Köye emekli olduğunda yerleşmiş bir arkadaşım, monoton hayatından bunalmış, yandım allah dercesine uzun bir aradan sonra kendini İstanbul’a attı. Birkaç hafta sonra gözleri parlayarak döndüğünde gittiği restoranları, gezdiği sergiler, gördüğü filmler, izlediği oyunlar ve operayı soluksuz anlattı. Belirli aralarla demir takviyesi yaptıran bir anemik gibiydi, son iğnesiyle dirilmiş, canlanmış.
Kurumsal sanatın şehrin bir fonksiyonu olduğuna ben,
yaşadığım ihtiyaç değişimi (öncelikler sıralaması) ile uyanmaya başlamıştım.
(Kurumsaldan kastim kültürel ve maddi sanat piyasasına arz edilenler.) Doğada
geçirdiğim zamanlar ne eksiğini ne de dolayısıyla ihtiyacını duyduğum bir
şeydi. Şehirdeyken algımı incelten, dağarını genişleten, derinleştiren, şehrin
dışında yerini sanatın dolaysız özüne açılmaya bırakıyordu. Benim “gezdiğim”
sergiler, gözüme görünenler. Müziğimi elementler yapıyor. (Operaya ise hiçbir
zaman ilgim uyanmadı.)
Şehirde sanat, sıkışmış açıklığımın ikamesi. Ve belki
şehir hayatı için de çam reçinesi gibi. Çam yaralandığı, hastalandığı, dalı
kırıldığında reçine çıkarır. Özsuyunu kaybetmemek için, kendini onarmak için.
Yerimde iyi olduğumu, kolumun kanadımın kırılmadığını,
güzelce serpildiğimi gösteren bir şey, tekdüzeliğin yabancım olması. Hayatın
görünürdeki renklerin, hareketin, bereketin, ışıltının ötesine dal budak
salması.
Ve sanatı özlememek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder