29 Aralık 2018 Cumartesi

JUNO

Telefonun karşı tarafındaki acilen gerekli belgeleri sıraladı. Faksım olmadığını, biraz zaman alacağını söylediğimde duraksadı. Kapadığımda köşeye kısıldığımı hissettim.

Buraya kadarmış! İnsanlar arasında kalacaksam iletişimin temeli haline gelen şeyden daha fazla uzak duramam.

Akşamüzeri gidip akıllı bir telefon aldım. Aklımın taşeronluğunu yaptıkça kulağı geçecek bir boynuz.

İşaretparmağım ile başparmağım arasını geren bir genişlik (pervasızlık) ile avucuma çöktü. Fotograf bakmam için elime verildiği zamanlar dışında dokunmuşluğum yok, kararan ekranıyla ters tuttuğumu fark ettikçe kıkır kıkır güldüm. “Ahizeyi muzdan ayırt etmeyi öğrenen bir maymun gibi.”

Bir maymun gibi de öğrenmeye koyuldum. Sına-yanıl, düş kalk, her seferinde bir marifet edin.

Güncelleme çılgınlığından geri durarak esirgediğim bilişsel –görece- bağımsızlığımın beni oyalanma uyuşturucusundan uzak tutmasını umarak keşfe giriştim.

Bir kere şu navigasyon işi başlı başına kolaylık. (Yapacağım uzun yollarda “konum gönderme” gibi olanakları da cabası.)

Ertesi gün yağan karda uzun bir yürüyüşe çıktım. Kamerasına baktım, olmayan beklentimin şaşırtıcı ölçüde üstünde olduğunu gördüm.

Aynam ve tanığım olacak madem, bir de selfi çektim.



Avucuma hâlâ fazla geniş gelen yayvan aklıyla bir işlev de dün sundu. Yüzlerce fotografla dünya kadar yer tutan albümleri dijitalleştirdikten sonra yok etmeyi düşünürken karşıma bir albüm tarama uygulaması çıktı (Photomyne). Koca bir albüm şimdiden işaretparmağımla başparmağım arasında. Dünya bunlar ve iki kulağım arasına yoğunlaşıp sığışırken telefonun haddini de belirledim.

Whatsapp, evet, kaçınılmaz. Ama kronik gevezeliklere hayır.

Instagram, peki, fotograf merakına iyi gelebilir. Hoş bir görsel panayır.

Posta kutum, haliyle.

Sosyal medya, hayır!

Oyunlar, hayır!

Düz tutmayı öğrendiğim siyah ekrana baktım. Bir Samsung Galaxy. Seri harfinden yola çıkarak “Senin adın Juno olsun!” dedim. Juno, Juno, Juno! diye fısıldadım kulak-göz yüzeye.


Juno. Zeus/Jüpiter’in, bir bakmışın müşfik, bir bakmışın çaçaron, anaç ve cani, esirgeyen ve dünyaları dar eden, cilveli ve cadaloz, bıkılsa da terk edilemeyen, bir bin kaçamağın ardından hep ona dönülen karısı.

27 Aralık 2018 Perşembe

TEŞEKKÜRLER AMA

Başsağlığı için araman incelik. İçtenliğinden de hiç kuşkum yok. Ama insanın kendiyle transa geçme eğilimi niyetleri bozuyor.

Karşımdakine sunabileceğim en iyi şeyin büyük, açık, ilgili ve yansız bir kulak olduğunu düşünürüm. Çoğunlukla bana düşen de bu olur. Ama olağan akış sekteye uğradığında sürdüremediğim bir işlev bu.

Şimdi karşıma geçip kısa bir hal hatır sorduktan sonra konuyu iştahla kendine geri getirdiğinde sabrımın gerildiğini hissediyorum. Eğer yanımda olacaksan farkımda olmana ihtiyaç duyuyorum. Ne istiyorum? Sessizlik? Sadece birlikte olmak? Duyumsanmak? Laflar değil, farkındalık.

Sunamayacaksan uzakta kal.


Kendi kendime bocalayıp çıkışı bulmak, işleyiş hiç değişime uğramamış gibi kulağımdan içeri kendini-kendini-kendini boca eden birileriyle olduğundan daha kolay.

20 Aralık 2018 Perşembe

RUHSAL SOĞUK ALGINLIĞI

(Yazmışım işte. Zaman Kavanozu’ndan)

*       

Bir sabah uyandığınızda kendinizi tanıyamıyorsunuz. Kendim demeye alışık olduğunuz kişi gitmiş, yerine de herhangi bir şey bırakmamış. Sokak kapınızı açıp bambaşka bir mahalleye adım atmak gibi bir duygu bu.

Öyle birdenbire ne olmuş ki?.

Kitaplığınızdaki ağır bir cildin gümbürtüyle yere düşmesi ne kadar birdenbire ise bu da o kadar aslında. Farkına varılan-varılamayan bir dizi mikro hareketin uç noktasında ortaya afallatan bir değişim çıkmış.

Ne olmuşsa olmuş.. Size hiç tanıdık gelmeyen bu kişinin üzerine giyecek bir şeyler geçirip karnını doyurduktan sonra gündelik yaşama çıkarıyorsunuz. Algıları, tepkileri, tepkisizliği ne kadar farklı. Asgari bir eğitim verildikten sonra buraya salınmış (“Gerisini yerinde öğrenirsin artık!”) bir uzaylı gibi. Çevreyle arasında ilişki, ilintiden eser yok. Duygusal hiçbir bağlantı, cevap. Kloru bir türlü uçamayan bir bardak musluk suyu kadar düz, kesif, beyaz. Arada, siz onun zeka seviyesine ilişkin sorular sormaya başlamışken kendinize, şaşırtıcı keskinlikte mizahi cevaplar da veriyor etrafına ama çoğunlukla nüanslı algısını yitirmiş bir dil kadar ağır, paslı.

 * * *

Tanıdık olanın, nirengi noktalarının kayıp gittiği böyle ruhsal soğuk algınlıkları, yaşanırken kolay olmayabiliyor. Bir anda renklerden yeşili, seslerden r'yi algılamaz olduğunuzu hayal edin. Bu da çok farklı değil işte. Deneyimin size en iyi olasılıkla tek bir şeyi, paniğe kapılmamayı öğretebildiği kaygan bir zemin.

Aşina olana döndüğünüzde ise benlik algınızın biraz daha genişlediğini hissediyorsunuz.

Radyo ve çaldığı istasyonlar mecazı bir kez daha canlanıyor.

Alışık olduğunuz, “ciğerini okuduğunuz”, tanıdıklığın rahatına kendinizi kaptırdığınız, siz olduğunu varsaydığınız hal, radyonun berrak bir şekilde yakaladığı istasyonlardan birinden ibaret. “Siz” bu olsaydınız, yayın kesildiğinde, ruhsal soğuk algınlığına kapıldığınızda artık olmamanız gerekirdi. Bir sabah uyanıp da “kendinizi” bulamamak diye bir şey de olamazdı o zaman, öyle değil mi?

Alışkanlık, kolaylık, vb. adına yaptığım bu özdeşleşme, kendimi bildiğimden, tanıdığımdan ibaret sanmak pek doğru değil demek.

Ben, gürül gürül ya da biraz parazitli aldığı veya hiç alamadığı istasyonlardan duruma göre değişen biri değil, radyonun ta kendisiyim o halde?.

Bu da demek ki ibrenin iki istasyon arasındaki boşluğa düşmesinde korkulacak bir yan yok. Üst solunum yollarının başına gelen, pekala ruhun da başına gelebiliyor..

*
Derin bir kedere eklenen fiziksel bir soğuk algınlığı sırasında hatırladım. Nursuz kış göğü altında.

16 Aralık 2018 Pazar

HEYBE

Kuzinim halamın bir deyişini aktardı.

Boynuna bir heybe vurmuşun say. Olan biten, yapılıp edilen kötülükleri heybenin arkandaki, iyilikleri önündeki tarafına at.

Öyle yap ki iyiliklerden (olumludan) güç al, kötülüklerin (olumsuzun) önüne engel dikilmesine mani olabil.


Heybeyi kulağa küpe etmeli.

10 Aralık 2018 Pazartesi

ŞİMDİLİK HOŞÇA KAL BABAM

Bir hafta oldu.

Allak bullak, alacalı bulacalı bir hafta.



Acı, sevgi, boşluk, düşüş ve yükseliş.. hayatın, ölümün insana hissettirdiği ne varsa bir koca kazana atılmış da altının ateşi güzelliklerle, saflıkla yakılmış, sevgiyle körüklenir gibi.

Ne güzel bir iz bırakmışın sen. Uzaktan yakından tanıyanına, şöyle ya da böyle dokunduğun herkese derinden dokundu gidişin. Ailen, yeğenlerin, eş-dost ve benim kardeş dengi dostlarım kadar tanışlarının da yüreğinden dökülenleri duymalıydın.

Köyünde toprağa verilme isteğinle aileyi nasıl bir araya getirdiğini görmeliydin. Ta nerelerden kimler uçtu geldi. Ağladık güldük, yedik içtik, gönülleri bir ettik.

Yağmur yağdı da yağdı. Ama perdeyi tam vaktinde araladı da bir aydınlık tören ettik sana.

Bizim ailede mezar ziyareti adeti yoktur ama hayatta etmediğim kadar ziyaret ettim.

İsli (çünkü çok esmermiş) Hüseyin’in yerini bağışladığı köy mezarlığı bana oldum olası huzur verir. Okaliptusları, söğüdü, çamı, baharda bin bir kır çiçeği, güzelim mor irisleri ile coşkun doğa ölümün huzuruyla birleşir, ölümü doğallaştırır, dost kılar. İçim pırpır ederken bir yandan derin bir huzur duyarım.



Seni orada ziyaret hiç öyle “mezar ziyareti” olmadı. Artık bağırmaya gerek olmayan bir hasbıhaldir başladı. Ağır duyan kulağını geldiği toprağa salıp gönülden kurulana geçtim.



Seninle nerelerden geldik babam, darlı genişli ne geçitlerden geçtik. Dünyada olan dünyada kalsın. Sevgi ise kalburun en üstünde.


Şu güzelim yaşam için minnetle, şimdilik hoşça kal.