6 Mart 2012 Salı

ARA NAĞMELER


ÜST KİMLİK: GEZGİN

Lonely Planet, seyahatini kişiselleştirmekten yana yolcular tarafından benzerleri için hazırlanan bir rehber. Doğaçlamacılar, tabağın önüne getirilmesini beklemeyecek, gidip meyvesini kendi toplayacaklar için. Önerdikleri yerlerde karşılaştıklarınız da üç aşağı beş yukarı aynı yolun yolcuları oluyor.

Scalabrini’nin mutfak-oturma odasında sabahları ve akşamları karşılaşıp sohbet edenler gibi. Beş kıtadan gelen genç, orta yaşlı, kadın-erkek deneyim, tüyo paylaşırken kökenlerimizin ayrılığı ötesinden bizi birleştirenin ne olduğunu düşündüm. Hayata benzer bir iştahla geçirilen aynı kurcalayıcı merak bu. Gidip kendi gözün kulağınla keşfetme dürtüsü.

BOOK LOUNGE

Kitap kurtları için kemirmekle bitmeyecek bir kaynak. City Bowl, Roeland Street’te eski bir köşe binanın iki katını tutuyor. Epey geniş bir şiir ve kısa öykü köşesi var. Ve her yerde olduğu gibi yardımını hiç esirgemeyen çalışanları. Felsefe öğrencisine benzer genç adama gidip bana biraz yol göstermesini istedim. Çağdaş Güney Afrikalı yazarlardan başlıca deneme ve öykü okumak istediğimi, romana da itirazım olmadığını söyledim. Epeyce uzun bir süre bana yazarlar, işleri, tarzları konusunda bilgi verdi, raflardan çekip çıkardığı örneklerle yükselen bir kule oluşturdu. Rahat kanepeye ve zamana yayılıp taşıyabileceğim kadarını seçtim.

Kafamı çokca kurcalayan sorunun Güney Afrika’da beyaz olmak olduğunu söyler söylemez Antjie Krog’u önerdi. “Efsanedir o. Ülkenin en derin düşünürü!” 1994’ten sonra ailesiyle birlikte inadına bir township’te yaşayan, Apartheid karşıtı bu beyaz kadın aktivistin Begging to be black kitabını okuyorum şimdi.


“In order to understand something I have to write it; while writing –writingly, as it were- I find myself dissolving into, becoming towards what I am trying to understand.”

“I want to be part of the country I was born in. I need to know whether it is possible for somebody like me to become like the majority, to become ‘blacker?’ and live as a full and at-ease component of the South African psyche.”

“How do I ‘flee’ towards black (…), if I have never cared to know what black means? So my first question is this: is it possible for a white person like myself, born in Africa, raised in a culture with strong Western roots, drenched in a political dispensation that said black people were different and therefore inferior, whether it is possible for such a person like myself to move towards a ‘blackness’ as black South Africans themselves understand it?”


"After a suitable time I am offered pap, maroho and a glass of water from the water bucket, which has obviously been carried from somewhere. 'My mother is sorry that everything is cold, but she thought we would be coming already this morning.'

"I keep my eyes on the plate. How do I do justice to such a gentle and beneficent gesture? Everything on this plate or in this glass has been gathered or processed with great trouble, plus the knowledge of how bodyness will pick and shred and stir and taste and give itself. The perfect texture of the pap, the amount of salt in it, the sharp taste of the maroho that pierces my mind with memories of sitting long-legged with black women under a tree eating from the same pot, the cool water in the scratched but surviving glass. At the same time, it feels as if the gesture is not about the food, also not about giving at all, but about sharing a physical generosity. It is as if the skin containing my body has become porous, as if I am dissolving into a delicate balance with this woman and her daughter, their offered food and all the places it comes from.

"Maybe it's also even more than that: in this house where a rural mother sits with her university-qualified daughter, unable even to begin to guess the complications of her life, the meal is shared within the context of a deep trust that whatever is shared, now, with me, is not only worth sharing, but confirms what has always been known here: being part of. Not of some thought-out or yet-to-come imagined space, but part of something that is, calibrating heartbeats."

Müthiş bir ses.

İNGİLİZCELER

Afrikaans ile birlikte ülkenin 11 resmi dilinden en yaygını. Anadili bu olan beyazların ağzında anlaması kolay. Amerikanca'dan çok İngiliz İngilizcesine yakın. Vurgusu ve söylenişini müzik gibi kendi duyuşlarına çeviren siyahların konuşması biraz daha alışma istiyor. Siyah ya da beyaz, birçok dilden devşirdikleri, kültür baharatı sözcük ve deyimleri de içine alacak bir anlayış ise haliyle orada yaşamayı gerektiriyor. (Ya da dili dile katışlarını. Okuduğum kitaptan: “You get out to buy apples. Not naartjies, apples. I can’t get over it! Apples make mos this hollow sound, sien jy? Ek klap sommer ieamand as hy appels in my ore eet, but one can actually see him chomping away behind the wheel.”)

(Bir parantez daha açıp Krog’un Begging to be black’te değindiği, J.M. Coetzee’nin Disgrace’ini de okunacaklar listeme ekleyeyim. “Going back to Disgrace. I am reminded of those haunting sentences. ‘Doubtless Petrus has a story to tell. But preferably not reduced to English. More and more he is convinced that English is an unfit medium for the truth of South Africa.’ English has become the language that confirms and judges our existence and the quality and weight thereof.” Disgrace Türkçeye Utanç adıyla çevrilmiş.)

*

Benimkiyse antika bir pancar motoruna benziyor. Genellikle basit şeylerde öksüre tıksıra gider, telaşlandığımda tutulup kalırken alengirli, soyut şeyler anlatacak olduğunda güldür güldür akıyor. Seviye tespiti zor bir dil bilgisi.


(Arkası yarın)
.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder