28 Kasım 2021 Pazar

KAŞ GÖZ, BOY POS

Şu endamına kapıldığımız, görünümünün ne tutkular tutuşturduğu bedeni bir de iç yüzüyle görmeli diyor dış görünümleri çoktan geride bırakmışlar.

Kusurlarını örtüp güzelliğini uzatmaya onca emek, para, inanç bağladığımız bedeni.

O tıka basa karanlıkta mesela bağırsakların işleyişini ya da işlemeyişini bir hayal et. Arkadaşlarla kurulduğunuz bir içki sofrası ardından kan ter içinde elinde ne kadar ecza, enzim, hormon varsa seferber eden karaciğerin, ne kadar asit salgılayacağını şaşıran midenin halini. Havanın kirliliği, tütün alışkanlığı ile toz dumana boğulan akciğerlerinkini. Biriktirdiğin katman katman yağı sarmaya çalışırken kalbini tüketen damarları, çalıştırmadığın ya da aşırı yüklendiğin kasları.

Dış yüzünü bir kalem geçip biraz altına indiğinde hangi beden seni bu kadar cezbedebilirdi?

Bakımının, hijyenin ötesinde görünümüne verdiğin önemi başka bir şeye, varsayımlarını kurcalamaya aktarmaz mıydın?

*

Zaman, nesneleri düştüğü açı ve gürlüğüyle an be an değiştiren gün ışığı gibi. Altındaki kaya, çalı, deniz, kuş, böcek, insan olsun, doğuşu, yükselişi, altın saati ve sonra geçtiği iniş aynı seyri izlemiyor mu?

Çapa attığımız, hep öyle kalacak gibi davrandığımız şeylerin gerçek doğasını, geçiciliği idrak için al bir plastik ibriği, sabahtan akşama güneş alan bir köşeye koy ve izle. Üst tarafı ibrik, değil mi? Güneşin doğuşu ve batışıyla kazandığı alımı, ışık tepe noktasındayken düştüğü çiğliği, güneş ufukta kaybolduktan sonra yuvarlandığı karanlığı.

Anlatmıyor mu neyin ne olduğunu?

Beden de öyle.

Hastalanıp da içi dışına çıkarken -öyle ciddi bir rahatsızlık olması da şart değil, iyi bir üşütme yeter.

Doğumdan ölüme gerilen bir ip üzerindeki cambazlar olduğumuzu?

24 Kasım 2021 Çarşamba

SAHİPSİZ ADIMLAR

Boğaz’ın gerçekte olmayacak tenhalıkta bir kıyısında suya enlice bir dil gibi uzanan ahşap iskelenin başındayım. Bir şeyler getirmiş, taşıyorlar. Bakıyorum, bronzdan devasa asker botları, şimdiden oksitlenmiş, savaş yorgunu görünüyorlar. Koreli bir sanatçının işiymiş. Deniz tabanına yerleştirileceklermiş. Nasıl görünürdü demeye kalmadan zihin gözüm suyun dipsiz derinliklerine ve zamanda ileriye kayıyor. Bulanık kütle de etraf seçilecek kadar -gece görüşlü dürbünlerin ışığı gibi- meşum bir ışıkla aydınlanıyor ve orada buradaki postalları görüyorum. Sahipsiz adımlar gibi uzayıp gidiyorlar.

20 Kasım 2021 Cumartesi

HATIRLAT KENDİNE -II

Güne başlarken kendi içinden yükselecek tepkileri de hatırlat kendine.



Genel tepki dağarını. Çünkü bizi uğraştıran, dış koşullar kadar, aslında onlardan önce bizim onlara verdiğimiz tepkiler.

Seni en çok zorlayan, en nahoş, klostrofobik olanlardan, her seferinde duvara tosladığın hissini verenlerden başla.

Atılganlığı, gücüyle genç bir kurt köpeğine benzeyen, kayışını tutarken seni bir anda şu ya da bu yöne çekiştiren, yere kapaklanmanın eşiğine getiren sabırsızlığını.

Ona kapıldığında peşinden gelen tahammülsüzlük ve sürecek olursa dönüşeceği öfkeyi.

Bunlardan duyduğun bıkkınlık, umutsuzluk ve dönüp kendini yargılamayı.

Şu ya da bu hayalinin kırılıvermesini.

Çürük dişe şeker değmesi kadar keskin hissettiğin aşırı hassasiyeti, iritasyonu.

Kibrini. Yargılamayı, tepeden bakmayı, alaycılığı kendine hak bilme duygusunu.

Yelpazenin seni daraltan, boğan, sığlaştıran ucunda ne varsa başlayan gün içinde bunlara düşüverme, kapılıverme olasılığını kendine hatırlat.

*

Ama yelpazenin öbür ucunu da.

Zihninin, yüreğinin durulma, berraklaşma, genişleme yetisini.

Kusurlarına/kusurlara yargılamadan yansız, panoramik bir bakışı.

Kucaklayıcılığı.

Huzuru.

Bilinmeyen ile barışı.

*

Gün, sekiz yönden esecek rüzgarlarla kıyıya ne taşıyacağı belirsiz deniz gibi, deneyimini biçimlendirirken bütün bunlardan ve henüz hiç tanımadığın kim bilir nasıl bileşimlerden şeyler getirip bırakabilir kıyına.

İşte onu hatırlat kendine ki hayatın etrafına çizdiğin ya da çizmek için her şeyi yapabileceğin bir çember olmadığını unutmayasın.

18 Kasım 2021 Perşembe

HATIRLAT KENDİNE

Her sabah hatırlat kendine.

Bugün karşına her şey çıkabilir, yoluna her şey devrilebilir.

İrili ufaklı can sıkacak, sabrını zorlayacak, kaygıya, üzüntüye boğacak şeyleri önem sıralamasına aldırmadan aklından ama asıl, yaşamaktaymışın gibi gönlünden geçir.

Yataktan kalkarken bileğini burkabilir, kolunu kırabilirsin.

Elin ayağın olmuş makinelerden birinin bozulacağı tutabilir.

Küçük bir pıhtı gidip beyin damarlarını tıkayıverir, bir andan ötekine elden ayaktan düşersin.

Çatın akar.

Bir aracın altında kalabilir, arabanla bir canlıyı çiğneyebilirsin.

Boğaz ağrısı diye göründüğün hekim seni başka bir hekime yollar, pek az ömrün kaldığını ondan öğrenirsin.

Aynı şeyin çok sevdiğin birinin başına geldiğini öğrenirsin.

Sevdiğin biri bugün ölür.

Gül gibi geçinip giderken bir arkadaşınla aranız bir daha eskisi gibi olamayacak hale bugün geliverir.

Gözün gibi baktığın bir nesneyi elinin (giderek de artan) beklenmedik bir hoyratlığıyla kırarsın.

*

Hayatı nispeten öngörülür olanlar belki bir on dakika belki de on yıl sürecek olsa da geçici olduğunu unutarak istikrarın rehavetine rahatça kapılabiliyor. Hayatın az dikenli gül bahçesi olduğuna dair tehlikeli bir yanılsama o zaman insanı giderek dayanıksız, zayıf kılıyor. Çaba, dikkat bu kontrol çemberini korumaya, sürdürmeye yoğunlaşıyor.

Oysa böyle bir olaysızlık bugün var – yarın yok bir mola.

Onun için her sabah hatırlat kendine, zihnin ve yüreğin hazır olsun.

Teknen her an rüzgara, fırtınaya, kasırgaya kapılabilir.

Esenliği istikrarda değil, esneklikte ara.

12 Kasım 2021 Cuma

OSKAR

Bahçede bakılan bir av köpeği. Evin önünden ilk geçişlerimde çite yapışıp kıyametleri koparıyordu. Yaklaşıp buna gerek olmadığını anlattım. Durdu, dinledi, aklı yattı. Artık arkadaşız. Yani ben öyle sanıyorum. Ne zaman oradan geçsem bahçenin neresinde ne yapıyor olursa olsun, çatıdaysa merdivenlerden paldır küldür inip, çardağın etrafını dolaşıp ilk temas kurduğumuz köşeye koşuyor, yarım duvarın üzerine çıkıp bekliyor.

Bundan sonrası muamma. Buluşmayı ben de hiç aksatmıyorum ama iletişim kuran yalnızca ben oluyorum. Oskar hiç yokmuşum, olmamışım gibi ötemden yola, ona buna bakıyor, burnunu havaya dikiyor, ortalıkta tavuk, kedi varsa onlara havlıyor, kimse yoksa susup öylece dikiliyor. Asla göz teması kurmuyor. Tel çitten parmağımı uzatıyorum, dokunulmak isterse diye ama hayır! Herhangi bir iki yanlı alışveriş istemiyor.

Onun kafamı karıştıran bu çelişik mesajını düşünürken tanıdığım bazı insanlar gözümün önüne geldi. Benimle vakit geçirmeye can atar görünürken bir araya geldiğimizde zamanı, alanı, olduğu gibi kendi varlıklarıyla doldurup bana diş fırçamı koyacak yer bırakmayan, enerjimi, giderek sabrımı baca gibi soğuranlar.

Ya da tam tersi. Benimle vakit geçirmeye can atar görünürken bir araya geldiğimizde meydanı olduğu gibi bana bırakarak geri çekilen, ortaya diş fırçasını bile koymadan gölgelere karışıp yitenler.

İki durumda da başlangıçtaki heves ile uyandırdığı karşılıklılık beklentisinin dağılıp gidişi.

*

Ama bir dakika.. Oskar’lık belki de benden başlıyordur?

6 Kasım 2021 Cumartesi

BİR AVUÇ GÜVERCİNLİK

Gel, dedim kendime, bakımsız mandalina bahçesine dönmüş şu saçlarını kestirmeye götüreyim seni, bahane olur, gezeriz de biraz.


Tıngır mıngır Güvercinlik yolunu tuttuk. Hep kıyısından geçtiğim köye bu yıl ilk kez yolum düşmüş, amcamı berberine bırakırken meydanına şöyle bir inip çıkmıştım. Böyle, ufak balıkçı barınağı, çınarın altında kahvesi, kıyıda bir iki lokanta ile avuç içi bir yer görünmüştü. Orada arabayı bırakacak yer bulamayınca koyun bir ucuna kadar gittim. Ne uzunmuş! Ne de güzel. Karşıda, yazın yangınlarda kavrulmuş tepeler, dımdızlak kalan, tepeleri yangınlardan önce kemirmiş otel üzerine otel doymazlığı. Ama bu, 360 derecenin belki 40-50 derecelik bir dilimi. Geri kalan, arkalardaki tepelere doğru hala sık yeşil, kıyıda eski, iddiasız, çirkin de olmayan, bir vakitlerin tipik bahçe içindeki sayfiye evleri. Bir arabalık parke yolun alt tarafında beton sette yer yer cepler, “halk plajı,” banklar. Su pırıl pırıl, avaz avaz iyot kokuyor.


Ne ararken ne bulmak!

Amcamların yazlığında saç kestirip beğendiğim kuaför Sema’nın öbür uçtaki dükkanına vardığımda dozumu almıştım.

Oturdum, maskenin ardındaki ağzım kulaklarımda, işini sessiz sedasız, ustalık ve özenle eden Sema’nın ellerinde kafamın biçimsiz bir mermer bloktan sıyrılır gibi ortaya çıkışını zevkle seyrettim.

Hafiflemiş, meydandaki çınar altı kahveye gittim. Yaşıt olduğumuz anlaşılan emekli bir taksi şoförü, yan masada karşısındaki genç adama r’leri sos tavasında eritilen tereyağına karışır gibi yumuşayıp giden yerel şiveyle anılarını anlatıyordu. Çi börek ile çay söyledim. Börekten dökülen kıymaları dibimde efendice rızkını bekleyen kediye ikram ettim, hemen ahbap olduk. Çayı içinden nurlandıran güneş denizle göğü de aydınlık bir billura çevirirken bir çay daha içtim.




Epey bir korku atlatmış olmalılar.. Fakat bir uçta, tek başına ne güzel bir konum





Takke düşmüş, kel görünmüş

Kalkıp koyun diğer ucuna kadar yürüdüm. Salaşça balıkçı lokantaları, çay bahçeleri. (Sema’ya, burada kazıksız, sadece balık yenebilir yerler var mı diye sordum, artık bize bile geçiriyorlar, her şey o kadar pahalandı ki ama Bodrum’dakilerden iyidir yine de herhalde dedi.)

Yarımada şapkasından yine bir tavşan çıkarmış, felekten çaldığım gün cebimde, döndüm.

2 Kasım 2021 Salı

KENARINDAN KAMYONLAR GEÇEN YÜRÜYÜŞ

Yazlıkçılar gitti, kamyonlar bütün bir hışımla geri döndü.

Moloz, beton, iş makinesi.. yükleri ne olursa olsun hızlı, boşken Azrail süratiyle yolun toz toprağını girdaplandırıp, içine de seni çekmek ister gibi gelip geçiyorlar. İki bacağın, kabuksuz insan gövdenle dar yolları onlarla paylaşıyorsun.

Yürüyüşünün zemini mecburen asfalt, kenarı da böyle.

Ya içi?

Geçen gün bahardan beri ilk kez Gölköy’e yürüdüm. İskelelerinin çoğu sökülmüş, kumunu yağmur bastırmış, asfalttan başka bir şeye basmanın hoşluğuyla, mis kokulu ıssızlığı ciğerime çekerek.

Tenhalığın yardımıyla neyi algılarımın ön planına çekeceğim kolay, kendiliğinden bir seçime dönüşüyor.

Bırak kamyonları, gürültüleri ve uzantısı oldukları şeylerle yolun kenarından geçip gitsinler.

Sen kendi yolunu yürü.

*

Yarımadanın bu taraftaki en güzel yeri ama ben senin gibi idare edemiyorum, dedi Mehmet: Uzun süre burada yaşayabileceğimi sanmam. Elektriği iyi gelmiyor.

Pazardan aldığın köy tereyağını ısıtıp üzerine çıkan kalbe zararlı köpüğünü sıyırmak gibi dedim:

Gösterişçi para sahipleriyle onların peşinden bir “Burası Bodrum!” (tercümesi, her tür aşırılığı kaldırır) tipi yaratmışları koy bir yana; bütün parasını Doğan’dı, Şahin’di, arabasının irikıyım hoparlörlerine yatıran kalfaların (mı?) imanına kadar açarak gelip geçerken gürültüye kattığı Türkçe sözlü müziklerini tuzlu suyun kalıntıları gibi sil kulaklarından; arkandaki (bazısının Ramses’e benzettiği), köye kol kanat geren kayalık tepeyi, berideki Karadağ’ı nirengi al ve her seferinde burasıyla arandaki dolaysız ilişkiye dön. Dilsiz, tarzsız, derin ve güçlü.

Onda yürü de bak, kalburun altı nasıl da gerilere düşüyor.


Sezon sonu

*

Yakıt tazelemek istediğimde başvurduklarımdan Ajahn Chah’nın, A Tree in the Forrest derlemesinden:

Mutluluk ve mutsuzluk olduğumuzu sanmak yanlış görüştür. Böyle görmek, şeylerin hakiki doğasının tam ve berrak anlayışı değildir. Gerçek, bizim şeyleri arzularımıza boyun eğdiremeyeceğimizdir. Doğanın yolunu izler onlar.

Basit bir benzetme şudur: Gidip otoyolun ortasına oturduğunuzu varsayın. Araçlara kızıp “Burdan geçmeyin! Burdan geçmeyin!” diye bağırıp çağıramazsınız. Burası bir otoyol. E, ne yapacaksınız? Yoldan çekilirsiniz. Yol, arabaların geçtiği yerdir. Onların orada olmamasını isterseniz acı çekersiniz.

Aynı şey, kendi şartları doğrultusunda ortaya çıkıp kaybolan fenomenler için de geçerli. Sözgelimi meditasyona oturup da bir ses bizi rahatsız ettiğinde. Sesin bizi rahatsız ettiği anlayışıyla da acı çekeriz. Ses sesten ibarettir. Bu şekilde anlarsak ötesi de yoktur. Onu nasılsa öyle olmaya bırakırız. Sesin bir şey, bizim başka şey olduğumuzu biliriz. Bu hakikatin gerçek bilgisidir. İki yanlı görür, huzur duyarsınız. Tek yanlı görürseniz acı orada olacaktır. İki yanlı gördüğünüzde Orta Yolu izlersiniz. Zihin için doğru pratik budur. Anlayışımızı güçlendirmek dediğimiz budur. Gelip geçen fenomenlerin doğası geçicilik ve ölümdür ama onlara dört elle tutunmak isteriz. Onlara tamah eder, beraberimizde taşırız. Gerçek olmalarını isteriz. Hakikati hakiki olmayan şeylerde bulmak isteriz. Böyle gören ve gelip geçici şeylere ta kendisiymiş gibi asılan kişi acı çeker. Buda, bir durup bunu derinlemesine düşünmemizi söyler.