29 Şubat 2012 Çarşamba

SULAR, BATAKLIKLAR, BAĞLAR VE TANRISAL BİR IŞIK GÜNÜ

Cathy, avuntuyu “sanatçı arabası işte!” demekte bulduğu, miadını çoktan doldurmuş Uno’sunun yolu yapabilecek göründüğünü söyledi. Bismillahla çıktık. Table Mountain ve şehre uzaktan bakan Cape Town klişelerinin çekildiği Blaubergstrand’a gittik. Çocukluğunda bomboş olan bu yerler bizdekini aratmayan ama daha az çirkin bir iştahla yapılaşmış. Yolun karşı tarafında tek renk (bej) bloklarla solgun bir yerleşim bitmiş. Atlantik kıyısıysa incecik ak kumdan geniş plajıyla insan ve yapıp ettiklerine aldırmadan uzayıp gidiyor.

Sandaletleri elimize alıp indik. Sıcaklığı tam kararında kumlar tabanlarıma ipek gibi değdi. Atlantik sakin, serin suyu dirilticiydi. Biraz açıktaki batığın önünde dalga bekleyen sörfçüler. Mavi gök ile ona birden bir apostrof atan kırmızı yamaç paraşütü. Yerlilerin duman haberleşmesi misali parça beyaz bulutlar salan Table Mountain.. Su çizgisi boyunca yürüdük yürüdük. Sevinç!

West Coast Ulusal Parkına vurduk sonra. Lagün ve bataklık alanıyla epey çeşit kuşun yaşam, gözlemcilerinin de gözde alanlarındanmış. Tozlu kızıl çalıların aralarına serpiştirilmiş yeşil, sarı, boz lekelerle hareketli bir pastel resim gibiydi. Lagüne uzanan iskeledeki gözlem kulübesine gittik ama vakit öğle olduğundan bir iki martı dışında gelen geçen olmadı.

Hollanda-Cape mimarisiyle lagün kıyısında geniş bir çimenlik bahçenin ortasına kurulu Geelbek (Sarı Gaga) restoranında Güney Afrika mönüsünün başına oturduk. Yanımızdaki okaliptusun dallarını kuşlar, yerli kulübeleri benzeri yuvalarla tören ağacına çevirmiş. Havada asılı bayağı sık bir yerleşim. İki yıldır kuşlara abayı yakmış Cathy, buradakileri tanıttı. Sığırcık iriliğinde sapsarı bir tür. Adı aklıma konduğu gibi uçup gitti. İlgim karides, hake ve kalamarla dolup taşan tabağıma kaydı.

A, kaplumbağa deyip fotograflamak için durduğumuz an yolun karşısından koşa koşa gelip arabanın gölgesine sığınan bir Afrika tosbağası (aşağı yukarı başparmağın ilk boğumu biçiminde), devekuşları, antiloplar yanından (bazen de işte tekerlerin ortasına getirerek üstünden) geçip Langebaan lagünü boyunca ilerledik; tozlu batak alan renklerinin ortasında akıl almaz bir camgöbeği-türkuaz karışımıyla uzanıyor, kıyılarında zemin kayaların kahverengiyle benekleniyordu. Sonuna kadar gidip bir iki katamaran, yat ve yüzer evin demirlediği kıyısına indik.



Duru su neredeyse girilebilir sıcaklıktaydı. Açıktakilerle kıyıdaki tek bir çift dışında kimse de yok. Su çizgisi boyunca ters yönlere, kendi alemlerimize doğru yürümeye koyulduk. İncecik gevşek kum, kımıldamadan durduğunda insanı büzülmüş ağızdan hüpletilen spagetti teli gibi içine çekiyordu. Sadece ayak bileğine kadar tabii. Kabuğu sırtında bir gayret oradan oraya seğirten deniz minareleri, ot rengi ufacık balıkların sürüleri, irili ufaklı yengeçler, ayak hareketlerimin oluşturduğu kabarcıkların dibe vuran yıldız biçimli ışıklı yansımaları.. Tatlı sıcak, ıslak kumun bu çok farklı dokunuşu ve ıssızlıkla birleşince insanı zamandan sıyıran bir mikro alemdi. Öylece epey kaldık.

Okyanus kıyısı mı Darling mi dedi Cathy. Ünlü bir hiciv ustalarının yaşadığı bağlık bir kasabaymış. Darling dedim. İçlere saptık. Yaz akşamüzeri ışığında içimi eriten enginlikte ilerledik. Arazi tatlı (ama yine de “sanatçı arabasını” öksürtüp tıksırtmaya yeter) eğimlerle dalgalanıyordu. Hasadı balyalanmış ekin tarlalarının saman sarısından kahverengine, orada buradaki okaliptus öbeklerinin boz yeşilinden her daim yeşil bir ağaçların koyu tonuna, yama yama renkli.

“İşte sana Afrika. İçlere daldıkça epey bir süre göreceğin manzara bu olur.”

Hayvancılık da vardı. Koyun sürülerinin yanından geçtik. Keçiler ve ineklerin sonra. Derken bağlar başladı. Okyanusa bu kadar yakın olmasına rağmen havanın kuruluğu, toprağın bitekliğiyle şaraplık üzüm için uygun yermiş.

Darling. Bahçe duvarlarının çokça ortadan kalktığı, geniş yolların iki yanında hoş evleri ve bol yeşiliyle Amerikan kasabalarını andırıyor. Şehir yaşamından bıkan Cape Townluların tası tarağı topladığı gibi çekildiği bir yermiş. Sakinleri ağırlıklı olarak beyaz ve renkliler. Bir ucundaki şaraphaneye dışından baktık. Dökme demir kapının ardında bağ içinde beyaz, kolonyal bir yapı. Saat altıya geliyordu, yani hele burada açık kahve bulma umudu olmaksızın dolandık. Üstelik akşamları da açık bir taneyle karşılaşınca piyango çıkmış gibi olduk. Yeni gözdem kızıl kapuçino!

Bir merakı da sokak sanatı olan Cathy, ünlü bir grafiticinin buradaki çalışmalarını gösterdi. Cape Town’u duvar duvar tanımasıyla beni çok şaşırtmıştı. Hangisini kim ne zaman yapmış. Ünü Amerika’yı tutan Faith’i sayesinde öğrendim. (Hava kararırken Woodstock’un gangster bölgesi dediği ıssız, izbe yerlerindeki duvar işlerine arabadan uzaklaşmadan hızlı bir göz atarken.) Darling’de de Falko’yu.

Dönüş yolunda Apartheid’dan kalma bir township (zorunlu yerleşim, döküntü yaşam alanları) yanından geçtik; adı alay gibi Atlantis’in. Sonradan bir dizi iyileştirmeye girişmişler. Yol kıyısındaki kısmı, teneke mahalleden iki gömlek iyi görünüyordu.

Sabahki ilk durağımız Blaubergstrand girişini kaçırdığına neden hayıflandığını anlayamadım. Batmak üzere güneş altında bulutlar ve sisle şekilden şekle giren Table Mountain’daydı gözümle aklım. Göğün solan mavisinde yanından kızara bozara uzanıp giden, fırıncı küreği gibi gayet düzgün bir bulut, izleyemediğim bir hızla yerini dağın eteklerini örten sise bıraktı; dağınkini tamamlayan gri-mavi-mor. Sis yoğunlaştı, dağın ayağı yerden kesildi. “Uçuyor işte! Benimle memleketime gelecek!”

Bir sokak arasından birden kıyıya sapan Cathy’nin “Güneş batışını buyur. Hem de Robben Adası üzerinden” demesiyle başımı çevirdim de adaya teğet kıpkızıl güneşle yüz yüze geldim! Vahşiydi. Kıyıdaki kayaları döverken pus kaldıran dalgalar, sol kolda da şehri örtmüş sisler arasından yükselen dağ. Bir zamanlama büyüsü.


(Arkası yarın)

.

1 yorum:

  1. Seda'cım Ellerine gozlerine sağlık. İtiraf ediyorum çok çarpıcı anlatışın var.

    YanıtlaSil