5 Mayıs 2013 Pazar

MADU NEHRİNDE


Tekne turu düzenleyen iki yer var, dedi Sangeeth. Biri 17, diğeri 50 km uzakta. Daha uzaktaki daha çok yere götürüyor. Sen seç.

Kilometreleri sağına bir sıfır ekleyip yolu öyle tartacak kadar zaman geçirmişim, kısa yoldaki herhalde, dedim.

Ben dolaşırken araştırmış. Buluştuğumuzda “İlkinin pek bir şeye benzemediğini öğrendim” dedi. 

“Uzaktakine gidelim. Bu senin tatilin, en güzellerini görmelisin. Sabah erkenden çıkarız, trafiğe takılmayız.”

Bu çocuk bir pırlanta! Ya da Sri Lanka değerlisi, aytaşı.

“Olduğun gibi kal Sangeeth. Paranın seni bozmasına izin verme.”

“Yok. Bütün dertleri para olan insanlara bakıyorum. Başkalarını mutlu etmeye, rahat ettirmeye hiç aldırmıyorlar. Tabii para kazanacaksın ama bunu iyi karma biriktirerek yapmalısın. Nasıl öldüğün önemli. Bunlar hiç ölmeyecek gibi yaşıyor. Sonra yaşlandıklarında beyazlara bürünüp tapınağa gitmeye, sunular yapmaya başlıyorlar. İşin aslını anlamaya. O zaman da kendileri için korkmaya. Ama kimi kandırıyorlar ki?!”

İki meslektaş gibi konuşuyoruz. Şoför kendi konaklamasını karşılıyor. Bazı yerlerde onlara ayrılmış yatakhaneler var.

“Tangalla’dakini gördün.” Ertesi günü planlamak için Sangeeth’i aradığımda hapishane koğuşu gibi bir yerin kapısını açmışlardı. Çok yataklı, büyücek bir oda. Cehennemi sıcakta, onca yolun yorgunluğuyla kendinden geçmiş, uyuyordu.

“Oysa şoförler önemli, değil mi? Onlara müşteri getiriyoruz. Doğru dürüst dinlenmemiz de önemli. Yol hataya gelmez. Onlarsa karnını doyurmanın, rahat uyuyacağı bir yer göstermenin kendilerine kaça patlayacağının hesabını yapıyorlar. Bazı yerler iyidir ama. İnsana insan gibi davranmayı bilirler.”

Turizmdeki geçmişimi canlandırıyor. İçinden geçtiğim alacalı insan manzaralarını. En büyük doyumu, insanlardan tam akort edilmiş teller gibi gönül okşayıcı yankılar almada buluşumu.

Çalışırken komisyon işinden ne kadar rahatsızlık duyduğumu (abartılı yüzdeleri) söylediğimde buradaki işleyişi anlattı. “Makul” dedim. “Elbette alacaksın.” Ama gözünü çıkarmadan.

Tekne kulübünde bizi karşılayan nazik adam, bilgisi, anlayışı kıt, aklı bir karış havada turiste (ya da 5 yaşındaki çocuğa veya bunamaya başlamış aile büyüğüne) seslenilirken takınılan tavırla tane tane programı anlattı.



Mangrov? Biliyordum tabii. Budist tapınağı? Şimdiye kadar 20-30 tane gezmişimdir. Tarçın? Bilmem mi, çok kullanırız. Balık masajı mı?! Bak o hoş işte.

Atladık tekneye, okyanusa karıştığı yerin yakınından vurduk çok geniş ırmaktan yukarı.

Şu sudan bitme kök ve dallı mangrovlar.. Sempatimle hayranlığımı aynı anda çeken nebatattan. Ve maymunlar bunlara ne yaraşıyor. Birinin bitkisel, diğerinin hayvani oyunculuğuyla tencere ve kapak gibiler.


Yemyeşil kıyılardan kıvrıla kıvrıla yemyeşil suda ilerledik. Esinti ne tatlı geliyordu.



İrili ufaklı adaların etrafını döndük. Yok, Budist tapınağında inmeyecektim. Göbekli Çin versiyonuna karşılık sırım gibi tasvir edilen Sri Lanka Buda’sı gerçekten hoşuma gidiyor ama uzanmış, ayakta, lotus oturuşunda, çember çevirir, selamet diler, tefekkür halinde, üç parmaktan 70 metreliğine, alçıdan altın kaplamalısına, granite, ayy, geçende haresi neon ışıklısına!! kadar mebzul miktarda görmüş, doymuş hissediyordum. Bu bolluğa, taşkınlığa da en çok Buda adına üzülüyor.



Hint tapınağı mı 200 yıllık? Olamaz. Baksanıza, çimentodan.



Tarçın adası. Turistik. Betel kızılı dişli bir adam bitkiyi gösterdi, bir avuç yaprak koparıp ezip elime verdi. Keskin, mis gibi kokusu. Sonra çubukları havuç gibi soyup (yeşil kabuklarıyla ateş yakarlarmış, tam kafa bulmalık) nasıl kuruttuklarını (gölgede, sal gibi birbirine bağlayıp kamış damın altına bitiştirerek), yağını nasıl çıkardıklarını anlattı. Gösterisine bir de hindistancevizi kabuğunu saç gibi yolarak şıpın işi büküp sicim elde etmeyi ekledi. Bir palmiye yaprağını aynı usta ellerle sepet gibi örerek yaptığı “Sri Lanka yelpazesiyle” beni yelledi biraz. Sonunda da tek torba tarçın alışımla hayal kırıklığını hiç gizlemeden arkasını dönüp gitti.



En eğlencelisi en son geldi: Balık masajı. Entipüften bir iskelede çiftliğin balık havuzları arasında yürüdük. Bizi gören kırmızılı karalı, irili ufaklı balık, balık istifi kapatıldıkları karelerde alt alta üst üste yüzeye çırpınarak ağız açıp açıp kapamaya başladı. Elime verdikleri bir çanak yemi (“Bu onları canlandırır!”) en sondakine, iskeleye oturup ayaklarımı aralarına sarkıtacaklarıma sakladım. Tuhaf duyguydu. Pulsuz, kaygan, kıvıl kıvıl bir dokunuş. Isırmayla dudaksız bir öpücük arası bir temas. İrkildim, gıdıklandım, hoşlandım. Eğlendim. Balık akıllı ya da hallicesi, bütün varlıklara ayrım gözetmeden sahip çıkan doğa dostları günahımı affetsin!



Ayağa kalktım, döndüm. Bir oğlanın sunu atkısı gibi uzattığı 40 santim filan boyunda kara bir timsah yavrusuyla burun buruna geldim. “Dokunabilirsiniz.” Eh, o da eksik kalmasın bari. Meşinle taş arası çok sert, pütür pütür bir deri. Çarpık çurpuk dişler. Bulanık bir göz. Neredeyse kıpırtısız bir beden. İki buçuk yaşındaymış. “60 yaşlarında gerçek boylarına ulaşırlar.” O kadar uzun (200 yıl) yaşıyorlarsa niye acele etsinler ki? “Elinize almak ister misiniz?” Yok, o kalsın.



Tur, ırmağın okyanusa döküldüğü yere uzanışla bitti. Suyun saydamlaştığı kumlu sığlık fildişine dönüyor, belirsiz bir geçişle maviye, ardından laciverde kavuşuyor, derinleşip hırçınlaşan sular ilerideki kayalıkları dövüyordu. Beride suda eğlenen çocuklar (onlardan uzakta kızıl ağını atan daha büyük bir tanesi). Kaptan fotograf çekeyim diye oyalanıyordu. Dayanılmaz çekici görüntüler ama mangrovlardaki maymunlar muamelesi yapmak istemiyordum: Turistleri canlandıracak bir avuç yem. Baktım öyle değil, henüz sağlam, bembeyaz 32 dişleriyle gülüyor, el sallıyorlar, selamlarını alıp Alex’i üzerlerine saldım. Foto üzerine foto çektim.



İyice turistik günümüzün son durağı aytaşı madeni-satış mağazasıydı. Sundurmasında bir Mercedes’in park ettiği gösterişli beyaz konaktan çıkan gömlekli ceketli kravatlı kel bir adam beni arka bahçeye götürdü. Ahşap bir çardak altındaki etrafı ak balçık bir kuyu başına. Maden burasıymış. Yerin 10 metre kadar altına uzanırmış. “İşçiler aşağıdan beyaz çamuru çıkarıp şu gördüğünüz çıkrıkla indirilen kovalara doldurur.” Kuyu başında çamuru çiğneyen bir çift kara bacak. “Böylece ayıklanan taşlar berideki suda yıkanır.” Sivri dipli bir sepete konan taşlara ben ve birkaç turist için yaptırılan banyo. Esmer avuçlarda uzatılan sütlümsü aytaşları, sonra başka bir çanaktan avuçlanan rengarenk yarı değerli taşla tam fotograflık gösterinin tekrarı.



“Aşağıda kaç saat çalışıyorlar?”

“Sekiz. Çok sıcak, rutubetli olduğundan daha uzun kalamazlar. Vardiyalar halinde çalışılır. Evet, ağır iş ama hangi iş değil ki?” Seninki mesela. Ya da benimki.

Tarçın ağaçları ve altlarında sergilenen tozu, kabuğu, yağları arasından (“Hayır, teşekkürler, tarçınların oradan geliyorum”) taş kesme, cilalama, işleme atölyesine geçtik. Yeni yıl dolayısıyla kimse yoktu.

Oradan da, gösterişli konağın ayrıcalıkla iklimlendirilmiş satış mağazasına. Duvarlar boyu camekanlarında ışıldayan takı. Köşedeki bir masada kara çarşaflı karısına mücevher seçen bir Arap. Dolanan orta halli turistler.

Aytaşı sandığım gibi opal değil, başlı başına bir mineralmiş. “Astrolojiye inanıyorsanız özellikle önerildiği burçlar vardır. Kristal şifacılığı ve geleneksel hekimlikte de makbuldür. Usul, sürekli ve yatıştırıcı, sağaltıcı bir enerji verir. Baş ağrılarına da iyidir.” Astrolojiye inanmam, baş ağrısına karşı daha gevşek ama daha beyaz başka bir şey, Aspirini tercih ederim. Yine de bu taş tüm rengi, ahenkli çelişkileriyle Sri Lanka’nın uyandırdığı izlenimin iyi bir simgesi.

İki dünyayı birden gören tanrıçanın gözü gibi bombelenmiş bir kolye ucu aldım.

Zengin yoksulluğuyla Sri Lanka’nın gözü, uzaklarda bile olsan üzerinde kalacak: Buralarda gözün, kulağın, yüreğin ardına kadar açılmış yaşadığın her şeyin anısını bir dokunuşta yeniden canlandıracak desin istediğim bir Sri Lanka yarı değerlisi.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder