2 Mayıs 2013 Perşembe

ELLA, ELLA


Gecenin tatlı serinliği (üzerime battaniye örttüm!) güneşle birlikte dağıldı. Tepeye karşı bir kahvaltı ve Zion View’dan ayrıldım. Ella’nın hemen dışındaki Rawana çağlayanına doğru büklüm büklüm yola çıktık.


Kendimi direksiyonda hayal ederek soldan trafiğe zihinsel alıştırma yapıyorum. Kolayını buldum: Orta çizgiyi sağına alacaksın. Aslında arabayı doğru yerde tutmak büyütülecek şey değil. Ama yok! Trafikte eşeğin büyüğü, yerlilerin tavrını, refleksini edinmek. Kendi ülkemde iğne deliğinden geçebilirim. Ama bunu şoförlüğümden çok insanların nasıl davranacağını kestirerek yaparım, ipuçlarını “okuyarak.” Buradaysa ne kadar zihinsel alıştırma yaparsam yapayım yaya kalıyorum. Sonra bir de şu levhalar. Yön göstermek değil de dekoratif oldukları için dikilmiş gibiler (yeşil fonda o tatlı Sinhala ile daha ciddi, derli toplu görünen köşeli Tamil yazılarıyla gerçekten de öyleler). Şehirlerde bazı kavşaklarda bunlardan var. Yollardaysa daha azı. Üstelik yanlış da olabiliyorlarmış. Yani gideceğiniz yerleri avucunuzun içi gibi bilmedikçe hayırları dokunmuyor.

Yükseklerden gümbürtüyle dökülen çağlayanı köprü başında bozulup kalmış döküntü otobüsün yolcularıyla birlikte seyrettim.



Oradan kaya tapınağına. Kella’sının (Nissan’ına böyle sesleniyor, kız demekmiş) daha ileri gidemeyeceği yerde Sangeeth beni indirdi. Şimdiden sırılsıklam olan bandanayı yüzüme sürmekten vazgeçip patikayı yürüdüm. Başta peşime takılan iki küçük oğlan dışında kimse yok. Kah acelesizce otlayan bir ineğin kah ağaç altlarında ailece piknik yapan maymunların yanından geçerek düz yoldan ilerledim. Tepemde güneş, yer gök seyrine doyamadığım yeşil, vazgeçilmez Bo ağacı ve büyük bir kayanın altına yapılmış tapınağa kadar gidip döndüm.

“Eski köprüye?”

“Eski köprüye.”



Yamacın, tam daracık toprak yolda sıkışıp kalacağımızdan bir kez daha korkmaya başladığım noktasında (“Merak etme. Olmazsa geri geri gideriz!”) bir evin U dönüşü yapılabilecek girişinde arabayı bırakıp ev sahibinin tarifiyle aşağı, sık ağaçlar, çalılar arasından demiryoluna inen belli belirsiz patikayı bulduk. Geceki yağmurla balçıklaşmış, suyu yeni yeni çekilen toprak zeminde kaya-toparlaya raylara vardık. Aralarından yürümenin, bir azman olan asıl sahibinin yolunu böyle işgal etmenin çocuksu sevinci. Köprüye doğru iki yanda kaçacak yer olmayan daracık bir geçide girdiğimizde “Tren saatlerini biliyor musun?” dedim. Gülerek omuz silkti. “Sabah olması lazım. Geçmiştir şimdiye.” E, Sri Lanka’da köprüsünü görmeye giderken tren altında kalarak ölmek de bana yakışırdı. Raylarla birlikte son bir dönemeci de döndükten sonra dokuz gözlü yüksek taş köprü olanca haşmetiyle karşımıza çıktı. İngilizler zamanındanmış. Diğer başındaki tünelde boyunlarında kameralarla bir grup genç belirdi. Badulla treni gelmek üzere dediler. Ne şans! Gerçekten de, aralarında plantasyonları seyredip fotograflayacak turistler için eklenen “gözlem vagonu” da olan rengarenk tren şen şakrak önümüzden geçti. (Beni izleyip peşimden bu gece kalacağım pansiyona gelen Fransız çift, trenin içinden yaşandığında pek öyle olmadığını söyledi. Kandy’den bindikleri ilki yolda bozulunca birkaç saat ikincisini beklemişler. Aldıkları birinci sınıf biletlerin o izdihamda bir kıymeti kalmamış, yolun sonuna kadar birkaç saat de ayakta dikilmişler. “Ama plantasyonlar arasında ne manzaraydı!”)





Dönüşte Sangeeth, yerleşimden uzak, yolun üst tarafındaki 98 Acres tatil köyünü gösterip orda yemek ister misin, dedi. “Ella’nın içindeki yerlerden daha ucuz, çok daha iyidir.” Tamam. Panoramik bir uca kurulu tesise çıktık. Çepeçevre tepelerden tatlı serin bir esinti. Böyle bir yerden beklenmeyecek kadar makul fiyatlı mönüden bir Şeytani Tavuk ile üstüne hurma kreması tatlısı söyledim.



Sri Lanka mutfağı enfes. Hint yemeklerini sevemiyorum. Ayrıntıları unutulmuş bir kabustan kalan ağır duygu gibi geliyor. Sadece tatları değil, dokuları da bulanık bir yelpazede ayırt edilemeyecek kadar birbirine yakın bulamaçlar. Sri Lanka yemekleriyse billur gibi. Diri, net, renkli ve çok zengin.

Arkadaşının pansiyonuna indik. Akşam için pilav-köri sipariş ettik. Gevşeme vakti. Duş, siesta ve Ella’da bir yürüyüşün ardından Ayurveda masajı.


Adım başı böyle masaj salonları var. Sahicisini bilerek gitmek gerek. Sangeeth, vıcık vıcık şöyle bir ovmaya Ayurveda dediklerini, geçenlerde bir kadının (daha) tacize uğradığını işittiğini söyledi. Suwamedura’yı Lonely Planet de tavsiye ediyor. Hadi bakalım, bu işin aslı nasıl oluyormuş, görelim.

Usul usul ayurvedik müzikler çalan loş bir odaya alındım. Masöz, gencecik bir kız, kendini tanıtıp önce tabureye buyur etti. Gözlerimi kapayıp meditatif bir hale kendimi bıraktım. Susam yağı kokusuyla birlikte parmakların bedenimde yumuşak ama çok etkili, canlandırıcı hareketi başladı. Saç diplerinden ayak parmaklarına akupunktur noktalarının uyarıldığı, kasların yılankavi, dairesel kesintisiz dönüşlerle çözüldüğü bir saatlik bir muamele. Yüzümün ayrı kremlenip ovulmasıyla son bulduğunda kuşlar gibiydim.

Akşam yemeğinden sonra bahçede. Yıldızlar hindistancevizlerinin tepesinde ışıl ışıl. Bitişiklerinde yarımay.

Ve biraz ötede ses provası kesilip kesilip yeniden başlayan Sri Lanka müzik şovu. Özgün müzikleri ayağıma geldi diye seviniyordum ama reggae’den girip Batı Afrikamsı bir karışımdan çıkıyorlar şimdilik. Aralarda bıraktıkları boşluklar cırcırböcekleriyle doluyor.

*

9’a doğru hâlâ başlamamışlardı. Boş bir araziye kurulan sahneye gidip baktım. Aydınlatma, dev hoparlörler, platformda kuyruklu bir piyano.. hepsi tamamdı. Futbol sahasına yakın, deşilmiş toprağı çayırların tuttuğu alanda yerini almış aileler, akın akın gelen gençler, meraklı birkaç turist. Arazinin tel örgüsüne metrelerce ışıklı kordon sarılmış. Eh, piyanodan başlayarak bunca hazırlığa bakarsan öyle bir iki saatlik şey olmayacağı belli.

Yarım saat sonra hoparlörlerden iman tahtama vurup ikinci bir masaj yapan ses yükseldi. Bir daha da kesilmeden sürdü gitti. Müzik beşinci sınıf bir yerel pop’tu. Bizdeki “Eller havaya!” melodilerine, ardından biraz Afrika’ya yaklaşıyor, Hint müziğini şöyle bir andırırken sıradanlığı bol davul ve elektro org gürültüsüyle örtülüyordu.

Solist ve aralarda ne anlatıyorsa durmadan konuşan, aynı bet sesli adamdı. Saat 11 olduğunda, mikrofonun yardımıyla bile ses telleri daha fazlasına dayanamaz. 5-6 parça sonra bitirirler diye umup kulaklıkları taktım, dış ses bastırıp sızarken kendi müziklerimden bütün bir albüm dinledim.
Ses telleri varsayımım da çökünce tıkaçları gittiği yere kadar kulağıma tıkıp yattım.

Tamam, böyle sabahlayacağız anlaşılan. Kabul edelim de, her parçanın ardından kibar bir veda olacağını umduğumuz o feci uzun ara konuşmanın perde perde yükselerek ahaliyi gaza getirip yeni bir dümtek havasına bağlanmasıyla hüsrana uğrayıp durmayalım bari.

Saate son baktığımda 2’ye geliyordu. Belirleyici olan yaşadıklarımız değil, onlara nasıl tepki verdiğimizdir düşüncesinin kulaklarında tıkaçlarıyla canlı bir numunesi olarak tuhaf bir yarı uykuya kayarken bir şeyin eksildiğini hissettim: Hoparlörler susmuş!  


(arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder