5 Mayıs 2013 Pazar

TSUNAMİ


Kıyı boyu kararmış duvarlarıyla bir kısmı temelli terk edilmiş evler, yapılar var. Tsunamiden kalma.

“Sen o gün neredeydin Sangheet?”

“Bir gün önce tam buraya (Unawatuna) İsviçreli turistleri getirip bırakmıştım. Turlarının son günüydü. Birlikte yemek yiyelim diye gece kalmam için çok ısrar ettiler. Ama ertesi akşam Kandy’de bir transferim vardı, döndüm. Onlardan bir daha haber alamadım.”

“Buraya felaketten sonra ilk ne zaman geldin?”

“Kısa bir süre sonra. Kendi gözlerimle görmek istedim. İnanılmazdı!”

Nehir turundan dönüşte, bir tsunami müzesi var, görmek ister misin, dedi.

Küçük bir kulübe önünde durduk.


Rutubetin kıvırdığı fotograflarla kaplı duvarlar. İçime şöyle bir bakışta çöken kurşun gibi bir ağırlık. Sonra, fotograftan fotografa, apansız yakalanan insanlar. Parçalanış.

Okuyorum.

“Sri Lankalılar için sıradan bir gündü. Güneşli bir Noel ertesi. İnsanlar kıyıdaki akrabalarını ziyarete gelmişti. Birden bir dalga içlere uzandı..”



İlk dalganın ardından bir kilometre kadar çekilen denize ne oluyor diye bakmaya gidenler. Sağ çıkanların çektiği resimler. Dev bir dalgayla geri dönen okyanus.

“Şu elektrik tellerini görüyor musunuz? İşte onların üzerinden aştı. Demek ki 10 metreden fazlaydı.”

Ufak tefek, kırklarında görünen bir kadın. Müzeyi o kurmuş.



Dehşetin, çığlık çığlığa acının fotograflarından kendimi alıp onun kayıplarını sordum. Evim gitti, dedi. Her şeyim. Şu zemin, geride sadece o kaldı.

Sonra Galle’daki otobüs terminalinin mahvını, biraz ötede anıtı olan tren felaketini anlattı (çiğnenip tükürülmüşe dönen vagonlar, ceset, demir, ray, nesnelerden oluşma bir amalgam).



Derin bir acıyla yontulmuş insanlara özgü bir ağırlığı vardı. Hayatın çikolata yüzünün ötesine geçip de dönenlerin ağırlığı. Yalnızlığı. Ama bu, sonuna kadar taşıyacakları yükün kim bilir ne kadar hafif bir yanı. Yaşamayan bilemez. İzleri karşısında yüreğine kurşun ağırlığı çöker. Acıya duygudaşlıkla dokunur belki ama bilemez.

“Arka tarafta, çocukların yaptığı resimler var, görmek isterseniz..”



Daha büyük bir barakada çocuk gözüyle felaket resimleri. Fotograflar faciayı dışından belgelerken içinden nasıl yaşandığının doğrudan, olduğu gibi ifadesi. Çocuk çizgileriyle sulara kapılmış karmakarışık ölüler, araçlar, moloz. Ve yine de rengarenk. Çocuk renkleri. Aralarından yumruk gibi fırlayan bir tanesi. Bunda figür yok. Kızıl bir leke dışında kağıdı olduğu gibi dolduran kopkoyu renkli bir girdap çizimi!





Tüylerim diken diken, ağlıyorum.

“Sizin için zor değil mi? Yani felaketi belgelemek elbette önemli bir hizmet. Ama böyle gün be gün bu fotograflarla, resimlerle yaşamanın sürdürdüğü acı? Bazen unutmaya bırakmak daha iyi değil mi?”

Garip ama acının tatlılaştırdığı bir sesi var.

“Uzun zaman sadece unutmak istedim. Hatırlamaya dayanamıyordum. 2006’ydı. Hollandalı bir kadın beni ikna etti. Avrupa’da böyle büyük felaketlere nasıl anıtlar yapıldığını anlattı. Yaraların iyileşmesi için hatırlamak gerektiğini söyledi. Düşündüm. Bunda insanların alması gereken bir ders var. Kendimizi yolunda akıp giden hayatlarımıza kaptırıyoruz. Hırslarımız, mücadelelerimiz, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz.. On metrelik bir dalgayla doğa gerçek gücünü gösterdiğinde bunların hepsi öyle küçük ki. Ve bu aslında ölüm değil. Hayat! Biz onun karşısında şu kadarcığız.”

İki parmağını iki santim aralayarak derin bir nefes aldı. Akıcı bir İngilizcesi vardı ama tekrarlana tekrarlana otomatikleşmiş bir konuşmayla değil, her bir sözcüğünü derinlerden, taze duyarak ağır ağır anlatıyordu.

“Kendimi dine verdim. Bazen İncil, bazen Buda’ya sığındım. Sonra babama danıştım. Yap, dedi. Elimde turistlerin çektiği fotograflar vardı. Giden evimin yerine bu kulübeleri yaptırdım. Belgeleri toplamaya başladım. Burada çok büyük bir ders var. Onu aktarmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Gelip görene. Alana.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder