldı.

Doğal işleyişe müdahil olmanın cevapsız, gereksiz soruları kafamda, kendimi bir anda hiç beklemediğim bir konumda buldum: Kedi takıntılı orta yaşlı kadın!




Bir yandan anlamı ne şimdi diyordum; el kadar bebeler biz gider gitmez ölecek. Neyi uzatıyoruz böyle doğanın terk ettiğini üstlenerek? Hadi yarı zamanlı baktık, sonra? Kedi nüfusu çoğalacak, yaşam şartlarının zorlaşması dönüp yine onları vuracak. Neye hizmet karışıyoruz ki? Bir yandan söyleniyordum; tek bir kediyi korumaya alalım derken bir kediler Ortadoğu’sunun göbeğine düştük! Bir yandan da babam en zavallı bebeye sahip çıkmış (arkasına Amerika’yı almış İsrail gibi bu derken adı İsrail kaldı onun), sınırı nerede çekeceğimi bilemez olmuştum. Kardeşlerinin günahı ne? Ya direngenliğiyle hem sinirime dokunan hem hayranlık uyandıran şu biraz daha büyük yavrunun? Onunla dolaşan sarmanın? Berikinin? Ötekinin?



Ayağımın dibinde dolaşan, kucağıma tırmanan, fırlattığım terlikten kaçan, elimin altında gırıldayan küçük kürklülerin hizmetinde, hepsi de kesintili bir şefkat, merhamet, sabır, kızgınlık, iç sızısı ve katılıkla, olmayacak bir düzenin peşine düştüm.

Yarı kendi kendime yarı onlarla konuşarak kedi takıntılı orta yaşlı kadın klişesini tamamlamaktayım.

“Dur Küçük, o senin maman değil, seninkini köşene koydum ya!”

“Sefil kara kafa, savul bebelerin yanından. Ayy siz de yiyin yiyecekseniz de başınızda dikilip kalmayayım.”




Eyleminin sonuçlarını kestiremezsin dedim kendime, ne de eylemsizliğinin. Hiç değilse şu üç günlük ömürlerine bir parça şefkat, sıcaklık kat. Hepiniz adına yüreğe hizmet olsun.

24 Kasım 2016 Perşembe

PARÇADAN BÜTÜNE

Genellemeler. Bir kesimin, topluluğun, toplumun akıl, irade, hissiyat birliği içinde yekpare bir bütün olarak tasavvuru. “Seçmen şu mesajı verdi, bu uyarıyı yaptı” türü okumalar.

Parçanın biricikliğinden çıkarak –çokça insanın / dönemin zihniyetinin kabaca bir yansımasından ibaret- varsayılan böyle bir bütünün harcına indirgenmesine bir arkadaşımın gönderdiği şu duvar resminden daha iyi bir tasvir olamazdı.



(216 ressam tarafından gerçekleştirilmiş. Ayrıntıları, kareleri tıklayın, üst başlıkla hiç ilgisi olmayan tekil öykülerin içlerine dalın.)

22 Kasım 2016 Salı

"ACINASI"

Kutuplaşma, kendi haklılığına iman etmişlik ile bir yandan tepeden bakış diğer yandan ezikliğin körüklediği karşılıklı husumet. Toplumun yarıldığı iki ucun birbirine yaklaşımındaki (uzaklaşımı demeli daha ziyade) benzerlikler kayda değer. Biz küçük Amerika olurken Amerika da büyük Türkiye olma yolunda. 


“Martin Luther King Jr. sizden nefret edenlerden nefret etmenin dipsiz bir sarmal olduğunu anlamıştı. Birmingham’da Bir Hapishaneden Mektup’unda şöyle yazar: ‘Hayatta her şey gerçek anlamıyla karşılıklı bir ilişki içinde. Bütün insanlar kaçışı olmayan bir karşılıklılık ağına yakalanmış, tek bir kader örtüsüyle birbirine bağlı. Birini doğrudan etkileyen her şey diğerlerini dolaylı olarak etkiliyor. Siz olmanız gereken hale gelmedikçe ben olmam gereken hale gelemem ve tersi.’”

21 Kasım 2016 Pazartesi

YANLIŞ NOTA YOKTUR

Yamaca tırmanan patikanın ortalarında çakılsız bir yama gördüm, katlanır taburemi kızıl toprağa açıp oturdum. Renkleri kopkoyu edip parlatan, konturları keskinleştiren güz havası. Hemen altımda kayalıkları döven deniz açıklarda köpük köpük. Tuzlu soluğu burun deliklerimde.

Notaları kucağıma açtım. Fırdolayı rüzgar, yerin antik çağdaki Rüzgarlar Adası ismine hakkını adamakıllı vermeye başladı. Sayfa kenarlarındaki çakılların yerine irilerinden koydum ama nafile. Uçuşan defteri kapatıp kaldırdım.

Gel doğaçlayalım biz de. Yel sesimizi flütün deliklerine gerisin geri sokmaya bakarken onun gibi dolanalım.

Ve saldım. Bir notadan nereye gideceğimi düşünmeden hava hareketi misali dolandım.

“İlk müzisyeni hayal etmeye çalışın. O ne dinleyiciler için çalıyordu ne müzik piyasası ne de bir sonraki albümü için… Şovuyla turneye çıkmıyordu, imaj derdine düşmemişti. Yalnızca ihtiyaç duyduğu için çalıyordu, müziğe duyduğu ihtiyaç yüzünden” demiş Keith Jarrett. Zahmetsiz Ustalık’ta bunu aktaran Kenny Werner “Teslim olmak anahtardır” diyor, “ilk teslim edilecek şey de sizin en değerli servetiniz, yani İYİ SES ÇIKARMA TAKINTINIZDIR! Bu pek çok insanın kendi deneyimiyle kanıtlayabileceği bir çelişkidir.”

Evet.

Rüzgara yan dönüp artan bir hazla üfürmeye devam ettim.

İlk iş olanla hemhal olmak. Bunu ıslah etmek, iyileştirmek başka bir iş. Yaşadığınla kalmayı öğren önce. Onu kafandaki bir gereğe göre yargılamadan duymayı, hissetmeyi.

Evet!

O vakit sıkıntıyı, can sıkıntısını, sabırsızlığı, umutsuzluğu söküp götüren bir akış geliyor. Yaptığına hakikilik, ruh, enerji, anlam, ifade katan bir akış. Hedef alınamayacak, sadece yolu temizlenebilecek, gerisi onun lütfuna kalmış bir şey.

Rüzgar saçımı başımı birbirine katar, seslerimin altına dalgalanan çepeçevre uğultusunu fon diye döşerken göbeğim hop etti.

Yakalamış bir dalgayı, ine çıka, kapanıp açıla, araya bulamaya-bula onunla gidiyordum.

Yanlış nota yoktur, önemli olan onunla bir sonra ne yaptığınızdır demiş Miles Davis.


İyi demiş!

20 Kasım 2016 Pazar

KÜÇÜK

Haziran’da doğmuş olmalı. Üç yavru sarmandan biriydi. Dişi. Annesi alacalı, fazladan asabi genç bir kedi, babası muhtemelen bu bölgenin zorbası irikıyım berbat sarman olduğuna göre bir tecavüz meyvesi.



İki yanımızdaki boş eve, oradan hayatımıza geldiler. Götürdüğümüz yiyeceğe anne ve iki yavrusu yumulurken sonunda bizimki olan küçük uzakta duruyor, az ötesindeki hummalı faaliyete kayıtsız, uzun uzun tepesindeki dalları, yaprakları, yerdeki gölgelerini inceliyordu. Bilim adamı ya da sanatçı bu diyorduk. Mücadeleye, itiş kakışa girmemesi (bize belki biraz da kendimizi hatırlattığından) dikkatimizi çekti. İlgi alanı bambaşkaydı. Ama sanat karın doyurmaz ki, ne yapacak bu küçük? Kardeşlerinin yarı cüssesindeydi. Mama kabı boşaldığında sakince gidip içine kıvrılmayı seviyordu.




Derken anne fazla ayak altında olduklarını mı hissettiyse aileyi alıp başka yere götürdü. Bir iki ay sonra anne ile küçük bize geldi. Bir komşunun giderken bıraktığı koca bir torba kedi mamasından bahçe girişine, kedi, köpek, kuş, kim gelirse yemesi için her gün birer kap döküyorduk. Yavru her zamanki pek de ilgilenmez haliyle kibar kibar yerken kendi payını silip süpüren anne aralarındaki bağ kopmak üzere olan küçüğe bir pençe attığı gibi onunkini de götürdü. Ayrım gözetmeye o zaman karar verdik ve Küçüğü himayemize aldık. Yazlıkçıların kedi besleme merakına hep kuşkuyla yaklaştım. Yabancılaştırılan hayvanların el ayak çekildiğinde açlığa terk edilmelerine. Ama bir bağ kurulmuştu işte (geçen yıl Beşiktaş’la olduğu gibi). Mama torbası boşaldı, yenilerini alarak devam ettim.



Sıfatı ismi haline gelen Küçük, anasından öğrendiği tıslamayı çabuk bıraktı. Çizgili, benekli, düz, açık sarı, göğsünde tatlı bir sütlü kahverengiye dönen kürkü yumuşayıp ışıldamaya, kendisi de kaçmamaya, ardından yaklaşmaya başladı.

Benimle derinleşen bir göz teması kurmaya girişmesiyle de birbirimizi ehlileştirmeye koyulduk. Birbirimizden güvenmeyi ve zamana yayılmayı öğrenirken biricikliğimiz içinde birbirimizi tanımaya, tanıdıkça da muhabbeti koyulaştırmaya.



Hayatta kalma ihtimali en yüksek o yırtık, cevval, cazgır kedilerden olamadı. Yiyeceğine yaklaştıklarında bırakıp kenara çekiliyor. Daha güvenli olsa da ürkek. Ve tatlı bir esinti kadar usul. Munis. Arkadaşlığımız ikimizi de onarıyor.


Şu kapkaranlığın içinde hayatın, varlıkların temel iyiliğini ortaya çıkarıp yürek ışıtan öyle bir tanrı kulu işte Küçük.


17 Kasım 2016 Perşembe

ATÖLYEDE



Cihangir ustayı bu kez yerinde buldum, eski bir Silifke konağının alt katındaki atölyesinde işi başında.

Sohbet ya da sazı için gelenlere karıştım. Ustayla çırağını seyredip muhabbete katıldım.

Bir ucunda telleri takılmamış bir kemanın yattığı tezgahta gaz tüpü açıldı. Saz kapaklarının (tam yirmi taneydiler) delik açılacak yerleri aleve tutuldu.



Dilinin de eli kadar tez olduğu anlaşılan Cihangir ustanın yetiştirdiği laflar ve anlattıklarıyla öyküsü bir köşesinden kurulmaya koyuldu.

Mektebinde okuduğu çalgı yapımında yirmi yedi yılını tamamlamış. (Cıva gibi bir genç adam izlenimi veriyordu.)

“Bölümün adında çalgı mı enstrüman mı kullanılacağı tartışıldı da tartışıldı. Çalgı daha hafif kaçıyor ya. Oysa yaptığımız bu işte, çalgı.”

Telli çalgıların yanı sıra yerel bir saz olan köşeli davul da yapıyormuş. Bir belgesel çekimi için göstermelik yaptığı davulu duvardan aldı. Sebze sandıklarının karesi ebadında, tokmak ya da elle çalınabilen bir davul. Türk aklı; yapımı ahşabı eğmeyi gerektiren geleneksel davuldan çok daha kolay olduğundan geliştirilmiş. Uzun süreçten geçirilmemiş bu göstermelik olanın bile sesi hiç fena değildi.

Kapaklara dönüp alazlama işlemini bitirdikten sonra iç içe tutkal tenekelerini ateşe koyarken laf durmadan maruz kaldığı standart sorulara geldi.



“En çok sorulan, en iyi sazın hangi ağaçtan olduğudur. Oraya gelene kadar ustası var, kimin neyi nasıl çalacağı var. Sazları yarış atlarına benzetirim ben. Her at koşar ama bir at kazanır. Neden?”

Mengeneye geçirdiği sazlara kapakları tutkallayıp bantlamaya geçti. Çalan telefona kızdı.

“Tutkal beklemez. İki saniye gecikmek bile donmaya başlamasına yeter, ondan sonra da gereğince tutmaz. Ama cep telefonu insanların kendilerine öncelik hakkı atfetmeleri demek oldu. Arıyorum, aç! Ateşte tutkalın mı var, işin kritik bir aşamasında mısın, kimsenin umurunda değil!”



Yaptıkça öğreten de bir iş olmalı, dedim.

“Kesin! İlk öğrettiği de sabır.”

Ağır pişen bir yemek gibi.

Usta yan odaya geçtiğinde genç bir çocuk geldi. Bağlama yaptırıyormuş.

“Kendi kendime başladım. Dört yıl sonra güzel bir sazım olsun istedim.”

Kapağı takılmak üzere olanlardan biri de onunkiymiş.

Tezgahta yatan kemanına bakmak için gelen adamı kast ederek “Onu öyle iyi anlıyorum ki” dedi. “İnsan sazını özlüyor, dokunmayı, eline almayı, sesini..”

Birden bir çalgı kardeşliği doğdu üçümüz arasında, heyecanını paylaşıverdik.

Bu arada geldiğimde oturanlar arasında olan daha önce tanıştığım, yöresel oyuncaklar üzerine bir araştırma yapan yazar, duvardaki üç telli ufak curayı gösterdi. 45 yıllıkmış. Böyle ufak olmasının nedeninin çobanların kavallarıyla birlikte heybelerine atıverip yanlarına almaları olduğunu söyledi. Böyle bir tanenin ustası olan Hayri Dev’i tanıyıp tanımadığımı sordu. Tanımadığımı söyleyince hikayesini anlattı.

Denizli’nin bir köyünde doğmuş Hayri Dev. Kendini çoban ve müzisyen olarak tanımlayan bir Yörük imiş. Köylüleri üç telli cura çalışına bilmiyor bu işi diye güler geçerken Fransız bir etnik müzikolog tarafından keşfedilmiş. Üzerine belgesel yapılmış. Konser vermesi için yurtdışından davetler almış. Denizli konservatuarında ders vermiş. Ve UNESCO'nun "Yaşayan İnsan Hazinelerine" seçilmiş. (Döner dönmez youtube’da baktım https://www.youtube.com/watch?v=Rxo3NqSEA38 )

Cihangir usta geri gelip takılacak kapakları bitirdi.

İşin en sevdiği aşaması mı?

Boynun takılmasıymış. “Çok tatlı iştir o." Bir de teller takılmadan önce, ciladan sonrası. Aletin tamlığı içinde göz doldurduğu zamanmış.

Cilaya boya katmaz, rengini vermeyi ağaca bırakırmış.

“Balığı pişirirken baharat koymamak gibi. Bırak kendi tadı çıksın” dedim.

Güldü.

Son saz da duvara dayandığında resmini çekip whatsapp’tan yolladı. “Görsünler de telefonu neden açmadığımı anlasınlar.”



Kendisi mi? Çello, cura, bağlama, cümbüş, keman çalar, nefesli üflermiş –piyano mecburi, onu saymıyor bile. Türk halk müziği korosunda öğretmenlik yapıyormuş imalatçılığın yanı sıra.

Söz azdan çoğu yaratmaya geldi. Hurdalıklardan çıkmayan Picasso, çerçöple yapılan şaşırtıcı sanat eserleri..



Tom Sawyer’inkine benzer bir çekmece açıp içindekileri heyecanla gösterdi. Paslı mekanizmasını tamir ettiği koca bir çok eski demir asma kilit, köklerden yaptığı kadın figürü..

Sanat da bu değil mi zaten dedik. Dönüştürmek. Sıradanı sıra dışına, beş para etmezi paha biçilmeze.

Ağızlığından hava kaçıran teneke düdüğüme derman için gitmiştim, sıra ona gelene kadar çok hoş birkaç saat geçirdim.

Çıtır çıtır bir sonbahar gününün ruhum akşamüzeri ışığıyla aşık atarak çıktım dışarı, dupduru renklere karıştım.

Sanat daha malzemesinin yapımından kanatlandırıcı.

*

Silifke’nin naif ressamı Bahattin Erim’in atölyesi de aynı konaktaymış. İç duvarlardan birinde ölmüş sanatçının dev bir tablosu asılı. Tarihi Taş Köprünün altındaki su değirmeni (Göksu üzerinde hiçbirinin izi kalmamış böyle beş değirmen varmış), ırmak kenarı ve tepelerde -aralarında Abidin Dino’nun babasınınki de olan- güzelim konaklarla bir vakitlerin Silifke’si. Rum, Ermeni, Türkmen mahalleleriyle ne alımlıymış!


13 Kasım 2016 Pazar

DÜŞÜNCE ÜZERİNE

Pusulamız, kazma küreğimiz, kılıç kalkan, neşter, satır, fener, maske ve at gözlüğümüz. Aydınlık ve karanlığımız. Vesaire.

Ama sonuçta neye nasıl hizmet ederse etsin, uzunluğu kıçla başı aynı anda örtmeyen bir yorgana benziyor düşünce.

İşte onun için istediği kadar etraflı, derin olsun, çürütülemeyeni, yerine başkası konulamayanı olmadığı gibi noktayla bitebileni de yok.

Cıva gibi şimdi şurada, derken burada, kayıp durmayanı.

Bugün olmasa da yarın, öbür gün tersi savunulamaz olanı.

İşte onun için hah, şimdi gediğine oturdu denilen nice hamle bir başkasıyla dağılıp gidiyor.

İşte onun için ak da kara da aynı inandırıcılıkla savunulabiliyor, aynı içtenlikle uğrunda ölünüp öldürülüyor.

Demagoglar mantardan hızlı türeyebiliyor.

Çünkü iddia ettiği şey –Gerçek!-  değil; zamanın, koşulların geçerli ya da geçersiz, işlevsel-işlevsiz kıldığı bir yorum.


Bir yorum, yorum, yorum.

12 Kasım 2016 Cumartesi

HIRKAYI TERS GİYMEK

Trump, Amerika’nın dünyanın (inceliği başkanına göre değişen cilasının hemen altından) maruz kaldığı yüzünün içe dönmesi gibi. Zorba, nobran, hoyrat, hantal, yıkıcı.

Muhaliflerinin feleğini şaşırması hiç şaşırtıcı değil.

*

İklim değişikliği ne olacakmış, mahvolacakmışız.

Bir şey olacağı var mıydı, hiç oldu mu? Trump mı engeldi?

11 Kasım 2016 Cuma

AYNADAN YANSIYANLAR

Amerika’yı sosyal medyanın parabolik aynasından seyrediyorum.

Yapısal farklar, evet ama dikkatim benzerliklerde.

Abartı, perspektif yitimi, feryat figan süre dursun dışa vurulanlardaki tektipleşme, siyah-beyaz kutuplaşması. (Bunlar bir yandan iki ülke arasındaki benzerliklerden öte sosyal medyanın algı ve ifade biçimlendiriciliğine de işaret ediyor.)

Araya giren mesafe ve öznenin değişmesinin getirdiği bir hafiflik, rahatlık, görüş açıklığıyla dönüp baktığım kendi yaşadıklarımız aslında.

Şok. Sarsıntı. Keder. Öfke.

(Gerçeğin beklenen, arzu edilenden başka türlü olmasına tepki. Özgürlüğün en büyük iç engeli.)

İnkar.

(Yukarıdakinin devamı.)

Yorumlar. Hükümler.

(Açıklama ihtiyacı, anlam arayışı. İnsanı vezir de eder, rezil de. Çoğu zaman bir yol açmaktan ziyade felaket asap bozucu düşünce gevişlerine dönüşür.)

Suçluyu dışarıda, karşı tarafta aramak. (Medya, Wikipedia, dış güçler.. Dış güçlerden, ülkelerden kasıt da Rusya. Bu bizim Amerika muadili oluyor. Burada artık halim selim düşünmeyi bırakıp kinizme yuvarlanmadan edemiyorum; ee, etme bulma dünyası kardeş!)

Eleştiriye, farklı görüşlere tahammülsüzlük.

Aşırı duygusal yatırım yapılmış taraftan başını kaldırıp etrafa bakamamak.

Kendi kurgusunu (belirli bir nokta birleştirme tarzından ibaretken) objektif ve nihai gerçek bilip onunla çelişecek her şeyi silip atmak. Buna sığamadığı için karşı tarafı alabildiğine eğip bükmek, indirgemek, basitleştirmek, boyutsuzlaştırıp aşağılamak, gülünçleştirmek.

Birlikte yaşamayı giderek imkansızlaştıracak koyu bir nefret.

Durumun karmaşasından tek adımda kurtulma dürtüsünü olanca şiddetiyle yaşamanın boğuntusu, dipsiz karanlık tünelde kara kedinin gölgesini aramaya denk bir çaresizlik hissi.

Seçimi kaybeden diğerleri olsa ve şimdi kendilerinin yaptıklarına girişse (öfkeli protesto yürüyüşleri vs) alacakları tepkinin kendilerinin ayna tersi olduğunun bile farkında olamayacak kadar bocalamak.

Seyrediyorum.

Bizim de düştüğümüz hatalar buradan ne kadar ayan beyan görünüyor. Savunulanlarla her türlü özdeşleşme ortadan kalkmış, neredeyse bekara karı boşamak gibi.

Belirgin bir fark, taraftarı oldukları siyaset ve siyasetçilere bakışlarındaki saflık. Beyanı esas alabilmeleri. Bu bizim nerdeyse doğarken yitirdiğimiz, yerine, “baban olsa güvenmeyeceksin” şüpheciliğini koyduğumuz, beyana bel bağlamamayı, çevirip arkasına bakmayı, altındaki buzağıları saymayı refleks haline getirdiğimiz şey. (Sonunda iman edene dek, o zaman da sıkıysa sorgula.)


Tüm seyri onlar adına en dokunaklı kılan da galiba bu.