7 Mart 2012 Çarşamba

KIRSTENBOSCH SENİN, KALK BAY BENİM

Cathy’nin bana hasrettiği ikinci gün, şehrin etrafından dolanarak yükselen ormanlık yoldan önce Kirstenbosch’a gittik, botanik bahçesine. “Bahçe,” Table Mountain’ın yamaçlarına yayılan böyle büyük bir alana dar gelen bir sözcük.


(Sadece Güney Afrika’ya özgü 6 bin türün yetiştirildiği 36 hektar!) Eteğindeki geniş çimenliklerle Dağ’ın gözleri altına serilmiş patikalar, yollar, düzlükler halinde her anında bir başka bitkisel sürpriz sunan diyara girdik. Cathy, ne yöne gideceğimize sen karar ver, dedi. Babasının takasının dümeni başına geçirilmiş çocuk sevinciyle tamam! deyip yol ağızlarına geldikçe hiç duraksamadan yenisini söyledim. (Yön konusunda sorunum zaten duraksamak değil, duraksamamak benim.)















Böylece çalılar, ağaçlar, çiçekler ve aralarındaki, görünüşüyle sesi rengarenk türlü egzotik kuşla şenlenip şaşırarak hayli yürüdük. Dere kenarlarının, pınarların serininden, yeşil tünellerden kıvrılan patikaların kokusu şerit şerit değişen gölgeliklerinden geçtik. Durduk, kuşları seyrettik, fotografladık, ötüşlerini kaydettim. Arada bir kuytuluk ya da yol kenarından karşımıza taş ya da bronz Afro-modern ilginç heykeller çıktı. Son seçtiğim patika gittikçe dikleşmeye başladığında Cathy, “Buradan dağa çıkılıyor, istiyor musun?” dedi. Döndük. Girişte hoş bir karma resim sergisi gezdik. Aralarında township kökenli ressamlar da vardı. (Akrilik boyaya paslı teneke, kağıt, tel gibi malzemenin katık edilmesiyle yapılmış teneke mahalle resimleri önünde epey kaldım. Gauguin’in Afrika çeşitlemesi dediğimiz bir seri de çok güzeldi.)

Cape Town’a yandan bakan geldiğimiz yoldan False Bay’e vurduk. Körfezin Ümit Burnunda sonlanan kolu boyunca sıralanan balıkçı kasabalarından geçip Kalk Bay’e vardık.

“Önce bir dolaşma mı, yemek mi?”

“Yemek!”

Suya uzanan üç tarafı açık Pirinç Çan lokantasına girdik.

İfil ifil mavi deniz kokusunu içime çekip cehaletimi koyvererek “Aah!” dedim, “İşte benim Atlantiğim!”

Güldü Cathy. “Şey, bu Hint, ama olsun.”

Harita meraksızlığımın gediğini sonradan harita başında uzunca oturarak yamadım, o da bir şeydir.

Koca bir çanak dolusu HİNT midyesi, yerli bira ve güzel bir sohbetle keyfimi cilaladım.

Şöyle bir dolanıp küçük balıkçı limanına indik. Kalk Bay, asıl burada Kalk Bay imiş. Pek yakından tanıyacağım kirli sarı Cape Town-Simon’s Town treni düdüğünü öttüre öttüre hemen kıyısından gelip geçiyor, arkasında tepeler yükseliyordu. Çardak altlarında snouk (ulusal balık) tuzluyorlar, artığını deniz tarafında rızkını bekleyen foklara fırlatarak suda canhıraş bir cümbüş yaratıyorlardı.

İki kolunda birer ufak deniz feneri olan dalgakırana çıktık. “Denizin böyle sakin durduğuna bakma. Kabarır kabarır, bir anda patlar.” Öyle zamanlar, coşmasını fenerlerin dibinden seyretmek isteyen bedbahtları yutuverdiği olurmuş. Pekala aralarından biri olabilecek kumaşımla pek de bir laf etmek istemedim ama feneri örtmek üzere şahlanmış bir dalga ile önünde son kuru anlarını yaşayarak bakan adam fotografı da akıldan çıkacak gibi değildi.

Bo Kaap evleri gibi rengarenk balıkçı teknelerinin sudaki yansımaları peşine düşüp bu merakımı (saplantımı?) güzelce giderdim. Martıları, fokları, kayalık cepleri doldurmuş salınan kelp öbeklerini gevşemiş kedi bakışlarıyla seyrettim. İçimi biraz daha güneş ve lekesiz mavi gökle doldurdum.

Kaç tren geldi geçti. Zamanı götürüp getiren de o oldu. Beri taraftakiyse bir kez daha saat vaktinden kopmuş gitmiş, hoşnutluğum üzerinde salınan yansıması kalmıştı bir.

Dönüş yolunda harika rehberim, “Sana en sevdiğim yerlerden birini daha göstereyim” dedi. Liesbeek nehri kıyısına akşamüstünün fotografçı deyişiyle “altın saatinde” geldik. Işığın sarı toza bulanıp vurduğu her şeye töz bahşettiği vakit. “Kuş fotograflarımın çoğu işte buradan.” Saatlerce kalır, en sevdiği kırlangıçlar başta olmak üzere diğerlerini, su kuşlarını gözlermiş. Sosyal davranışlarını, uçuşlarını, yavrularına verdikleri eğitimi.. Asıl görmek için ama gördüğünden resimler, fotograflar çıkarmaktan da geri kalmayarak. Doğayı böyle sakince, kendini vererek gözlemleyenlerin derinliği vardı onda da. Çizimlerine yansıyan derinlemesine bir bakış, kavrayış. Martı, her zaman her yerdeki karabatak, hatta kırlangıç vardı ama göstermek istediği kingfisher (yalıçapkını imiş) kıyı boyu epey yürümemize rağmen görünmedi.



Güneş yarı yükseltisinden Table Mountain’a vurarak arkasından batarken ödünç verdiği tözü yitiren nehir ve şeyler sıradan loşluğa gömüldü.

Cape Town’da kordon boyuna indiğimizde “Sayende bugün ben de en sevdiğim dört yeri birden görmüş oldum!” dedi. Buranın okyanus üzerinden güneş batışları yaman olurmuş ama geç kalkmıştık. Gökte bundan geriye, solup kararmış tarihi bir brokar kızıl-moru kalmıştı sadece.



(Arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder