9 Mart 2012 Cuma

HIK DEMİŞ AFRİKA’NIN BURNUNA DÜŞMÜŞ AVRUPA: STELLENBOSCH

Yine yağmur, yine tren, bu kez Stellenbosch. Havanın kapadığı iki günün, mavi gök isteyen gezilerin sonrasına rastlaması rüzgarı arkasına almış bu yolculuğun başka bir talihi oldu. Şemsiyeyi sırt çantama atıp garın yolunu tuttum. Kaşarlanmış turist edasıyla. “Gidiş-dönüş. Birinci sınıf lütfen!” dedim. Birinci sınıfın aynı pislik içinde metro düzeni karşılıklı iki sıra oturma yeri değil de bildiğimiz önlü arkalı koltuklar demek olduğu vagona bindim. Matlaşmış pencerelerden 30 x 40 cm’lik parçası açık olan birinin yanına oturup gözümü dışarı dayadım. Bir küsur saatlik yolculuğun ortalarına doğru manzara güzelleştikçe güzelleşti. Kurşuni bulutlar tepeleri sarmış, etekler ve düzlük yoğun yeşil kaplıydı. Bitki örtüsüne çok geçmeden bağlar katıldı. Stellenbosch, ülkenin şarapçılıkla ünlü bölgelerinden. Koloninin kurucusu Jan van Riebeeck “Tanrıya şükürler olsun, bugün ilk kez Cape üzümlerinden şarap ettik” diyeli 352 yıl ve 20 gün olmuş. Kıyılarında kurulduğu Eerste ırmağının bereketli topraklarıyla Stellenbosch, Cape’ten geçen gemilerin sebze ve şarap ihtiyaçlarını karşılarmış.

O vakitten bu yana inişli çıkışlı bir seyir izledikten sonra yöre şarapçılığı bugün kendini artık iyice kabul ettirmiş.

Biraz dışındaki istasyondan yerleşime yürürken anayolları kuşatan yeşile daldım. Nedenini düşünmeden kurşuni havanın bu örtüye mavi gökten daha yakıştığını hissettim. Stellenbosch’a girdiğimde sebebi anlaşıldı. Güney Afrika’nın en eski Avrupalı yerleşimlerinden olan bu yer, Afrika’yı geride toprağının bereketinden gayrı bir şey bırakmamacasına eleğinden geçirmiş. Kıtayı kenara itip yerine kendininkini koymuş. Hollanda-Cape, Viktorya tarzı yapılar, şıkır şıkır dükkanlar, tarihi binalardan dönüştürme butik oteller, kafe-teraslar (ve bugünkü tipik Avrupa göğü) ile kendime hâlâ Cape yarımadasında olduğumu hatırlatmam gerekti.

Turizm bürosuna gidip bir yürüyüş broşürüyle şehir planı aldım. Bunlardan esas olarak sırf hatıralık olarak yararlanabildiğimden ne olur ne olmaz, bir de ana caddesi Dorp’a nasıl gideceğimi sordum.

Kolaymış. Sokaktan sokağa ağzım biraz daha açılıp öylece kalarak caddeye indim.

Beyazlar çoğunlukta görünüyordu. Sonuna kadar yürüyüp Eerste ırmağını geçerken suya tükürmeyi ihmal etmedim.

Dönüp bir fotograf sergisiyle sanat galerilerine girip çıktım. Aklımın kaldığı bir şey olmadı.



Bu neredeyse züppe denecek yerin diğer yüzü üniversitesiyle gelmiş. Geçen yüzyıl başlarında kurulan ve Afrikaans dilinde eğitim veren üniversite, ülkenin hatırı sayılırları arasındaymış. Dorp’un iki cadde arkası öğrenci lokalleri, siyahlı beyazlı renkli gençliği ve Afrika pazarıyla bambaşka bir telden çalmaktaydı. Sasol’a, üniversitenin sanat müzesine girip çağdaş Afrika sanatından sergilenenleri seyrettim. Stellenbosch’un kendisi gibi fazlasıyla Batı etkisinde kalmış geldiler. O bangır bangır kıta ruhunda kendilerini arayıp bulmak yerine birkaç on yıl önce denenmiş yolların gölgesinde oyalanmış. (Senegal’de gördüklerimi hatırlıyorum da.) Ahşapla çalışan iki heykeltıraşın adlarını not ettim. İşlerinin güdüsünün de dilinin de bastıkları yerden geldiği hissediliyordu onların.

İstasyonun yolunu tuttuğumda inceden bir yağmur başladı. Yağışlı diğer günkü gibi, sis ayarına getirilmiş çiçek sulama spreyinden fışkırtılıra benzer ince ama sık ve güçlü. Treni bekleyen kalabalığa karıştığımda şemsiyeye rağmen sırılsıklam üstümden buharlar tütüyordu.




(Arkası yarın)

.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder