3 Mayıs 2013 Cuma

GÜNEYİN DE GÜNEYİNE


İnsan, afişlik, klişelik sahiliyle okyanus huzurunda klostrofobi hissedebilir mi? Hissedermiş.

Birkaç saatlik uykuyla Ella’dan ayrılıp düzlüğe, Sangeeth’in bile yakındığı ıslak sıcağa indim. Kendime şimdi sorsam ilgilenmediğim ama yol programına koymuş olduğum Bunduruwagala tapınağına saptık. Daracık yollardan içlere doğru giderken yanlarından geçtiğimiz gölcükler, verdikleri yansımalarla beni biraz canlandırdı. Nasılsa daha hızlı gitmiyorsun, fotograf çekerek yürüyeceğim biraz, beni takip et deyip arabadan indim.



Bir Budist tapınağı daha! Bağış adı altında toplanan giriş parasını heyecansızca kapıdaki rahibe uzatırken kalan dişleri de çok geçmeden gidici bir yerli yanı başımda belirdi. Savuşturmaya halim yoktu, bıraktım rehberliğini yapsın.

“Bu yeni” dedi sandaletlerimi çıkarıp yöneldiğim yapı için. “Ben sizi asıl heykellere götüreyim.”

Götür bakalım.

Çok sık bir yeşil örtüsü içinden arkalara uzanan yolu süpüren adamı kardeşim diye tanıttı. Sonra bir iki kişiyi daha. Kendini birkaç kuşaktır bu tapınağa adamış bir ailedenmiş.

Yolun sonunda birden karşıma çıkan şeyle gözlerim dört açıldı.



Masif bir kaya (granit) ve ondan yontulmuş dev figürler!

En büyükleri, barış, sükunet simgeleyen ayası dışa açık eliyle ortadaki Buda idi. İşini çok ciddiye alan rehberim konuşmayı kesti. Birleştirdiği avuçlarının parmak uçlarına doğru başını eğerek Buda’yı selamladı. Sonra devam etti.

“Dikkat ederseniz bu kütle fil biçiminde. Yerin adı da Budist heykeller kayası anlamına geliyor. Buda’nın yanındaki küçük oyuktan baş ağrılarına iyi gelen bir yağ sızar. Heykeller bin yıllık. Taliban’ın Afganistan’da yok ettikleri en büyük Buda heykelleriydi. Bunlar 17 metreye varan uzunluklarıyla şimdi artık eski dünyanın en büyük figürleri.”

Gerçekten etkileyici.

“Kayadan oyulduktan sonra üzerlerine bir alçı tabakası çekilerek renklendirilmişler. Tabakanın kalıntılarını, üzerlerindeki çok soluk renk izlerini Buda’nın yanında görebilirsiniz. Beni anlayabiliyorsunuz değil mi?”

Eksik ön dişleri kulak kabartmak gerektiriyordu ama evet, anlıyordum. Sri Lankalıların konuşmasına alıştım.

“Figürlerin üzerindeki delikler, vaktiyle heykelleri yağmurdan korumak için yapılan ahşap çatının kayaya geçirildiği yerler. Çatı abanoz ağacındanmış.”

Sonra heykellerin simge diline geçti. Okuma yerine geçmiş sanatın zengin dili. Satır satır ve zihinle okumak yerine bir bakışta ve dolaysız kavranan bir anlam aktarımı.

“Ayağınızın ucunda bir bukalemun var.”

“Hani nerde?”

Gösterdi, bir daha gösterdi. Neden sonra seçebildim.

“Yılan da boldur burada. Engerek, kobra..”

Çayırdan yanındaki kumlu patikaya sıçradım.

“Dedem bir pitonla karşılaştığını anlatırdı. Timsah da çıkar.”

“Monitor diyorsun herhalde?”

“Hayır. Monitorlar bir buçuk metre filandır. Timsahlar daha büyük olur.”

Akrepleriyse sormadım bile.

Dönerken kalabalık bir yerli turist kafilesiyle karşılaştık. Bu kadar insanı getiren otobüs o dar yoldan nasıl geçmiş? Cevabını yolda aldım. Biz giderken gelen birkaç minibüs, bir de otobüs ile. Balkon parmaklığında karşılaşıp yere atlamadan kendi yollarına giden kedilerin sadece onlara özgü sandığım akrobatlığıyla suya yuvarlanmaya santimler kalacak şekilde karşılıklı geçerken.



Tangalla’ya doğru gök pustan aklaşmış, konturlar silikleşmişti. İçimi de öyle hissediyordum. İsteksiz. İstememek değil de, isteğin yokluğu. Birer fincan çay içmek için durduğumuz sinekli bakkal-fırın-pastaneden aldığım (bir köşedeki o baharatlı, kızıl, yabancı bağırsağı düşmanı çerezler dikkatimi çekti) ambalajlı tuzlu krakeri kemirip iyice ısınmış suyumu bitirirken, yanından geçtiğimiz dekoratif yol tabelasını bezginlikle okudum. Tangalla 68 km. 3 saat eder! Susmaya devam edersem varlık sahnesinden temelli silineceğim.

“Tamil dili sizinkiyle aynı kökten mi?”

“Hayır. Ayrı bir dildir.”

“Sizin yazınız Sanskrit dilinden geliyor değil mi?”

“Evet. Onların yazısı da farklı, biliyorsun.”

“Tamilleri görünüşlerinden ayırt edebilir misin?”

“Konuştuklarında fark edilirler ama giyimleri de kendilerini belli eder (erkekler şalvar, kadınlar sari, bir de pottuları olur –iki kaşın ortasına boyanan kırmızı nokta). Karşımdakinin Tamil olduğunu bir şekilde bilirim, evet, ama nasıl olduğunu açıklayamam.”

“Hissedersin..”

“Öyle.”

“Savaş sırasında halk (Sinhalalar) Tamillere düşmanlık duyuyor muydu?”

“Hiçbir zaman! Biz Tamili, Sinhalası, Müslümanı, Budisti, Hıristiyanı ile hep birlikte, iç içe yaşadık. Bu, halklar arasında bir savaş değildi.”

Tıpatıp aynı cevabı sorduğum başkalarından da almıştım.

“Gerilla ile iktidar arasında bir çatışmaydı.”

İlk şoförüm Neel, “Ve aslında iki taraf da sürmesini istediği için o kadar uzadı. Bu işte büyük paralar dönüyor” demişti.

(Sri Lanka asıllı yazar Nayomi Munaweera’nın Island of a thousand mirrors adlı romanında bu uzun, kanlı dönem, “Biz hep kardeşçe yaşadık” tekrarının belletilmiş bir inanç ve gerçeğin yarısı olduğunu düşündürecek şekilde anlatılmış. Çatışmanın yoğunlaştığı kuzey bölgesinden uzaktakilerin bunu başka bir dünyadaymış gibi yaşadığı, “orada” olanlardan habersiz ve bunlara ilgisiz kaldığı, resmi terane ile kafalarını kuma gömdüğü. Ürpertici benzerlikler..)

Sonra, birkaç yıl önce Tamil Kaplanları art arda iki büyük saldırı gerçekleştirmiş. Bir kasabaya, ertesi gün de okul otobüsüne. Şimdiki Başkan (tacir gülümsemesiyle afişleri her yerde), buraya kadar! demiş. Nihai barış görüşmeleri başlamış.

“Liderleri ölmüştü. İkinci adamları şimdi parlamentoda! Kaplanları da orduya, polis teşkilatına aldılar. Yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgesine büyük teşvikler veriliyor. Evler yapılıyor, fabrikalar kuruluyor. Bunlardan yoksundular. Çok fakir.”

“Terörden” korkuyorsan insanlara kaybetmekten korkacakları şeyler ver.

“Hepsi de bizim paramızla oluyor. Yeni vergilerle. Fakat, derdi ne, gerçekten bilmiyorum ama ayrılıkçı Tamillerin arkasında Hindistan var.”

Bunu da duymuştum. Hindistan’ın Tamil destekçisi siyasi partisinin açıktan açığa Sri Lanka aleyhtarı bir tavır benimsediğini.

“Ve Tamil’i Sri Lanka’ya getiren de kim, biliyor musun? İngilizler!”

Evet. Ezelden beri adada yaşayan Tamil bir azınlık varken İngilizler çay plantasyonlarında çalıştıracak adam bulamayıp Hindistan’dan ilave Tamil işgücü getirmiş. Çatışma da bunların aşağılanması, ezilmesiyle başlamış.

Telefonu bir kez daha çaldı. Açtı. Dakikası 1 rupi imiş. Yani hiçbir şey. Bundan mıdır, yoksa zaten konuşkan olduklarından mı, bu insanların telefon konuşmaları da yol süreleri kadar uzun. Cevabı tek kelimelik sorular (“Boş odanız var mı?”) bitmek bilmez bir gevezeliği tetikliyor.

Kulağa bilyeleri dağılmış bir rulmanın dönüşü gibi gelen, patlamalı hecesi bol, çakırtılı bir dil. Gırtlaktan değil. Sert ve kuru. Şefkat vaaz eden Budizmleriyle ne yapsam bağdaştıramıyorum. Şöyle pespembe bir aşk filminde yahut bir şairin ağzından dinlemek isterdim. Yavrusunu yatıştıran bir anneden, ölüm döşeğindeki babasına konuşan bir evlattan.

Yeni yapılan Mattala havaalanının orada (”Bir dahaki gelişinde sakın buraya inme. Karmakarışık bir yer!”) yol çift şerit oldu. Hızımız da 50’den 70’e çıktı. Baş döndürücü.

Sonunda Tangalla. Gördüğünde bir gece daha kalmak isteyebilirsin deyip lagün kıyısında klimasız ve ucuzundan bir otel bulmuştu. Kıyıya saptık, yerleşimle arasına kalın bir tampon gibi girdiğini hissettiğim bir labirente daldık. Dar yolun iki yanında yüksek duvarlar arkasına çekilmiş yapılar, aralarda sık yeşillik.

Otelin önünde egzozu patlak bir ruhla arabadan indim. Etrafa içime çöken siyah pusun ardından baktım.



Bu işte çok para var, daha oda yapalım anlayışı kokan ek inşaatın yanında, (olmuşsa) parlak zamanını geride bırakmış asıl bina. Daktilo dönemi vergi dairesi havalı resepsiyona girdim. Karşılıklı kapalı suratlarla usulen selamlaştık. Anahtarımı aldım.

Geniş, temiz bir oda. Kalın duvarların hapsettiği sıcağa en yüksek devrinde pervane kar etmiyor. Duvarlarda iki kertenkele, sonsuz sivrisinek.

Lagünü geçip kumsala indim. Okyanus burada bayağı haşin. Ta ilerde, havuzlaşmış kayalık cepte suya giren yerlilere kadar yürüdüm. Güzeldi olmasına ama orada olana.



Birkaç hafta önce epey yabancı varmış, sezon kapandı kapanacak, şimdi sadece birkaç yerli turist.

Kendimi dizginsiz özgürlük simgesi koca okyanusun karşısında işte böylece kapatılmış, sıkışmış hissettim.

Odaya döndüğümde cibinliksiz yatağımda bir kurbağa vardı. Ilık suyuyla duşun altına girdikten sonra, kucağımda bir maymunla uyanmamak için balkon kapısını kapayarak yatacağım; başka bir gün olacak yarına kadar ne kadar uyuyabilirsem uyuyacak.

(arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder