31 Ağustos 2017 Perşembe

KEDİ CORNELIUS

Sarman anasından renklerini değil, çizgi ile benek, bir kısım desenini almış, tahin helvası alacasındaki kürküne eklemiş. Uyanırken patileriyle yüzünü çaprazlama kapayarak gerinişi, kendini yere atıp karnını açarak seni tavlayışı da anadan. Başkaca fazla benzemiyorlar. Yavru, nispeten güvenli bir ortamda annesiyle ve artık olmayan bir kardeşle büyümenin özgüvenine sahip. Anasıysa tam bir sokak hayvanı olan nörotik bir anadan geçme ürkekliğiyle hayatta kalmış. Stratejisi savaşma sıvış. Yiyeceğine hâlâ sahip çıktığı yok. Ufaklık tam tersi, çekil kenara, o benim diye girişiyor ama bunu da nasıl yapıyorsa dayılanmadan yapıyor. Etiyle birlikte kürkü de yumuşacık bir sıkılık kazandıkça hele uyanmak bilmediği uykularında okşamak pek zevkli oluyor.



Geçende yine taş gibi uyurken yakışıklı yüzüne baktım ve onca zaman isimsiz dolaşan yavruya birden, gırtlağıma takılan bezelye tanesini püskürtür gibi Cornelius! diye seslenip kendimi şaşırttım.

Cornelius.. ama tabii ya!

Bu isme bir yerlerde rastlamayalı kim bilir kaç zaman olmuştur, ne tuhaf. Olsun, aydınlık, güler yüzü, elinde tahta raketi, beyaz tenisçi süveteri, çizgili bej pantolonu, genç yaşına çok ağır gelen tumturaklı ismiyle 50’lerin bir elit okulunda parlak eğitimine devam eden aristokrat İngiliz oğlan imgesi ile birlikte geldi, yerine oturdu.


İsmi böylece gökten ineli yavruyu başka türlü göremiyorum.


30 Ağustos 2017 Çarşamba

ÜÇ NEFESLİK MOLA

Vietnamlı Budist öğretmen ve aktivist (Budizm hiç de bir soyutlanma olmak zorunda değil) Thich Nhat Hanh, memleketinin tapınaklarındaki bir adeti Fransa’daki meditasyon merkezine getirişini anlatıyor.

Tapınak çanları günün belirsiz zamanlarında çalar, insanları dalıp gittikleri meşguliyetlerinden çıkıp anı dolaysız (kafa dışı) hissetmeye çağırırmış. Çağrıyı alanlar meşgul oldukları her ne ise bırakır, duya duya üç derin nefes alırlarmış.

Burada amaç, kapının kapıyı açtığı hikayelerimizden, kaygı, heyecan vb ile geçmiş ya da geleceğe kayış, savruluşlardan oluşma ayakta uyurluğumuzu kesintiye uğratmak. Doğrudan algıyı, çevremizin farkındalığını hatırlamak. Zihin alemlerimizde tavşanın suyunun suyu olarak yaşadığımızın aslına, Kaynağa dönmek, tazelenmek, dolaysızlaşmak.

İlginç, aynına müzisyenler için yazdığı kitabı Zahmetsiz Ustalık ile Kenny Werner’de de rastlamıştım. Enstrümanı, müziğiyle ilişkisi yavanlaşan ya da tıkanan, zorlanan kişiye “Hemen oracıkta bırak” diyor. “Aleti koy bir kenara ya da ellerini çek. Dur ve üç derin nefes al.” Bu şekilde özüne, müziğin (aslında yaşamanın) olanca doğallığıyla geleceği Kaynağa (kafan dışındaki hayata, dolaysızlığa) dön.

Akıllı telefonları günün rastgele vakitleri çaldıracak bir App var mıdır, bilmem ama aklı baştan alan bu aletler belki bu işe de yarar.

Bana her gün çalıp çalıştığım flüt hatırlatıyor. Çarşafa dolandığım bir pasajda veya ruhsuzlaştığıma uyandığım an flütü elimden bırakıp o üç derin nefesi almak bunu gün içinde de yapmanın anımsatıcısı.

Nefesi bedenin belirli bir yerinde hissetmeye odaklan derler. (Örneğin aşırı ajitasyon halinde göbek deliğinin üç dört santim altında bir noktaya konsantre olarak dikkatini sadece nefesine ver.) İnip kalkan karnın, göğsün ya da burun deliklerinde takip et. Bu sonuncusu benim çoğu zaman kullandığım. Dikkatimi daha rahat ve uzun tutabildiğimi fark ettim ama kişiden kişiye, durumdan duruma değişecek bir şey tabii. Mesela öfkeli ya da sinirli olduğumda göğsüme odaklanmak nefesi tam da ihtiyaç duyduğum yerde bir tür yatıştırıcı masaja dönüştürüyor.

Ve pür dikkat nefesini izle. Hayat memat meselesiymiş gibi –ki öyle! Burun deliklerinden içeri akarkenki serinliğini, ısınarak dışarı çıkışını, damağına vuran soğuğunu. Sığ mı derin mi, rahat ve uzun mu, kesik ve tedirgin mi olduğunu. Taşıdığı kokuları. Havanın ısısını.. hiç müdahale etmeden sadece izle.

Üç nefesin bile fena halde alıştığımız zihinsel, içsel kalabalığa karışmadan arka arkaya gelebilmesinin zorluğunu herkes kadar biliyorum. Ama sebatla işeyen dağları deliyor.

Nefes de nefes derlerdi, uzun zaman bu sıkıcı, tekdüze (tekdüze ha?!!) şeye konsantre olmanın anlata anlata bitiremedikleri hazzına yabancı kaldım. Ama neyse ne, bahçeye tohumlarını ekip mevlam neylerse güzel eyler diyerek yaz kış demeden, o gün canım istiyor mu, bir anlam ifade ediyor mu bakmadan suladım ve kerametini hisseder olduğum günler geldi.

Bazen için, ona kulak veremeyecek kadar kalabalık, çalkantılı olduğunda nefes hafif kalıyor, hengameye karışıp gidebiliyor. O vakitler üç nefeslik süre boyunca kendini dışarıdaki seslere verebilirsin. Önemli olan sürüklenip gidişi kesintiye uğratmak.

Odaklanma bir tutturdun mu süreklilik kazanacak şey elbette değil. Günden güne, üzerindeki yük veya yakaladığın bir kolaylık, akış dalgasına göre değişmesi, dalgalanması doğal. Sürekli kılabileceğin şey, uygulama. Derin uykudan, sadece zihinde yaşamaktan kendini dürtüp çıkma uygulaması.


Üç nefeslik mola hem bu dürtüş hem de zihnin dışına çıkmayla gelen tazelenme. 

27 Ağustos 2017 Pazar

KUZEY YELİ

Akımına et deşen sığır sineklerini de katarak içlerden gelip dağları aşan kuzey rüzgarı üç gündür ortalığı kasıp kavuruyor. Sıcağı, kışın da soğuğu için söyledikleri kadar keskin, kupkuru. Metalik. Cehennemde rüzgar varsa bu olmalı. Teni meşine çevirirken sinirleri yay gibi geriyor. Havayı solunmaz yapıyor. Esmediğinde havadan kalan, göğse çöken bir ağırlık oluyor. Gecesi de gündüzü de bir, kızıl bir cehennem.

Bir de elektrikler kesildiğinde kendini dışarı atmanla hiçbir ilacın işlemediği yamyam sineklere yem oldun mu tamam.

Sabah kuş tüyleri bu rüzgarda girdaplanıyordu. Siyah beyaz, avuç avuç. Azgın bir yastık savaşından arda kalanlar gibi her yanda. Belli ki irice bir kuşun. Yukarıda, merdivenlerde, verandada. Mama diye ayağıma dolanan kedileri savuşturdum. Sonra da gidip mamalarını verdim. Plan bu değil miydi? Başınızın çaresine bakın, üstü benden. Şimdi kuşa vd insanca bir acıma ve kedileri cezalandırma gibi saçma bir dürtüden hareket etsem gidip daha fazlasını öldürecekler. Kimseyi öldürmesinler diye bütün ihtiyaçlarını karşılasam bir başlarına kaldıklarında kendileri ölecek. Bu önce öldüren yaşar zincirine neresinden müdahil olsan sonuç değişmiyor anlaşılan. Hayatta kalacakları kaprisli bir süreliğine seçebilmen dışında.

Kuzey yeli için üç gün sürer derler. Başladı mı zaman da hareket de durur. Yaşam, canı çekilen havada asılı kalır. Rüzgarın değişmesiyle derin bir nefes alır, kaldığın yerden yaz sıcağına dönersin. Bakalım gün bugün mü.

*

Kayıp/ayrılık acısı, karmaşa bir kez durulduğunda yanımda ya da hayatta olmayan bir sevdiğimi susup yöneldiğim içimde buluyorum. Derinlemesine özümsenmiş, oradaki varlığı özlemeye yer bırakmayacak kadar hissedilir, doyurucu.


Uzak/uzakta yaşamanın getirdiği bir yeti belki, bilmiyorum, ama yüreğime aldığım kimseden yoksun bırakmıyor beni.

21 Ağustos 2017 Pazartesi

ATAMAN

Gözümü kapıyorum. Suda olmanın verdiği mutlulukla Uzakdoğulu bilgelere benzettiğim ifadeye bürünen yüzü beliriyor. Sevgili adasının elinde olsa hiç çıkmayacağı denizinde. Ama yok, pek çok Ataman’dan birini denizden çıkarmazdı, diğerleriyse başka birçok yerde, birçok şeyle meşgul olurdu. Tutkulu bir ilgi ve merakla daldığı, dalacağı, çevresini de seferber edip kendine katacağı nice alan. Tasarı. Keşif. İcat. Deneyim.

Ataman!

Gözümü kapıyorum. Sesi canlanıyor. Verili hiçbir düşünceyi kurcalamadan, bir de ne akla gelmedik açılardan bakmadan kabul etmeyişiyle farklı bir yaklaşım önerişleri. Limonata yapmaktan dünyanın gidişatına, sorularla kamçıladığı zihniyle ele almadık şey bırakmayışı. Sana da bıraktırmayışı.

Gürül gürül konuşmaktan erişilmez bir suskunluğa, oradan derin bir hoşnutluğun sessizliğine gidip gelişleri canlanıyor.

Vurgulu, renkli kişiliği, aurasının yoğunluğu bazen başka tempoların, farklı kıvamların yanındaki varlığını zorlaştırırdı. Aydınlığı aynı zamanda gölgesiydi ve bir o kadar da güçlüydü. Şimdi yokluğunu varlığı kadar ağırlıklı kılan bu olmasın?

Daha ne çok Ataman sıralayabilir bilenleri. Ama hepsinin üstünde içtendi. Yakın. Hakiki.

Gözümü kapıyorum. Sessiz, derin, zamanı ortadan kaldıran bir sevgiyle bakışı canlanıyor. Sevdiklerine, bağrına bastıklarına.

Onu bu dünyadan bu bakışıyla uğurluyorum.


Hoşça kal Ağam!


19 Ağustos 2017 Cumartesi

BAKALIM BU SABAH

Güne bakalım bu sabah neler süpürerek başlayacağım diye kalkıyorum.

Bir yavru kedi eksildi ama düzen değişmedi. Aşağı indiğimde paspasları yamulmuş, kova, kap ne varsa devrilmiş bulduğum veranda tam bir bekar mutfağı görünümünde oluyor –tabii kalıntılar karıncaların üşüştüğü lahmacun parçaları, kuru ekmek somunları, balık kılçık ve kuyruklarıyla tavuk, pirzola kemikleri vb'den ibaret olduğunda.

Sahne buradan itibaren derece derece vahşileşiyor.

Gidip köşe başından dürüm alırcasına sık ve kolay başvurdukları bir gıda maddeleri olan ağustos böceklerinden geriye paspaslara takılmış testereli bacaklarıyla yakınlara saçılmış zavallı kanatlardan başka şey kalmıyor. Bazen güle oynaya öldürüp bir kenara attıkları hamamböceklerini çıtır çıtır yemeyecekleri kadar doymuş oluyorlar. Tüylerden ve silip süpürmeyi nadiren unuttukları kan damlalarından kurbanlarının bir kuş olduğunu anlıyorum. Bazen gece indiğimde ağızlarında ya da pençelerinde can çekiştiğini gördüğüm farelerdense hiç iz olmuyor. Yılanlardan da.



Geçen sabah tuhaf tıkırtılardan, hırlamalardan kuşkulanıp kapıyı açtığımda anne kedinin uzandığı yerden kuyruğuyla oynadığı, şimdiye kadarki en büyük yılanlarıyla karşılaştım.


Biz olmadığımızda başlarının çaresine bakma yetilerini köreltmemek için az mama verdiğim kediler verandayı, becerilerinin körelmediği gibi giderek bilendiğinin abartılı gösterilerinin sahnesi ederken bana da sabahları süpürgeyi elime alıp başımı öne eğerek vahşeti onun cilalanmış hali medeniyete geri süpürmek kalıyor.


17 Ağustos 2017 Perşembe

SİMÜLASYON

Sanıyorum Apple’dan bir teknoloji insanıydı, akıllı telefonların bağımlılık yapmasına karşı siyah-beyaz ekran önerdiğini okumuştum. Yağ ve şeker, insanın yemekten kendini alamamasında ne ise renk (hareket) de ekran bağımlılığında o görünüyor.

Bu yeni renkli sanal aleme adını benim için George Ritzer koydu: Simülasyon.

Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek’te Ritzer simülasyon konusuna geniş yer veriyor (gerçi tüketim alanında ama iletişimi bundan ayrı düşünemiyorum).

“Baudrillard’ın en bilinen kavramlarından biri de simülasyondur. Baudrillard bu kavramıyla, orijinali olmayan bir kopyayı kast eder.”

Ritzer, tüketim katedralleri adını verdiği alışveriş merkezleri ve tüketim üzerine kurulu yapay yerleşimlerde (Las Vegas, Dubai, Macau vb) simülasyonu ele alıyor.

“Huxtable (Ada Louis Huxtable: The Unreal America: Architecture and Illusion), ziyaretçilerin Las Vegas’taki yapay yağmur ormanları, yanardağlar ve kaya oluşumlarını adeta gerçeklerinden çok daha etkileyici bulduğunu ileri sürmüştür. Aslında bu endüstrinin bir sözcüsü hakikiliğe karşı çıkacak kadar ileri gitmiştir: ‘Hakiki kayayla çok yapay bir görüntü elde edersiniz.’”

İşte bu!

Sucuk ineğe ne kadar yakınsa, algının, tüketim ve iletişimde simülasyon süzgecinden geçerek renk, hareket ve görünürde değişim katılmış hali de dünyayı bu koşullanma dışında algılayış biçimimize ancak o kadar yakın.

Bu renkli simüle iletişim (?) ortamı, hatırı 40 saniyelik bir kahve başında elimiz/aklımız ekranlarımızda olmadan oturacak olsak birbirimize sunabildiğimizden ne kadar daha sürükleyici, iştah açıcı. Varsın, doyurmak bir yana, daha da acıktırsın, dışına çıkılmadıkça hiç dinmeyecek bir açlık yaratsın!

“Neden bu kadar çok insan simüle edilmiş ortamları hakiki dünyadan kalanlardan daha seyirlik bulur? Örneğin Las Vegas kitleler halinde ziyaretçi çekerken birkaç yüz mil ötedeki Ölüm Vadisi’nin doğal manzarası bu sayının yalnızca çok küçük bir kısmını çekebilir. Las Vegas’a giden çok az insan Ölüm Vadisi’ne gitme zahmetine katlanır. Dinginlik, kavruk toprak ve göz alabildiğine geniş boşluk; Las Vegas’ı Las Vegas yapan gürültü, parıltı ve göz alabildiğine uzanan neon ışıklarıyla rekabet edemez. Filmler, televizyon, video oyunları ve bilgisayar imgelemi üzerinde yükselen bir topluma Ölüm Vadisi yavan ve donuk görünebilir. Las Vegas’ın parıltısı bu kuşağın istek ve ilgilerine daha iyi uyar. Bir Vegas girişimcisi ‘Ölüm Vadisi’ adlı yeni bir konulu kumarhane yapsaydı büyük bir başarı kazanabilirdi. Düşünün: Sahte (elbette) çöl kumu, kaktüs, çalılıklar ve kuru sıcak, dolayısıyla aşırı içki, sarhoşluk ve sonucunda oyun masasında büyük kayıplar.”

Çağdaş tüketim/iletişim dünyasını Pinokyo’nun panayırına benzetiyorum. Yeni arkadaşları eşek ve tilkiyle güle oynaya gittiği panayırda aman ne eğlenir. Ertesi sabah ise gözünü taş ocağında açar. Panayırın, oransız bedelini köle gibi çalışarak ödeyeceği ufak bir yem olduğunu anlar.

“Ama Whatsapp’ın tadını bir alsan.. Anında paylaşıyoruz, hep bir arada gibiyiz!”

Değiliz işte. Aramızda, çikolata, dolma, dondurma gibi bağımlısı olduğumuz renk/hareket/zaman dışı akış* vs ile ağır bir simülasyon perdesi var. Derinleşerek ilerlemenin, yakınlaşmanın yerini yüzeyin iki parmak altına inemez olan sürekli göz önünde, el altında bir teğet geçme alıyor.

Topraklarını, ormanlarını, dağlarını, bütün yer altı ve üstü zenginlikleriyle birlikte bir çuval incik boncuk ile iki şişe içki karşılığı beyaz adama satmış yerliler gibi hissediyorum kendimizi bazen.

--------------------

*Simülasyonda zaman duygusunun bir büyülenme/uyuşma ile askıya alınmasının önemli olduğunu görüyorum. George Ritzer yine: “Fast food restoranları ve öteki zincirler tüketim için gereken zamanı bazen seyirlik biçimde kısaltır ama öteki yeni tüketim araçları için bu tipik bir durum değildir. Çok büyük bir kısmında gösteri, genel olarak zaman duygusunun yitirilmesi hissi, zamanın (insanın geri kalan ömrünün tersine) önemli görünmediği rüya benzeri bir durumdur (bana trans ya da hipnozu da hatırlatıyor -Seda). Birçok durumda bu, yeni araçların seyirlik büyüklüğüyle ortak çalışır; uzamda kaybolmak çoğunlukla zamanda da kaybolmak anlamına gelir. Zamanda kaybolmak da çoğunlukla yeni tüketim araçlarının başarısında kritik bir rol oynar. Bu, müşterilere pazarladıkları hayalin kilit bir parçasıdır.”

16 Ağustos 2017 Çarşamba

GİLİNDİRE MAĞARASI VE SAPADERE KANYONU






Yeni yoldan Aydıncık’a gelirken kenarda şimdiden paslanıp solmaya başlamış levhaları dikkatimi çekti. “Dünyanın 8. Harikası Gilindire Mağarası’nı görmediniz mi?” Hayır ama görelim bakalım deyip saptım. 3 km’lik dar ama düzgün asfalt yoldan tepeyi dönerek çıktım. Bir iki araba, çay kahve içilecek bir yer ve gişe dışında boş bir düzlükten mavi-menekşe Akdeniz ve feneriyle çıplak bir burun tabak gibi uzanmış, güneşin alnında ışıl ışıldı.

Sağlık sorunu olan yaşlılara mağaraya girmemelerini tavsiye eden panoyu hiç işkillenmeden geçip bilet aldım. Uçurumun dibine kadar altı katlı bina yüksekliğinde, kafesle çevrili demir merdivenlerden (sarı boyaları ve gölgeleriyle her bir kanatta manzaraya yeni bir grafik hareket katıyorlardı) tıngır mıngır inmeye başladım.

Ben girerken çıkan kalabalık aileden başka tek tük insanla karşılaştım.

Gözlerim loşluğa alışırken havayı kokladım. Nemli ve ılıktı. Kırmızısı biraz fazla kaçmış düşük aydınlatma sarkıt-dikitleri karanlıktan alıp gönülsüzce sahneye çıkarıyordu. Devasa orglar, canavar dişleri.. Oyuklara biriken gölgelere göz kendiliğinden anlamlar yüklerken bilinçdışının canlanan dehşet ve gizem dağarcığı.

Uzunluğunu (550 m imiş) okumamıştım. Yürüyüş yolundan bir galeriden diğerine geçtikçe daha da mı gidiyoruz?! dedim. Karşılaştığım soluk soluğa kalmış çifte sordum. O-hoo dediler gülerek.

Rutubet yükselmiş, artık ince, tozsu bir perde halinde dalgalanmaktaydı. Sıcaklık değişmese de su kesilmiş, devam ettim.

Paslı basamaklara vuran adımlarımın boyutlu, tok mağara sessizliğindeki yankıları. Yankı demişken.. sağıma soluma bakıp kısa, keskin bir çığlık attım. Çınlamadan geri geldi. Sırf bu iş için, kimsenin girmediği bir vakit mağarayı bir bumerang gibi oynayacağım sesimle gezmek isterdim.

Birkaç kat da mağara içinde inmiş olmalıyım. Yürüyüş yolu galerilerin içinden, üstünden dolanarak en geniş açıklığa vardı. Sarkıt-dikitlerin basit bir süreçle sonsuzca çeşitlenen işleri, vuran iki renk ışık ve ıslak gözlüklerimin etkisiyle bir kat daha değişerek sürerken nihayet “Aynalıgöl” üzerindeydim. Kıpırtısız, dupduru, mağara duvarlarını belli belirsiz yansıtan bir karanlık su.

Tüm bir seyrin sonu, tepe noktasına en derinde varan bir kreşendo gibi. Çok güzel.

Şimdi bir beton kırıcının cehennemi gürültüsünde yazıyorum da mağaranın kendine has kucaklayıcı sessizliğinin hayali daha bir yoğunlaşıyor.

İnsan dünyasından çok uzak, çok başka, çok.. doygun.

                                                                   * * *



Yolunun üzerinde, dedi Nili teyze, git gör, değer.

Alanya dönüşü, Gazipaşa’ya gelmeden kahverengi tabelasından saptım: Sapadere Kanyonu. Mesafe yazmıyordu: 22 km, virajlı ama rahat bir yol.

Alanya, yığılma, kalabalık geride kalmış, dağların asfalt ve araba dışında zaman ötesi kucağında olmak ne ferahlatıcı.

Ormanların kıpkızıl, hasta bir bölümünü de geçtikten kısa süre sonra kanyonun ağzına vardım. Sandalye masa sayısından birkaç otobüs ağırladığı anlaşılan lokanta çardakları boştu. Oysa vakit öğleyi bulmuştu ama gezi tanrılarım sayesinde Sapadere’yi de ancak kimsesiz halinde gezip çıkarken Rusça ve Arapça gürültülü kafilelerle karşılaştım.

Kanyonu iyi bir düzenlemeyle ziyarete açmışlar. Ahşap bir yürüyüş yolu 750 m içeri uzanıyor.

Her bir metresinin tadına vardım. İki yanda dimdik yükselen yalçın duvarlar, bir iki metre aşağıda kayaların üzerinden çağıldayarak akan suyun sesi, serinliği (3-6 m derinleştiği ceplere kendine güvenenin suya girebileceği merdivenler yapılmış), durulduğu yerlerde ışık oyunları, yansımalar.. Sadece kısa bir arada boza pişirebilecek güneşin henüz tepede olmayışıyla ne de havadardı.

Yalnız çamlar kanyon duvarlarına, kanyon da benim fani bedenime ölçek oluyor, zaman ve mekan içinde yerli yerime oturtuyordu.

Mağara ve kanyon. İnsana haddini hatırlatan bu iki oluşum onun için de huşu uyandırıyor.

Doğanın insan dışındaki haline dokunmak şifalı, tazeleyici.

Aslolanı fısıldıyor.

*
Fotograflar:

https://goo.gl/photos/3ucbdVwVgTWyBsLH7

15 Ağustos 2017 Salı

İÇİ RÜYA DIŞI KABUS



Birkaç günlük bir kaçamak yaptım. Atladım arabaya, epey bir kısmı tünellerle kısaltılıp düzleştirilmiş kıvırcık yoldan Alanya’ya vurdum.

Puslu, basık hava güzelim dağlara buğulu bir katman atarken yamaçlara, koylara fazladan bir derinlik katıyordu. Anamur’u, çevre körlüğünün aşılmaz seddi gibi yükselen TOKİ bloklarını biraz geçtikten sonra baş döndürücü Gazipaşa virajlarına girdim. İn, çık, dön, dön, dön. Ama ne kadar güzel, tanrım! Kaledran’ın yamaçları çağıldayarak kaplayan muz bahçelerini heyecanla bekliyordum, büyük bir bölümünü sera altında görünce süngüm düşmüştü. Ondan sonra da seralar artarak sürdü. Fiziksel olmasa da görsel olarak manzarayı nahoş bir kesintiye uğratıyordu. Ne diyeceğiz buna? Tarım ekonomisinin gereği mi? Yerini tıknaz, ruhsuz sera türdeşine bırakmış ufak tefek, narin, kokulu Anamur muzu ne derdi? Plastiğin muz ve toprak ile güneşin arasına girdiği, ruhuna karşılık meyveyi rüzgarlar ve yağıştan koruduğu, çiftçiye de kârı artırmaktan ziyade zararını azaltarak hizmet vaadiyle yanaşan bir iş göründü seracılık öyle yanından geçerken.

Gazipaşa büyümüş, havaalanı dolayısıyla yüzü gözü parlatılmış, kaymak gibi yollarıyla aktı geçti.

Çok sürmedi, bir otuz yıl önce buraları turladığım dönemden kalma resimler, hafıza galerime dalmış çapulcular tarafından talan edilmekte gibi kalakaldım. Direksiyonu çevirmeye, gaza basmaya devam ediyordum etmesine ama içimde bir şey öylece durdu. Bir iki otel, motelin, tek tük tatil köyünün nadiren kesintiye uğrattığı o bol alan duygusundan eser yoktu. İtişe bitişe yığılmış, çığırtkan, absürt ve/veya çirkin yapılar (hiç alışılmadık olmasa da çokluklarıyla) soluğumu kesti. İyi bir gelişme; kıyı şeridine dokunulmamış, yapılaşma (güvenlik çitine abanan kudurmuş bir kalabalık misali) yolun üst tarafında tutulmuş. Şehrin, girişteki levhaya göre 265bin olan nüfusu (güncel sayı Ocak 2017 itibariyle 294 bin imiş), dışbükey, dalgalı, teraslı cepheleri, grotesk heykelleri, alaturka Disney imbiğinden geçirilmiş soğan kubbeleri, kuleler, köprüler, kemer ve daha nice icadın fazladan hareket kazandırdığı beton, çelik, mermer ve füme camdan devşirilme tesislerin bu acımasız pompasıyla “iyi bir sezonda” kaç misline şişirilirken pek orada olunacak yer değil Alanya.

Işıkla (güneşle) doğal, sere serpe bir ilişkinin yalnızca zamanda değil, mekanda da genişlik, enginlik istediğinin farkına bu kısa yolculukta vardım. Gürültü kulağın incelikli seslere duyarlığı için neyse kalabalık da gözün duyarlığı için o.

Hamut edip boynuna vursan deveyi çökertecek bu algı yüküyle şehri çıktım. O vakitler oturduğum yere bakarım diyordum. Ne saflık! Kartlar bin kez yeniden karılmış da şimdi onlarla taşla oynanan bir oyun oynanmakta gibiydi.

İtişe kakışa öne çıkmaya çalışan anlayışlarıyla (50’lerin turistik yolcu gemileri biçimli Vikingen Infinity’nin bitişiğinde Tekbir) koca otellerin, onların fırlamış bağırsakları gibi duran birbirinden renkli, yüksek, kıvrım büklüm su parklarının, arkalarında yamaçlara tırmanan evler, apartmanların yanından yolla birlikte bata çıka geçtim.

Kıyıya saptım, toprak yolundan büyücek bahçesiyle Zeyno’ların evine vardım.

Cırcırların gür ötüşü göğü tuta dursun, çalkalanan içim sakinleşti, karşılayanlarla (arkadaşlarım, Zeyno’nun annesi) şenlendi.

Sıkışma-yığılmanın ortasında birkaç dönümlük bir vahaymış burası. 60’ların sonundan, harcında bu yere beslenen sevgi olan makul, işlevsel, fazlalıksız bir (istenirse bir kapıyı kapamakla iki) ev ile az ötedeki yavrusu. Toprak rengi, ferah. Taş, tahta zeminler, sekiler, rüzgarın, olmadı esintinin dolanacağı bir aralık, güneşe göre dolaşılan üç masa, duvarı okşayan yasemin, evle yanak yanağa bir begonvil.. Ama asıl, veranda ile deniz arasındaki o kaktüs bahçesi! Çeşit çeşidiyle beni benden alan çiçekli, meyveli, boylu poslu, açılmış fiyonk, karışmış çile biçimli kaktüs. Bir tür doğal dikenli tel olarak düşünülüp büyüsüne kapıldıktan sonra çeşitlendirilmiş harika bir örtü.

Basamakların dibinde ufak bir koy ile ev (tek bir bütün olarak algıladığımdan çoğul değil) ayaklarını Akdeniz’e sarkıtıyor.



İki yandaki oteller görsel olarak eski çamlar, selvi ve kayalıklar arkasında kayboluyor. Önümüzden vızır vızır ve yerli pop müzikle avaz avaz geçen muz, jetski, tekneler vs ve göğümüzden süzülen adı her ne ise denizden kalkan) sarılı kırmızılı yamaç paraşütleriyle diğer uyaranlar, güneşe doymuş çam iğnesi kaplı topraktan, buranın derinlemesine verdiği huzurdan şöyle bir sekip gidiyor.

Doğa bu köşeden “Kendi başınıza ne çorap örerseniz örün, ben buradayım, isterseniz sizinleyim” diyor.




Durup hissimi yokluyorum da, çocukluk arkadaşlarım ve buranın aynı duyguyu (ayaklarını biçimlendirip onların biçimini alan eski terliklerin vereceği sereserpelik) telkin ettiği bir iki buçuk gün geçirdim.

Dışı kısa, içi upuzun bir zaman oldu.




*

(Rüya ile karabasan -betonbasan!- Alanya'da da iç içe. Kale, tepesi ve içi turizme iyi korunarak açılmış. Gezilmesi hâlâ çok hoş ve daha kolay. Yukarıdan olağanüstü doğaya bakış ise, bitiştirdiği iki yaşam biçimiyle hazmı zor bir lokma olup insanın gırtlağına çöküyor.)







10 Ağustos 2017 Perşembe

SIĞ BİR MEZAR HİKAYESİ

Kedi, ısrarla memesine yapışıp dürtükleyen yavrusunu bir kere daha itti, bu sefer hemen ardından ben seni yine de seviyorum dercesine yalamadı ama. Sıcaktan bezmiş, kalkıp su kabına gitti, içip az öteye serildi, yavru da peşinden memesine davrandı. Ana onu daha da sertçe itip birden doğruldu, yola doğru dikkat kesildi, burnu hızla çalışıyordu, fırlayıp gitti. Çok geçmedi, diğer yavrunun cansız bedeniyle geldi, verandanın kenarına çıkarıp hummalı bir çabayla orasını burasını çekiştirmeye, yalamaya, etrafında dört dönmeye başladı. Diğer kardeş ona katıldı. Yavru yeni ölmüştü, yumuşaktı daha ama gözlerinden (lacivert başlayıp yekpare maviye, ardından alacalı elâya dönmüş, dünyaya hep sanki bir kuşku ve güvensizlikle bakan o ufacık gözlerden) feri ve rengi çekilmiş, neredeyse pişmiş bir balığınki gibi aklaşmış, ağzından kan sızıyordu.

Aşağı indiğinde babama gösterdim, yaraya bakıp tipik, dedi, boğulmuş.

Başka bir hummalı faaliyet de bununla başladı. Halledilecek bir işin görüş alanına girdiği her seferindeki gibi zembereğinden boşanan babamın peşinden bahçenin güneş alnındaki köşesine seğirttim. Burası olsun mu, dedi taflanın dibini gösterip. Daha yeni silinmiş, çıplak gövdesi ter içindeydi. Çok güneş, gölgeye gidelim dedim. Alet? Eve dönüp bir mala kaptı. Pek olacak şey görünmüyor ama.. Malayı zorla elinden alıp sert, kuru, taşlı kızıl toprağa giriştim. Yerin imkansızlığını babamın bile görmesiyle eski bahçe musluğunun dibinde karar kıldık. Burası hiç değilse nemli, yumuşaktı. Malayı elimden çekip kan ter içinde gıdım gıdım kazmaya devam etti. İşe kilitlenmiş, daha da duymaz, dinlemez, anlamaz olmuştu. Kedi için kazmaya çalıştığımız mezara ondan önce yuvarlanıvermesinden korktum.

Kararlı, otoriter bir sesle dur diye haykırdım, gidip kazma kürek getireceğim. Sitenin yangın duvarından kızıl saplı upuzun bir kürekle keser alıp döndüm. Babam beni iterek bunlara davrandı. Sonunda iletişimden tamamen yoksun, gayet uyumsuz bir dansla toprakta sığ bir oyuk açtık. Kedilerin yaygı olarak kullandığı örtüyü istedi, kefen niyetine küçük ölüye sardı. Üzerine biraz toprak. Keserle küreği geri götürüp döndüğümde pabuçlarıyla birlikte ıslatıp çamur ettiği toprağı, bir işi daha bir an evvel halledip geride bırakma ihtirasıyla çiğnemekteydi. Sırılsıklamdı, perişan bir hali vardı ama iliklerinden de derinlere işlemiş, eldeki meseleye ve etrafa kör-sağır, bu telaşlı sabırsızlıkla dipdiriydi.

Savaş meydanına dönmüş verandayı toparlayıp koltuğa çöktüm.

Kedi az önce bıraktığı yerde yavrusunun kokusu etrafında dönüyordu, oradan paspaslara, yavruların üzerinde uyuduğu minderlere gidip gidip geldi. Kalan yavru, patisini ananın yüzüne dayayıp boynunu, başını yaladı durdu. Ona teselli maması verdim, titreyerek yumuldu.


18 Haziran’da bir Şafak Operasyonuyla, doğup terk edildiği komşunun boş beton çiçekliğinden aldırdığım yavrunun kısa hikayesi işte böylece son buldu.


8 Ağustos 2017 Salı

İZLENİMLERİN GÜCÜ ADINA

Yedi küsur saatlik, neredeyse kesintisiz bir uykunun ardından sahile baygın vurmuş kazazede gibi uyandım. Yorgun ve ağır.

Meditasyon sapı samandan ayırdı. Sakinleşen zihnim duruldu. Beni pençesine alan izlenimden kenara sıyrıldım. Yansız bir alandan dönüp ona geri baktım.

Şen, karanlık, saydam.. ruh hallerine izlenimler diyorum. Hayatın anına göre şu veya bu kalitede yüzeylere (ruhsal kıvamlara) düşen izlenimleri olarak görüyorum onları.

Düşünceler ve duygular gibi izlenimler de felç ya da allak bullak edici bir şiddete varabiliyor.

Işığım, gücüm, iradem kesiliyor. Kaygı, panik ve dipsiz bir izolasyon ortalığı kasıp kavuruyor.

Nedenleri hiç önemsiz –daha doğrusu kopan kıyametle gülünç derecede orantısız. Bir seferinde (olgunun farkına yeni yeni varıyordum) cücelerin ha dedin mi kopacak iplerle kıskıvrak ettiği Gulliver imgesi zihnimde belirmişti.

Neyle tetiklendiklerini araştırmak başka açılardan ilginç olabilir ama işleyişle –hele içindeyken!- baş etmenin en son yolu entelektüel bir çaba. Akılla kavramaya bakmak yaşarken kargaşayla arama güvenli bir mesafe getirmiyor. Tersine. O haldeyken dili bambaşka hayvani bir varlık dümende.

Bedeni rahatlatmaya çalışmak iyi. Yüzme, yürüyüş, nefes.

Oyalanma, dikkati başka yöne çevirme, uyuşturucu kaçışlar, lodosta geri tepen lağım kokusuna oda spreyi sıkmak kadar etkili sadece. (Ya evet, bir de yükselen bu lağım kokusundan duyduğun hayret ve mahcubiyet var.)

Bulanık, balgam yeşili veya çamur renkli dalga gümbürtüyle üzerinde patlar, ardından ayağını yerden kestiği gibi seni ucuz bir makine halısı misali dürüp atarken yapabileceğin en iyi şey bunun da geçeceğini kendine hatırlatmak.

Dün kahveden yükselen bir şarkının şaşırtıcı sözündeki gibi:


“Aldığın bir nefes bile içinde kalmıyor.”