9 Ocak 2022 Pazar

ORDAN BURDAN İSTANBUL

Dolaş. Çanağını doldur. Yavaşla. Aldıklarını sindir. Dışarısıyla içerisi, şehir ve sen; tahterevallinin bir o ucu, bir bu ucu yükselsin.

Pandemi ve zıvanadan çıkan pahalılıkla etkinliklerin iyice seyrelmesi taşrada edindiğim tempoya çok uyuyor. Tefekkür yanı harekete ağır basan bir gidiş. İyi ki de öyle.

Düstur az ve öz. Bir avuç yakınımı görmek, kalabalıktan sakınarak dolanıp şehrin oldum olası sevdiğim nabzını uzaktan-ufaktan hissetmek, hatırlamak iyi geliyor.



*

Kadıköy’de şehrin son gazhanesini belediye değerbilir bir kültür merkezi haline getirmiş: Müze Gazhane. Endüstriyel bir hurdalık egzotik bir esintiye dönüşürken hatırı sayılır bir alan da halka açılmış. Kütüphane, atölyeler, tiyatro, sergi salonları, çocuk bilim merkezi, kitapçı, kahveler ve aralarında bol boşluk, birinden çıkıp diğerine giderken insanın iştahını tazeliyor. Geçmişten günümüze karikatür sergisini bir ülkede her şey değişirken bu kadar da aynı mı kalır diyerek gezdik. Çocuk bilim merkezini tabii. İklim sergisine burnumuzu uzattık (sergileme, sunum bu çağın teknolojiyi tepe tepe kullanan ustalığı), kitapçıya daldık Çağlayan’la, iki kitap kurdu. Hayat Yeniden: Umut Felaketleri Yener başlıklı, göçmenleri belgeleyen fotoğraf sergisi sırf yerinden değil, ülkedeki konumundan da edilmişlere sarsıntı, yıkım ve yeniden doğruluş üzerine çok şey söylüyor.

Tatlı bir doygunlukla kahve molası verdik, çıktık ve yolu şaşırıp kendimizi şehrin (yüksek yüksek kulelerle) yeni iğnedenliği Fikirtepe’de bulduk. Ne yolu belli ne izi. Yırtıcı bir iştahla yumuldukları arazide yollar plan program yerine telaşlı pençe ve diş izleriyle açılmış sanki. Biz şaşkın, navigasyon daha da şaşkın, niyetli olarak dünyada girişilmeyecek bir tur attık. Kıvrım büklüm sokaklarda devasa bloklar ile karşılarındaki, nasılsa var kalmış köhne tamirciler, sinekli bakkallar, gecekondular ve onlardan hallice kirli suratlı apartmanlar (pencerelerinden beyaz bayrak yerine sarkan çamaşırlar). Ülke en doğusundan başlayarak batıya doğru hamle etmiş de kiminin muradına erdiği, çoğunun eli böğründe kaldığı bir duvara burada toslamış bir şehir gibi İstanbul. Hareket, köken çeşitliliği, engellenmişlik, kıstırılmışlık hep bir arada. Fikir(allah akıl ile birlikte versin)tepe bu açıdan iyi bir özetmiş.

*

Mahalle camii onarımda, ezan çeşitli uzaklıklarda başka camilerden anlaşılmaz bir uğultu kalabalığı halinde yükseliyor. Sesi ne kadar yüksekse camilerin bir iki istisna dışında kendileri yüksek bloklar arasında o kadar kaybolup gitmiş. Ses de biçim de böylece ulvilikten, huşu uyandırabilmekten ne kadar uzak ama dinin çoktan yeryüzüne indirilmiş, hatta yerin altına sokulmuş haliyle de pek uyumlu. Kalabalığın niteliğe galebe çaldığı bir yerde yakışır diyor insan.

*

Kentsel dönüşüm blokları. Dar kenarı kısacık bu dikdörtgen yapılar midesiz bir yemek borusunu andırıyor. Uzayıp giden bir eksen boyunca genişleyemeden sıralanmış odalar. Bir inşaat taahhütnamesinin alt alta maddeleri gibi. Malzeme kalitesi mi? İşte buyrun, birinci sınıf, onunla yetinin! İnsana ev duygusu verecek, işlevleriyle çeşitlenen mekanlarla bir de mimari ruh beklemeyin. Yenilik ve pırıltı neyinize yetmez. Cilanın öze galebe çaldığı bir yerde bu da yakışır diyor insan.

Bu blokların arasında uçuşan martılar.. “Ruh” onlarla geliyor. (Ne kadar fantastik bir görüntü!) Kaldırım boyu ağaçların bir tutam yeşiliyle de ısınıyor insanın içi. Ve gökyüzü tabii. Daima.

*

Pera Müzesinde bir sergi: İstanbul’da Bu Ne Bizantizm. Modadan çizgi romana, sinemadan resme dünyanın dört bucağında Bizans tahayyülü. Koşar adım ilerleyen bir yoksullaşmayla iç içe gösterişçi tüketimi düşünürken aklımdan geçenin hoş bir uzantısı oldu: Ne olsa Bizans’ın devamı bir yerde yaşıyoruz.

*

Yeni AKM. Eskisine yüklediğim hiçbir anlam yok (sahiplenmeyince de boş bir sabun kutusu gibi gelirdi). Önyargısız, beklentisiz, etrafını dolaştım. Eski cephe ile onu hafifleten, hareketlendiren yenisi arasında bir süreklilik sağlanmış. Eski otoparkın üzerinde yükselen ve herhalde en az ana bina kadar yer tutan ek kanat, kütleselliği ve sunduğu perspektiflerle biraz 3. Reich mimarisini çağrıştırdı. Konser salonundan tiyatrosuna, atölyelerinden kitaplığına içlerine girmek, akustiğine, verdiği hislere bakmak gerek tabii, yapıyla hemhal olmak. Ama boş halini dışından adımlamanın da uyandırdığı bir izlenim var.

Derli toplu. Bağırtkan değil. Çirkin de değil. Fazlasını da beklememeli. Mekan bu, ya içerik derler yoksa. Bırak teşviki, sözün, sesin, yaratıcılığın ezildiği yerde yeni bina fena bir başlangıç sayılmaz.

*

Dişçi, “Güzel” dedi. “Sallanan ya da çatlamış dişiniz yok.” Pandemiyle birlikte çok sık gördükleri hasarlarmış bunlar. Diş sıkmaktan. “Siz siz olun, çenenizden güç almayın” diye ekledi gülerek.

*

Evde ne internet ne tv var. Akşamları divana uzanıp kitabıma gömülmek bölünmemişliğin derin hazzını veriyor.

(İlgiyle okuduğum iki kitap: How Music Got Free, Stephen Witt – Bedava Müzik: Bir Mucit, Bir Patron ve Bir Hırsız Müzik Endüstrisini Nasıl Altüst etti başlığıyla çevrilmiş. Ve Sovyetlerin yıkılışıyla ortaya çıkan oligarklardan biri etrafında Putin’li yeni düzeni konu alan Once Upon a Time in Russia, Ben Mezrich.)

*

Gün ağarırken köprüdeydim. Dar uzun bir bulut Çamlıca tepesinin üzerine sere serpe uzanmış. Altında şafak vaktinin pusu, kat kat yayılarak yapıların, kıyının dış çizgilerini siliyor, görüntüye olmadık şaşırtmalar veriyordu. Köprünün karşı ayağı, televizyon kulesi şurada silinmiş, az yukarıda yoktan var olarak göğe yükselişlerine devam ediyordu. Grinin tonlarıyla süren bu oyunun doğusunda güneşten önce tepenin ardından yayılan sarı ışıltısı göğe rengini verirken duru maviyi aşan bir uçak izi kıpkızıl kopmuş gidiyordu.

Ah İstanbul! dedim, senden umut kesilmez.

*

Bir şehir paradoksu daha: Sürekli göz altındayken hiçbir zaman (kendiliğinde) görülmüyorsun.

*

Birkaç fotoğraf: https://photos.app.goo.gl/P7JAGJ4TgRGhz74d8

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder