İlk refleksin bunlar olabilir, doğal.
Ama yerleşik hale
gelmesine izin vermesen çok iyi edeceğin dört şey:
Kızmak, küsmek, kaçmak,
korkmak.
Suyunu fena halde
bulandırıp filtrelerini karartıyorlar.
İlk refleksin bunlar olabilir, doğal.
Ama yerleşik hale
gelmesine izin vermesen çok iyi edeceğin dört şey:
Kızmak, küsmek, kaçmak,
korkmak.
Suyunu fena halde
bulandırıp filtrelerini karartıyorlar.
Küçük eve merhaba dedim. 7-8 yıldır uzayan aralıklarla gelsem de geçmişimiz zengin. Hırıldayan buzdolabı, kendini oradan oraya atan çamaşır makinesi uyanıp işlerini görmeye başladı. Evin o yaşandıkça genişleyen hissi de öyle.
*
Temiz hava iki yıldır nefesimi
ne kadar açmış! Gece, sıkışık bir alana sığmaya çalışır gibi sığlaştığında anladım.
Sabah kalktığımda kötüsünden bir paket sigara içmiş gibiydim. İki gün sonra
lodos çıktı da havanın hiç değilse kokusu dağıldı, suyun da denizanası
popülasyonu yer değiştirdi.
*
Kalabalığa, trafiğe
hazırdım, irkilmedim. Tersine, yakıtın fahiş fiyatlara tırmanmasıyla
bıraktığımdan biraz rahatlamış buldum.
Ama ben sessizliğe çoktan
razıyım. O da sokağın iyice seyrelmiş trafiğiyle hele geceleri mutlaklaşıyor. Para,
burada eğlenebilenlerden de çekilmiş ama kentin tüketim ayartıcılığı billboardlarda,
vitrinlerde, sergilenen zenginlikte yerli yerinde.
*
Gürültüden ziyade
özlediğim sesleri işitiyorum. Vapurlar, kıyıda palamarların şok emici
yaylarından yükselen gıcırtılar, martılar, bozacılar (boza sevmem ama o’ları, a’ları
çekiştiren satıcıların kış duygusuna yayılan bağrışları hoşuma gidiyor).
Balık tutanlar bile
azalmış. Ufalan leğenlerde denizin kirliliğiyle mutasyona uğrayıp feleğini
şaşırmış ufak balıklar.
*
Şehir şehir. Sen ona nasıl
bir hikaye iliştirirsen onu anlatır. Seninle parlar, seninle söner.
Farkındayım, hikayemin herhangi bir hikaye, çokça da bir ruh hali yansıması
olduğunu unutmadan düşüyorum notlarımı.
Son sözü İstanbul’a
bırakıp diyeceklerine açık kalarak.
Sabahın körü gittiğim sağlık kontrolünde ilk iş kan tahliliydi. Maskenin üzerinde gözleri gülen genç çalışan, evine çay içmeye gelmişim gibi karşıladı. Eşyamı nereye koyacağımı gösterdi. Koltuğa buyur etti. Turnikenin biraz sıkacağı, süreceği antiseptiğin serin olacağına dair uyardı. A merak etmeyin, o kadar da hassas değilim dedim gülerek. “Yok, irkiltebilir de onun için” dedi. Damarımı ustaca yakaladı, iğneyi belli belirsiz batırdı. Kanım tüpe dolarken sabırsızlanmışım, tedirginmişim gibi tatlı tatlı yüreklendirmeye devam etti.
İşini ne kadar ustaca ve
sevgiyle yaptığını söylediğimde, “Kendimden biliyorum, insan hasta olduğunda
sertleşebiliyor, sinirli olabiliyor” dedi. Sonra gözlemine beni şaşırtan bir
dönemeçle devam etti:
“Ama biliyor musunuz, o
durumdakilerle karşılaşmayı ben ayrı seviyorum. Üzerinize bütün bir
negatifliklerini boşaltıyorlar. Siz pozitif kalıp sakin, tatlı karşılık
verdiğinizde o fırtına bulutunun dağılıp gitmesini seyretmek çok güzel.”
Büyük bir sırra ne kadar
erken varmışınız dedim işini bitiren gencecik kadına.
*
Eve döndüm, kahvemi koyup
kitabımı açtım (Working with anger, Thubten Chodron). Okudum:
“Evvel zaman içinde bir
canavar hükümdarı görmek istemiş. Katipleri tersleyince bir yolunu bulup
vezirlerin onu beklediği kabul odasına dalmış. Telaşa kapılan vezirler onu
kovalama umuduyla hakaretler yağdırmaya başlamış. ‘Ne çirkin şeysin sen öyle!’
diye aşağılamış biri, ‘Beş para etmezsin!’ diye hakaret etmiş öteki. ‘Kötüsün
kötü!’ diye hükmünü vermiş bir başkası. Her bir hakaretle canavar büyüdükçe
büyümüş, daha da aşağılık bir hale gelmiş, sonunda itici gövdesi ile negatif
enerjisi odayı öyle bir kaplamış ki vezirler dehşete kapılmış.
“Tam o an hükümdar içeri
girmiş. Bilge bir kişiymiş, hakaretin, sahibinin kendi öfkesini körüklemekten
başka işe yaramadığını, karşıdakinin gözünü pek korkutamadığını, aslına
bakılırsa çoğunlukla onu kızıştırdığını bilirmiş. Onun için de yatıştırıcı bir
sesle ‘Hoş gelmişsin dostum’ demiş. ‘Buyur, otur, bir çayımı iç. Yanına çörek
de ister misin?’ Her bir tatlı sözüyle canavar ufalmış, daha az tehditkar,
sonunda da uysal ve yumuşak bir hal almış. Hükümdar işte o zaman sormuş:
‘Benimle ne hakkında konuşmak için gelmiştin?’ Başlamışlar dostça sohbet
etmeye. Vezirler ise canavarı düşmanlaştırma aptallıklarından pişman, hayretler
içinde bu dönüşümü seyretmekteymiş.”
Neredeyse yedi ay süren kuraklık Ekim’de şöyle bir yağmurlu bir iki günle şeytanın bacağını kırmakla kalmıştı. Asıl yağış Kasım sonlarında başladı, üçüncü haftasını, doldurdu, sonu da görünmüyor. Özellikle geceleri bastırıyor, güçlü ve uzun uzun indiriyor.
Yeşil örtüsü olmadık
yerlerden (kaldırım taşlarının araları, kayaların üzeri) fışkıranlarla
genişledi, kiri tozu yıkanmış, toprağı diplere doğru suya doyarken zümrütleşti.
Güneşin bir görünüp yarı saklandığı anlarda göklerdeki ışıkçımızın bu zümrüt
zeminli sahnede oynadığı ışık oyunları soluk kesici. Güneş çokluk doğup battığı
anlarda yüzünü gösteriyor. Sabahları sis, pus sarıyı dalga dalga yayarken
akşamları turuncu 32 dişiyle gülüyor, kızıla bir göz kırpıp yerini çöküveren
karanlığa bırakıyor. Aradaki zaman bulutların yüksekliğine, yoğunluğuna bağlı.
Açısı durmadan değişen birkaç projektör sahneyi histen hisse kaydırıyor.
Fırsat bulduğum an çıkıp yürüyorum.
Yürüyemediğim zamanlar
uzadığında içim karıştırılmamış çorba gibi dibini tutuyor.
Toprak için yağmur neyse
beden için hareket o.
Ne dersin Işıkçı?
Döndüm öbür yanıma:
Onun gibi (https://aksi-seda.blogspot.com/2021/12/damardan.html) fırtına
şiddetinde değilsin ama sen de ince uçlu bir dişçi matkabı gibi çalışıyorsun.
Vızıl vızıl, yüksek devirli. İşkilli, vesveseli. Oyucu. Fren pedalı üzerine
yerleştirilen bir tuğla gibi bazen.
Pandemiyle dönüşerek
belirginleştin. Önceleri diplerden sağduyulu bir küçük ses olarak işitir, attığım
adımlarda, davranışlarımda kararında bir ihtiyat olarak gözetirdim seni.
Şimdiyse ya ben zayıfladım ya sen güçlendin, beni adamakıllı yönetiyorsun.
Koruma, sakınma, bunlar
tamam, kaygılar da ama hepsi bir ölçü, oran meselesi. Sen fazlasıyla diken
üzerinde oldun.
Gevşe biraz, çözül,
rahatla. Her yaşadığımın altında bir bityeniği (sorun, hastalık, aksama)
aramaktan vazgeç.
Daha doğrusu ben
gevşeyeyim, çözülüp rahatlayayım da sana gerek kalmasın.
Yararla zarar, destekle
köstek arasındaki fark bazen kıldan ince.
Sence de ikincilerden yana
kayar olmadık mı?
Seninle olmak bir tava kızgın yağla dolaşmak gibi dedim.
Planını dışarıdan hiçbir
ters etki olmayacakmış gibi yapıyorsun: Şunlar şunlar şu şekilde yapılıp edile!
Yoluna en ufağından bir
engel, aksama, belirsizlik çıkmayagörsün, kızgın yağın, tavası çalkalanmış gibi
oraya buraya sıçrıyor. Önce beni yakıyor, canım yanınca ben de etrafımda kim,
ne varsa onu.
Yılanın şimşek gibi dışarı
uzatıp içeri çektiği dili misali işin neyse bitir, kabuğuna çekil; dürtün bu
sanki.
Gözün kulağın
kafandakinden başka her şeye kapalı. Öngörülmezliklere. Doğal aksiliklere. Manilere.
Kontrolü sende olmayana. Hayata!
A’dan B’ye öngördüğün gibi
gittiğimde mutlu olsan bari. O da yok. En fazla zaten yapman gerektiğini
yaptın, bir de övgü bekleme der gibi sırtını dönüp bir sonraki programa ve bunun
peşinden hiç ayrılmayan iritasyon, sürtüşme, düş kırıklığı, öfke ve
tahammülsüzlüğe geçiyorsun.
Öne fırladığında, içine
düştüğümde, sabırsızlığın, paniğin, tahammülsüzlüğünle birleşiverdiğimde gözüm
kararıyor, kulağım sağırlaşıyor. Hayat soluksuz, basık, ışıksız seninle.
Umutsuz.
Şiddetinden,
şirretliğinden kaçmak için kendi kendimden saklanıyorum. Bir zorbayla yaşar
gibi, istediğini bir an evvel ve istediğin gibi yapıp rahatlamaya bakıyorum.
Neyse ki et tırnaktan
ayrılıyor artık. En azından aklı başında, sakin anlarımda. Yana çekilip seni
olduğun gibi, kontrolsüz bir tava kızgın yağ gibi görmeye başladım. Benmişin
gibi savunmaya, namına yerin dibine girmeye, başlattığın gerginliğe gerekçe,
kılıf, kafiye aramaya son verir oldum.
Bir tür lodos fırtınası
gibi bakmaya başladım. Elverişsiz, tehlikeli, bana, etrafıma zarar verici.
Tahammülsüzlüğünde sen
bana hep kızgınsın. Sadece kusurlarımı görüyor, geri kalanı kesip atıyorsun.
Bense kızgın değilim sana.
Artık gözüm de korkmuyor ne de yılıyor, karşında çaresiz kalıyorum.
Böyleyken böyle. Bil,
istedim.
Durdu, sözümü hiç kesmeden
kulak kesildi.
Ben, dedi, uzun bir
sessizliğin ardından, sadece iyiliğimizi istiyorum, kimsenin de kötülüğünü
istemiyorum.
Biliyorum dedim yumuşayan
yüreğimle bu güdük, güçlü ve ne kadar zor yanıma.
Şu endamına kapıldığımız, görünümünün ne tutkular tutuşturduğu bedeni bir de iç yüzüyle görmeli diyor dış görünümleri çoktan geride bırakmışlar.
Kusurlarını örtüp
güzelliğini uzatmaya onca emek, para, inanç bağladığımız bedeni.
O tıka basa karanlıkta
mesela bağırsakların işleyişini ya da işlemeyişini bir hayal et. Arkadaşlarla
kurulduğunuz bir içki sofrası ardından kan ter içinde elinde ne kadar ecza,
enzim, hormon varsa seferber eden karaciğerin, ne kadar asit salgılayacağını
şaşıran midenin halini. Havanın kirliliği, tütün alışkanlığı ile toz dumana
boğulan akciğerlerinkini. Biriktirdiğin katman katman yağı sarmaya çalışırken
kalbini tüketen damarları, çalıştırmadığın ya da aşırı yüklendiğin kasları.
Dış yüzünü bir kalem geçip
biraz altına indiğinde hangi beden seni bu kadar cezbedebilirdi?
Bakımının, hijyenin
ötesinde görünümüne verdiğin önemi başka bir şeye, varsayımlarını kurcalamaya
aktarmaz mıydın?
*
Zaman, nesneleri düştüğü
açı ve gürlüğüyle an be an değiştiren gün ışığı gibi. Altındaki kaya, çalı,
deniz, kuş, böcek, insan olsun, doğuşu, yükselişi, altın saati ve sonra geçtiği
iniş aynı seyri izlemiyor mu?
Çapa attığımız, hep öyle kalacak
gibi davrandığımız şeylerin gerçek doğasını, geçiciliği idrak için al bir
plastik ibriği, sabahtan akşama güneş alan bir köşeye koy ve izle. Üst tarafı ibrik,
değil mi? Güneşin doğuşu ve batışıyla kazandığı alımı, ışık tepe noktasındayken
düştüğü çiğliği, güneş ufukta kaybolduktan sonra yuvarlandığı karanlığı.
Anlatmıyor mu neyin ne
olduğunu?
Beden de öyle.
Hastalanıp da içi dışına
çıkarken -öyle ciddi bir rahatsızlık olması da şart değil, iyi bir üşütme
yeter.
Doğumdan ölüme gerilen bir
ip üzerindeki cambazlar olduğumuzu?
Boğaz’ın gerçekte olmayacak tenhalıkta bir kıyısında suya enlice bir dil gibi uzanan ahşap iskelenin başındayım. Bir şeyler getirmiş, taşıyorlar. Bakıyorum, bronzdan devasa asker botları, şimdiden oksitlenmiş, savaş yorgunu görünüyorlar. Koreli bir sanatçının işiymiş. Deniz tabanına yerleştirileceklermiş. Nasıl görünürdü demeye kalmadan zihin gözüm suyun dipsiz derinliklerine ve zamanda ileriye kayıyor. Bulanık kütle de etraf seçilecek kadar -gece görüşlü dürbünlerin ışığı gibi- meşum bir ışıkla aydınlanıyor ve orada buradaki postalları görüyorum. Sahipsiz adımlar gibi uzayıp gidiyorlar.
Güne başlarken kendi içinden yükselecek tepkileri de hatırlat kendine.
Genel tepki dağarını.
Çünkü bizi uğraştıran, dış koşullar kadar, aslında onlardan önce bizim onlara
verdiğimiz tepkiler.
Seni en çok zorlayan, en
nahoş, klostrofobik olanlardan, her seferinde duvara tosladığın hissini
verenlerden başla.
Atılganlığı, gücüyle genç
bir kurt köpeğine benzeyen, kayışını tutarken seni bir anda şu ya da bu yöne
çekiştiren, yere kapaklanmanın eşiğine getiren sabırsızlığını.
Ona kapıldığında peşinden
gelen tahammülsüzlük ve sürecek olursa dönüşeceği öfkeyi.
Bunlardan duyduğun
bıkkınlık, umutsuzluk ve dönüp kendini yargılamayı.
Şu ya da bu hayalinin
kırılıvermesini.
Çürük dişe şeker değmesi
kadar keskin hissettiğin aşırı hassasiyeti, iritasyonu.
Kibrini. Yargılamayı,
tepeden bakmayı, alaycılığı kendine hak bilme duygusunu.
Yelpazenin seni daraltan,
boğan, sığlaştıran ucunda ne varsa başlayan gün içinde bunlara düşüverme,
kapılıverme olasılığını kendine hatırlat.
*
Ama yelpazenin öbür ucunu
da.
Zihninin, yüreğinin
durulma, berraklaşma, genişleme yetisini.
Kusurlarına/kusurlara
yargılamadan yansız, panoramik bir bakışı.
Kucaklayıcılığı.
Huzuru.
Bilinmeyen ile barışı.
*
Gün, sekiz yönden esecek
rüzgarlarla kıyıya ne taşıyacağı belirsiz deniz gibi, deneyimini
biçimlendirirken bütün bunlardan ve henüz hiç tanımadığın kim bilir nasıl
bileşimlerden şeyler getirip bırakabilir kıyına.
İşte onu hatırlat kendine
ki hayatın etrafına çizdiğin ya da çizmek için her şeyi yapabileceğin bir çember
olmadığını unutmayasın.
Her sabah hatırlat kendine.
Bugün karşına her şey
çıkabilir, yoluna her şey devrilebilir.
İrili ufaklı can sıkacak,
sabrını zorlayacak, kaygıya, üzüntüye boğacak şeyleri önem sıralamasına
aldırmadan aklından ama asıl, yaşamaktaymışın gibi gönlünden geçir.
Yataktan kalkarken
bileğini burkabilir, kolunu kırabilirsin.
Elin ayağın olmuş
makinelerden birinin bozulacağı tutabilir.
Küçük bir pıhtı gidip
beyin damarlarını tıkayıverir, bir andan ötekine elden ayaktan düşersin.
Çatın akar.
Bir aracın altında
kalabilir, arabanla bir canlıyı çiğneyebilirsin.
Boğaz ağrısı diye
göründüğün hekim seni başka bir hekime yollar, pek az ömrün kaldığını ondan
öğrenirsin.
Aynı şeyin çok sevdiğin
birinin başına geldiğini öğrenirsin.
Sevdiğin biri bugün ölür.
Gül gibi geçinip giderken
bir arkadaşınla aranız bir daha eskisi gibi olamayacak hale bugün geliverir.
Gözün gibi baktığın bir
nesneyi elinin (giderek de artan) beklenmedik bir hoyratlığıyla kırarsın.
*
Hayatı nispeten öngörülür
olanlar belki bir on dakika belki de on yıl sürecek olsa da geçici olduğunu
unutarak istikrarın rehavetine rahatça kapılabiliyor. Hayatın az dikenli gül
bahçesi olduğuna dair tehlikeli bir yanılsama o zaman insanı giderek dayanıksız,
zayıf kılıyor. Çaba, dikkat bu kontrol çemberini korumaya, sürdürmeye
yoğunlaşıyor.
Oysa böyle bir olaysızlık
bugün var – yarın yok bir mola.
Onun için her sabah
hatırlat kendine, zihnin ve yüreğin hazır olsun.
Teknen her an rüzgara,
fırtınaya, kasırgaya kapılabilir.
Esenliği istikrarda değil,
esneklikte ara.
Bahçede bakılan bir av köpeği. Evin önünden ilk geçişlerimde çite yapışıp kıyametleri koparıyordu. Yaklaşıp buna gerek olmadığını anlattım. Durdu, dinledi, aklı yattı. Artık arkadaşız. Yani ben öyle sanıyorum. Ne zaman oradan geçsem bahçenin neresinde ne yapıyor olursa olsun, çatıdaysa merdivenlerden paldır küldür inip, çardağın etrafını dolaşıp ilk temas kurduğumuz köşeye koşuyor, yarım duvarın üzerine çıkıp bekliyor.
Bundan sonrası muamma.
Buluşmayı ben de hiç aksatmıyorum ama iletişim kuran yalnızca ben oluyorum.
Oskar hiç yokmuşum, olmamışım gibi ötemden yola, ona buna bakıyor, burnunu
havaya dikiyor, ortalıkta tavuk, kedi varsa onlara havlıyor, kimse yoksa susup
öylece dikiliyor. Asla göz teması kurmuyor. Tel çitten parmağımı uzatıyorum,
dokunulmak isterse diye ama hayır! Herhangi bir iki yanlı alışveriş istemiyor.
Onun kafamı karıştıran bu
çelişik mesajını düşünürken tanıdığım bazı insanlar gözümün önüne geldi. Benimle
vakit geçirmeye can atar görünürken bir araya geldiğimizde zamanı, alanı, olduğu
gibi kendi varlıklarıyla doldurup bana diş fırçamı koyacak yer bırakmayan,
enerjimi, giderek sabrımı baca gibi soğuranlar.
Ya da tam tersi. Benimle
vakit geçirmeye can atar görünürken bir araya geldiğimizde meydanı olduğu gibi
bana bırakarak geri çekilen, ortaya diş fırçasını bile koymadan gölgelere
karışıp yitenler.
İki durumda da
başlangıçtaki heves ile uyandırdığı karşılıklılık beklentisinin dağılıp gidişi.
*
Ama bir dakika.. Oskar’lık
belki de benden başlıyordur?
Gel, dedim kendime, bakımsız mandalina bahçesine dönmüş şu saçlarını kestirmeye götüreyim seni, bahane olur, gezeriz de biraz.
Tıngır mıngır Güvercinlik
yolunu tuttuk. Hep kıyısından geçtiğim köye bu yıl ilk kez yolum düşmüş, amcamı
berberine bırakırken meydanına şöyle bir inip çıkmıştım. Böyle, ufak balıkçı
barınağı, çınarın altında kahvesi, kıyıda bir iki lokanta ile avuç içi bir yer
görünmüştü. Orada arabayı bırakacak yer bulamayınca koyun bir ucuna kadar
gittim. Ne uzunmuş! Ne de güzel. Karşıda, yazın yangınlarda kavrulmuş tepeler,
dımdızlak kalan, tepeleri yangınlardan önce kemirmiş otel üzerine otel
doymazlığı. Ama bu, 360 derecenin belki 40-50 derecelik bir dilimi. Geri kalan,
arkalardaki tepelere doğru hala sık yeşil, kıyıda eski, iddiasız, çirkin de
olmayan, bir vakitlerin tipik bahçe içindeki sayfiye evleri. Bir arabalık parke
yolun alt tarafında beton sette yer yer cepler, “halk plajı,” banklar. Su pırıl
pırıl, avaz avaz iyot kokuyor.
Ne ararken ne bulmak!
Amcamların yazlığında saç
kestirip beğendiğim kuaför Sema’nın öbür uçtaki dükkanına vardığımda dozumu
almıştım.
Oturdum, maskenin
ardındaki ağzım kulaklarımda, işini sessiz sedasız, ustalık ve özenle eden
Sema’nın ellerinde kafamın biçimsiz bir mermer bloktan sıyrılır gibi ortaya
çıkışını zevkle seyrettim.
Hafiflemiş, meydandaki çınar altı kahveye gittim. Yaşıt olduğumuz anlaşılan emekli bir taksi şoförü, yan masada karşısındaki genç adama r’leri sos tavasında eritilen tereyağına karışır gibi yumuşayıp giden yerel şiveyle anılarını anlatıyordu. Çi börek ile çay söyledim. Börekten dökülen kıymaları dibimde efendice rızkını bekleyen kediye ikram ettim, hemen ahbap olduk. Çayı içinden nurlandıran güneş denizle göğü de aydınlık bir billura çevirirken bir çay daha içtim.
Takke düşmüş, kel görünmüş
Kalkıp koyun diğer ucuna
kadar yürüdüm. Salaşça balıkçı lokantaları, çay bahçeleri. (Sema’ya, burada
kazıksız, sadece balık yenebilir yerler var mı diye sordum, artık bize bile
geçiriyorlar, her şey o kadar pahalandı ki ama Bodrum’dakilerden iyidir yine de
herhalde dedi.)
Yarımada şapkasından yine
bir tavşan çıkarmış, felekten çaldığım gün cebimde, döndüm.
Yazlıkçılar gitti, kamyonlar bütün bir hışımla geri döndü.
Moloz, beton, iş
makinesi.. yükleri ne olursa olsun hızlı, boşken Azrail süratiyle yolun toz
toprağını girdaplandırıp, içine de seni çekmek ister gibi gelip geçiyorlar. İki
bacağın, kabuksuz insan gövdenle dar yolları onlarla paylaşıyorsun.
Yürüyüşünün zemini
mecburen asfalt, kenarı da böyle.
Ya içi?
Geçen gün bahardan beri
ilk kez Gölköy’e yürüdüm. İskelelerinin çoğu sökülmüş, kumunu yağmur bastırmış,
asfalttan başka bir şeye basmanın hoşluğuyla, mis kokulu ıssızlığı ciğerime
çekerek.
Tenhalığın yardımıyla neyi
algılarımın ön planına çekeceğim kolay, kendiliğinden bir seçime dönüşüyor.
Bırak kamyonları,
gürültüleri ve uzantısı oldukları şeylerle yolun kenarından geçip gitsinler.
Sen kendi yolunu yürü.
*
Yarımadanın bu taraftaki
en güzel yeri ama ben senin gibi idare edemiyorum, dedi Mehmet: Uzun süre
burada yaşayabileceğimi sanmam. Elektriği iyi gelmiyor.
Pazardan aldığın köy
tereyağını ısıtıp üzerine çıkan kalbe zararlı köpüğünü sıyırmak gibi dedim:
Gösterişçi para
sahipleriyle onların peşinden bir “Burası Bodrum!” (tercümesi, her tür
aşırılığı kaldırır) tipi yaratmışları koy bir yana; bütün parasını Doğan’dı,
Şahin’di, arabasının irikıyım hoparlörlerine yatıran kalfaların (mı?) imanına
kadar açarak gelip geçerken gürültüye kattığı Türkçe sözlü müziklerini tuzlu
suyun kalıntıları gibi sil kulaklarından; arkandaki (bazısının Ramses’e
benzettiği), köye kol kanat geren kayalık tepeyi, berideki Karadağ’ı nirengi al
ve her seferinde burasıyla arandaki dolaysız ilişkiye dön. Dilsiz, tarzsız, derin ve güçlü.
Onda yürü de bak, kalburun
altı nasıl da gerilere düşüyor.
*
Yakıt tazelemek
istediğimde başvurduklarımdan Ajahn Chah’nın, A Tree in the Forrest derlemesinden:
Mutluluk ve mutsuzluk olduğumuzu sanmak yanlış görüştür. Böyle görmek, şeylerin hakiki doğasının tam ve berrak anlayışı değildir. Gerçek, bizim şeyleri arzularımıza boyun eğdiremeyeceğimizdir. Doğanın yolunu izler onlar.
Basit bir benzetme şudur:
Gidip otoyolun ortasına oturduğunuzu varsayın. Araçlara kızıp “Burdan geçmeyin!
Burdan geçmeyin!” diye bağırıp çağıramazsınız. Burası bir otoyol. E, ne
yapacaksınız? Yoldan çekilirsiniz. Yol, arabaların geçtiği yerdir. Onların
orada olmamasını isterseniz acı çekersiniz.
Aynı şey, kendi şartları
doğrultusunda ortaya çıkıp kaybolan fenomenler için de geçerli. Sözgelimi
meditasyona oturup da bir ses bizi rahatsız ettiğinde. Sesin bizi rahatsız
ettiği anlayışıyla da acı çekeriz. Ses sesten ibarettir. Bu şekilde anlarsak
ötesi de yoktur. Onu nasılsa öyle olmaya bırakırız. Sesin bir şey, bizim başka
şey olduğumuzu biliriz. Bu hakikatin gerçek bilgisidir. İki yanlı görür, huzur
duyarsınız. Tek yanlı görürseniz acı orada olacaktır. İki yanlı gördüğünüzde
Orta Yolu izlersiniz. Zihin için doğru pratik budur. Anlayışımızı güçlendirmek
dediğimiz budur. Gelip geçen fenomenlerin doğası geçicilik ve ölümdür ama
onlara dört elle tutunmak isteriz. Onlara tamah eder, beraberimizde taşırız.
Gerçek olmalarını isteriz. Hakikati hakiki olmayan şeylerde bulmak isteriz.
Böyle gören ve gelip geçici şeylere ta kendisiymiş gibi asılan kişi acı çeker.
Buda, bir durup bunu derinlemesine düşünmemizi söyler.
Hep bir ağızdan konuşmalarını düğün arabasına bağlanan teneke kutuların şamatasıyla peşleri sıra sürükleyerek arka sokaktan geçiyorlar. Onları beşer onar dağ başlarında yürürken de görüyorum. Yaşları 30 ile 70 arası, bakımlı, formda, hali vakti yerinde, burada kalmış şehirliler.
İmgeleri aynı yerlerde
gece vakti karşılaştığım başka bir topluluğunkiyle üst üste biniyor.
Yaban domuzu sürülerinin.
Komşu kendi başına olduğunda sessiz.
Ama kokulu. Yalnız olduğu
zamanlardaki aralıklı sigara kokusunu demiyorum.
Erkenci. Sabahın körü burnuma
yumruğunu indiren o parfümüne bulanmış çıkıyor balkona.
İçinde pudranın ağır
adımlarla volta attığı bir koku bu. Çam yarması bedenli bir pudranın. Misal cesedin
başında talimatlar yağdıran bir emniyet amirinin. Zaten parfümün alt kokusu da
çürüyen bir etinki neredeyse. Onu olanca baskınlığıyla örtmeye çalışan pudrayı
elinin tersiyle kenara itip öne çıktı çıkacak bir çürümeninki.
Beton grisi bir koku.
Yanlış ve saldırgan.
Misafirler geldiğinde her
kafadan perde perde yükselen seslere karışarak kısa sürede beni içeri kaçıran
sigara atağına neredeyse rahmet okutuyor.
Önce bitişikteki gazino, sokaktaki kuaför, trafik yaratan yerler kapandı, kıyıdaki yerler birer ikişer bunları izledi. Derken 15 Mart’tan beri hava ilk kez kapadı, celallendi ve kısa ama şevkli bir fırtınayla yağmur yağdı! Üst üste üç gün de aralıklarla sürdü. Yağmur göğün olanca toz tabakasını aşağı, yeni silinmiş camlara, yıkanmış balkonlara indirip sıvadı. Yeryüzü çamura bulanırken gökyüzü ışıl ışıl çıktı ortaya. Cilalı mavisi derinleştikçe derinleşti, polaroid dediğim keskinliğe vardı.
Sıcaklıkların ne klima ne
ısıtıcı istediği o ideal aralığa girdik. Yüzme ile yürüyüş aynı güne sığar
oldu. Yüzecek kadar sıcak, uzun yürüyüşlere çıkacak kadar serin.
Mevsimin değişmekte
olduğunun en şaşmaz belirtisi tıkanmaya başlayan flütlerim. Yazın saatlerce de
çalsam kupkuru kalırlarken giderek kısalan sürelerde sırılsıklam olup
boğuluyorlar.
İki çatı arasına gerilen
bir ipte yürümek gibi bu geçiş.
Kısa, dikkat bileyici,
algı keskinleştirici.
Zihni tembelleştiği
kanıksamışlıktan alıyor, başka, derin, söyleyeceği çok şey olan bir hale
açıyor.
Polaroidleşen göğün dengi
bir hissedişe.
İnsanların ayakta durduğu, möblesiz bir salona girmiştim ki gözüm az ötedeki kadına takıldı. Başında ufak, açık renk, uç uca eklenmiş kokteyl sosislerinden yapılma debdebeli bir saç taklidi turban vardı. Kendi kıkırtımla uyandım.
Seni en çok geren ne, biliyor musun dedim kendime, birden görüvermenin o tatlı şaşkınlığıyla:
İri ya da ufak, olan her
şeyi “ne yapacağım?!” sorusuyla karşılamak.
İlk tepkin eylemlilik. Bir
şeyler yapmak.
Kapıdan giren ister bir
kedi yavrusu olsun ister sevdiğin/önem verdiğin/önem verilen/hiç haz etmediğin
bir erkek-kadın-çocuk-yaşlı-genç-dişli-düşkün, isterse yeni bir hal (ruh vd)..
dürtü, ayağa fırlayıp bir şeyler yapmak.
Bu seni boşandı boşanacak
bir zembereğin ucuna iliştiriyor.
Ne yorucu, tüketici!
Şöyle geri çekilip ayaklarını
uzatarak durumu/kişiyi/olayı tartarak başlamıyorsun. Dolayısıyla hemen her algı
bir start çizgisinin stresini yaratıyor.
Dur bir bakalım demeyi hiç
öğrenmemişsin.
Eylemliliğe bu kesintisiz
teşnelik güvensizlik duyduğun zamanlar zirveye ulaşıyor. Komşularda şamata mı
var, arka sokakta trafik mi arttı.. en sıradan hareketlilikten kaygıyla
varsaydıklarına, karanlık gelecek vizyonlarına her şey senden yalnızca bir
şeyler yapmanı değil, hemen! ve bir anda en iyisini yapmanı
bekler gibi yaşıyorsun. (Bunun belki aceleciliğinde de payı vardır. Sonra bir
an gelip dürtüyü susturmak ve bu hareket halinden çıkmak yaptığının niteliğinden
daha önemli olduğunda da ekmekler daha kızarmadan tost makinesini
kapatıveriyor, giriştiğini şöyle bir tutuyor, yaptım mı, yaptım ile
geçiştiriyorsundur.)
Ne olmadık bir yük!
Madem farkına vardın,
kendine sık sık pek az durumda ayağa fırlayıp bir şeyler yapman gerektiğini,
geri kalanın akış içinde kendiliğinden hallolduğunu hatırlat.
Gecenin 2’sinde komşuların
yüksek sesle sohbetiyle uyandığında ne yapmalı-nasıl tepki vermeli dürtüsünü
bir kenara at. Hiçbir şey yapman gerekmiyor. (İstersen saati hatırlatabilirsin
ama açık havanın bile sigara-alkol koktuğu bir vakit bunun yararsızlığını bilip
daha akıllıca bir adımla hiç girişmemeyi de seçebilirsin. Komşu, ses, gürültü..
her şey gibi belirip kaybolmaya bırakabilir, sakince uykunun geri gelmesini
beklersin.)
Kendini bir tuhaf
hissettiğinde aynı. Bekle, geçer. Sen işine bak.
*
Anladım, diyordu biri şaka
yollu, insanlar ikiye ayrılıyor; ne yapsa suyun üstünde kalanlarla (doğuştan
yüzücüler), ne yapsa su üstünde kalamayanlar.
Bedenimle ilkiyim. Suda
bir kuştüyü kadar hafif.
Zihnimleyse ikincisi mi
olup çıkmışım?
Hayata/suya/seni kaldırıp
taşıyacağına, batmayacağına biraz daha güven. (O geniş güveni ne ara kaybettin
sahi?)
Debelenme.
Rahatla.
Benden 1955 yaş büyük bir yol arkadaşım Mektuplar’ında iyileşmek için önce ne kadar hasta olduğunu idrak etmen gerek diyor.
Kesintisiz bir savunma-saldırıdan
lenfleri düğüm düğüm olmuş bir toplum için ne kadar geçerli?
Ya o toplumun bir bireyi olarak
kendim için?
Kapıdan dışarı adım
attığın an soluduğun güvensizlik ise..
Komşuna, sebzeni satın
aldığın manava, işini yaptırdığın ustaya, yönetimi saymıyorum bile, uluslar
arası ittifaklara, çokuluslu ahtapot şirketlere, gözüne, kulağına, düşüncene
ilişen herkes ve her bir şeye güvensizlik..
Her an her yerden bir
kazık yeme beklentisi..
Hep diken üstünde olma
hali..
Bu neler, neler doğuruyor?
Bir kere sürekli ve ağır
bir gerilim.
Arkaplanı o kadar uzun
zamandır işgal ettiği için artık allahın emri bilinen bir gerilim.
Zembereğinden
boşandı-boşanacak bir yay gibi olmak.
Böyle bir yaydan insanlara,
hayata sakin, kulakları ve zihni açık bir karşılık beklenebilir mi?
Hayır! Olsa olsa ayarı
bozuk, açıldı mı olanca ağırlığıyla, geçmeye çalışanın sırtına çat diye kapanan
bir otomatik kapı elverişsizliğinde bir tepki beklenir. Tünel vizyonlu, güdük,
hapsedici.
Sonra da bütün bunları hep
karşımdakilerden, etrafımdaki dünyadan bilirim. Tepkimle onu tekrar tekrar
yeniden nasıl ürettiğime uyanmadıkça kendimi masum-mağdur, başkasını fail
bellerim.
Sartre’a selam olsun.
Cehennem biziz.
*
Ek bir düşünce konusu: Virüslerinden
başlayarak yönetimlere ve ilaç şirketlerine kadar pandeminin ülkede ve dünyadaki
kronik güvensizliğe etkileri.
Epeydir Amerika’da yaşayan
Bahar tatile geldi. Ondan birkaç hafta sonra da Amerikalı kocası.
Üçümüz oturmuş
konuşuyorduk.
İlk iki hafta gayet
iyiydi, dedi Bahar. “Oradaki gibiydim. Anlayışlı, pozitif, güler yüzlü. Derken
buralılaştım. Hırlamaya, söylenmeye, trafikte küfretmeye -gerçi pandemi
yüzünden artık camı indirip bağırmıyorum ama..”
Öfkesi burnunda, diken
üstünde, tahammülsüz. Tanıdığım en olumlu, ahenk eğilimli insanlardan biri. Fabrika
ayarlarımıza dönmüş.
Eh, dedim, sürekli
beslediğimiz bu hal, ne yaparsın.
Bob, “Sen hiç öyle
görünmüyorsun” dedi.
Ben de öyleyim dedim.
*
Ama çalışıyorum. İçimde
azmış bir reflü gibi yükselen tepkiyle adım atmamaya eğitiyorum kendimi.
Genel toplumsal etkileşim tonunu
birbirimize öğretiyoruz. Zamanla seçenekler azalıyor, yok oluyor, geriye döne
döne pekiştirilmiş bir refleks kalıyor.
Bu da durup bir bakmadan,
anlamadan patlamak. Önce bir patla, dağıt ortalığı, sonra lazımsa anlarsın!
Anlaşmak için zaman-zemin
bırakmıyoruz ne kendimize ne karşımızdakilere.
El alemin sana değdiği,
değer gibi olduğu an havalara sıçra -kimsenin kimseyi saymadığı bu yerde çok da
yanılıyor olamazsın. “Ben buradayım, hey!” demenin yolu (iş işten geçtiğinde bile olsa) bu ise sesinle, yaygaranla görünür kıl kendini, göz doldur, göz
korkut. Yoksa..
Yoksa’sı dipsiz bir
güvensizlik, sevgisizlik, empatiye yer bırakmayan sürekli sürtüşme.
Kendine hakim olmanın
tepkini bastırmak değil (bunu sürdürülebilir bir şekilde yapmanın imkanı yok),
onunla harekete geçmemek olduğunu anlamak büyük bir adımdı. Şimdi sabırla,
sebatla bunu derinleştirmeye çalışıyorum.
Yapabildiğim her
seferinde, tepkim dağılıp da geri dönüp patlamamayı başardığım irili ufaklı
olaylara baktığımda kendimi kutluyorum.
Tepkini ortaya saçsaydın o
an rahatlardın ama ardından oradan buradan cam parçalarını toplar dururdun.
Kendini haklı kılma çabasının yıpratıcılığı şöyle kalsın, yıkıcılığınla
barışmaya nafile çalışırdın.
Uzamasın, hasarı
başkalarına da yayılmasın, dallanıp budaklanmasın ama belki asıl önemlisi, toplumsal
etkileşimimizin bu berbat fabrika ayarlarına biraz daha su taşımasın istiyorsan
şeytanın dürttüğünde harekete geçme, DUR. Hepsi bu.
Beni teşvik eden iki şey:
Bu refleks kimin ne işine
yarıyor sorusunun aşikar cevabı.
Ve reflekse indirgenmiş
bir repertuarın kölesi olmaktan artık kurtulmak.
*
“Bu ülkenin insana öğrettiği
bu maalesef” dedim.
Bob, “Şart değil” dedi. “Hatırlasana,
burada uzun bir süre kaldık, bolca gaz yedik (Gezi sırasındaydı). Ona rağmen
ben öyle olmadım.”
Ona kaldırımlara park eden
araba fotografları koleksiyonunu hatırlattım. Sürenin sonlarına doğru “insanların
birbirine saygı gösterdiği bir yerlerde olmayı özlediğini.”
“Ben mi?” dedi hayretle.
Bahar güldü. “Sana onun
fil hafızalı olduğunu söylemiştim, değil mi? Bak sen unutup gitmişin, o
hatırlıyor.”
Bu ülkede birbirimize
öğrettiğimiz, birbirimizden başka bir şey beklemeyerek körün değneğine
çevirdiğimiz bu.
Döngüyü kırmanın tek yolu,
çevirip durduğumuz çemberi görüp adımını bir yol dışarı atmak.
Dikkat Bob! Bu pekala
senin için de geçerli.
Komşular balkondan balkona bağrışıyordu.
“Bugün ne yapıyorsun?”
diye sordu biri.
Bugün mü dedim kendi
kendime. Vakit olmuş akşamın 8’i, benim günüm geçmek üzere.
“Bilmem” dedi öbürü. “Dün
akşam 11’e doğru arkadaşlar çağırdı, kalktım Miam’a gittim. 1 filandı çıktığımda.
Ama bir kalabalık, bir kalabalık, korktum valla.”
İlki kendi yapıp
edeceklerini sayar dökerken kulağım içe döndü.
Bunların çoğu uzun, bir
kısmı kısa ama sürekli yazlıkçı.
Bense buraya yaz hariç
yaşamak üzere gelmiş, pandemi ile kalmışım.
Onların beklentisi
eğlence, benimki sükunet.
Renk, çokluk, bolluğa
karşı zenginliği derinleşmede bulan bir sadelik, tekdüzelik.
Tatmin onlar için algı
bombardımanı ile geliyor, benim için algıların yatışmasıyla başlıyor.
Bu da aynı yeri benim
köyüm, onların şenlik alanı haline getiriyor.
*
Tazecik sabah.
Doğan güneşin sarısı yelken
direklerine, kızılı teknelerin camlarına vurur, sularda salınırken bardağımı
alıp balkona kuruldum.
Ayrı dünyaların
insanlarıyız!
Derin uykularında çıtları
çıkmazken dünyalarımız birbirinden uzaklaştıkça uzaklaşıyor. İnsan sessizliğini
naneli çayımla birlikte yudumluyorum.
Gece onların, bu saatler
benim.
Olanca dinginliğiyle güz.
Ölümün ona bir garip
derinlik veriyor. Kumaşı konuşturan astar gibi.
Kararında sıcağı, makam
değiştiren ışığı, olgun meyvenin tatlarına gelen renkleri testiye koyup başıma
diker gibi giriyorum suya, seyrettiklerime karışıyorum.
Nefes almak bir hayat
güzellemesi.
Tenhalaşan kasabada insanlar,
rahatlayan tempoları, sade, sakin bir film akışıyla kayıp gidiyor. Seyirci ve
oyuncu, onlardan biriyim.
Haberini aldık. Kaybetmişiz.
Her yerinde izinin,
sesinin, fikrinin, emeğinin olduğu evin balkonuna çıktım. Bir iki ay önce son
kez oturduğumuz zamanki (“Bistro masasının keşke biraz daha büyüğünü
alsaymışız..”) bakışınla etrafa baktım. Yorgun ama hep ilgili, çirkinliklerle
irkilen, güzelliklerle beslenen gözünle köşe çamını sevdim, karşı tepeler bugün
puslu, yelken direkleriyle teknelere dokundum, denizin sakin yüzeyine içimi
serdim.
Seni çoktan yüreğime
almışım, bedeninin ölümüyle kurtuluşuna rahatladım.
Yokluğun zamanla, zaman
zaman koyacak. İçim bir anıyla, paylaşma isteğiyle dönüp seni bulamayacağımı
hatırlayıvermekle, ustası olduğun şeylerdeki yokluğunla burulacak.
Ama aramızdaki sadece
zaman.
Buradan yüz yıl sonrasından
bakışla eşitleniyoruz. Topraktan gelip karıştığımız toprakta.
Ölüm hayatın hasmı değil,
özü.
Şimdi sen onun bir
yüzünde, kalanlarımız diğer yüzündeyiz.
Vakti geldiğinde buluşmak
üzere sevgili Çocuk!
Ben bir boy gidene kadar o üç boy yapmıştı bile. Şapur şupur, suları döve döve, soluk soluğa. Bir patırtı bir telaş. Yarışmıyoruz dedim içimden. Onun için ikimizi yan yana getirmeyeceğim. Sudaki davranışlarımızı kıyaslamayacağım. Sadece kendi elimdekileri kumlara sıralayacağım.
Denizin en yavaşı benim.
Sularla didişe boğuşa yüzenleri geçtim, ağırbaşlı yaşlıları da öyle, suya
düşmüş bira şişeleri, cips paketleri vd çerçöpten bile aheste olabilirim.
10-20 metrelik hızlı bir
başlangıcın ardından kesintisiz ve istikrarlı bir tempoda (larghetto)
kalıyorum. Yüzüşüm kurbağalama kulacıyla bisiklet bacağı bir karışım (paletle
kurbağalama zamanından kalma). Hükmünü gevşeten yerçekimiyle birlikte yüzme ile
uzay yürüyüşü karışımı oluyor bu.
Ama gevşeyen sadece
yerçekimi değil. Zaman algısı da temponun peşi sıra seyreliyor. Zihnin geri
planında, tıpkı yerçekimi gibi o da, kıyaslama olmadıkça normal bildiğimiz baskısından,
ağırlığından çözülüyor.
Tempo düştükçe beden, zihin,
ruh hafifliyor. Zaman uzayıp gidiyor. Mesafe de peşinden.
Bak, dedim yanımdan
dördüncü kere geçen alı al moru mor yüzücünün arkasından, ben daha köşeye
varmadım, sense enerjini de alanını da tükettin bile. Şu birkaç dakikada sonuna
geldiğin uzunluğa neler neler döşüyorum, bir bilsen. Çağrışımlar, çakan anılar,
sessizlik, boşluk, enginlik, kendiliğinden sökün eden bağlantılar sonra, bazen
çözümler, yeni bakışlar, nice içgörü. (Yavaşlığın büyüteç, hatta mikroskop
etkisi.)
Yavaşlıkla zaman ve
mesafeler ne kadar bereketleniyor. Günde en az bir saat, bize hissettirilen,
dayatılan, geçerli ve arzulanır bildiğimiz, kıymeti kendinden menkul bir hız algısından
azadeyim.
Koşmuyorum, uzayımda
süzülüyor, süzüldükçe onu da büyütüyorum.
Rüyamda bir evin yan kapısından dışarı, bitişiğindeki dar geçide çıktım. Evin sarı duvarına bitişik sekiye uzandım ki korkutucu bir rüzgar patladı. Karşımdaki selvinin iğneleri kopuyor, masmavi göğe karşı savrulup savrulup rüzgara kapılıyordu. Burada durulmaz deyip içeri girdim.
*
Birkaç günlüğüne diye
girdiğin hastanedesin. Haftalardır. Kontroller kötüleşen haberler getirdi,
ağırlaşan ağrıların branş branş doktoru başına topladı. Hastalık ve tedavisi
şiddetlerini yarışarak tırmandırdı.
Artık konuşmak, yürümek
istemediğinin haberini aldık. Ziyaretçi, telefon kabul etmediğinin. Senin. Daha
bir iki hafta öncesine kadar eşi, dostu ile sımsıkı bağlı olduğu ilişki
ağlarına onca önem, emek veren, fikrini, gönlünü bağlayan, bağlandığını özünün
devamı bilen senin.
Köprünün ortasını
geçtiğini imgeliyorum. Önemi, önemsizi, sevinci, üzüntüsü, hayal-kalp kırıklıklarını,
umudu, umutsuzluğu, ıvırı zıvırı ile dünyayı arkanda bıraktığını. Korku ve
cesareti bile. Büyük bilinmeyenin kıyısında yalnız dilinin değil, içinin de
sustuğunu.
Hayat, varolmanın ağrısı,
sızısına karşı kendimizi çokça kandırdığımız, başımızı inkarlara gömdüğümüz bir
süre. Acıyı, geçiciliği, yaşlanmayı, elden ayaktan düşmeyi, hastalığı türlü
türlü cambazın arkasına gizlemeye bakıyoruz. Ama asıl, temel yalnızlığımız ve
ölümü.
Mızrak çuvala bir zaman
sığıyor-sığmıyor, vakti geliyor, oradan çıkıp karşımıza dikiliyor.
O ilk karşılaşmayı,
dehşeti, korkuyu, çalkantıyı, yaşama iradesi ve onun zangır zangır zorlanmasını
ben sende, seninle yaşadım, aşama aşama bugüne gelişini de seninle yaşıyorum. Duyduğum
yakınlık kadar yakından. Ama elbette senin kadar ve gibi değil. İliğe işleyen
her şey gibi bunda yalnızsın. Onca sevenin, düşünenin, yaşadığını hissedeninle
yapayalnız. Hayatın bin bir kılığından soyunmuş gerçeği ile baş başa.
Yaşadığının yenilgi değil,
barışık bir teslimiyet olmasını diliyorum.
Defterlerin dürülüp
kaldırıldığı iç acısız bir teslimiyet.
Hastalık ve tedavisinin
darmadağın ettiği beyninden özgürleşen bir bilinçle kurtuluş.
Hayatımın üçte ikisinde kağıttandılar. Elime alır almaz ilk yaptığım açıp koklamak olsa da cisimlerine hiç bağımlı olmamışım ki işim dolayısıyla ekrandan okumaya alıştıkça kayarcasına elektronik aleme geçtiler.
Pandemiye kadar epey yer
değiştiren ve zaten ufak mekanlarda yaşayan biri için çok elverişli bir geçiş. Kağıt
kitaplarım şimdi birkaç rafta kalırken gerisi, bütün bir tarla lavantanın özünü
içine alan şişecik misali, bir tablet içinde, daha nicelerini bekliyor.
Ya da Alaaddin’in sihirli
lambası o tablet. Parmağımın ucuyla çekip çıkardıklarımla günü gün ediyoruz.
Şu sıra barış aktivisti
bir Japon Zen hattatının dünyanın dört bucağından anılarının yanı sıra, Hindistan’ın
yakın geçmişiyle de sarmalanmış Yeni Delhi’de çeşitli etnik kökenlerden
transseksüeller etrafında geçen bir romanlayım.
Daha geçen hafta Taras
Bulba ile Kafkas steplerinde at koşturuyor, nabzım şiddetin medeni bir çehre ve
kravatla donatılmazdan önceki ham haliyle hızlanırken inadına serinleyen aklımla
neler neler düşünüyordum. Bir Silikon Vadisi dehasının sosyal medya uyarıları düşüncemi
çapalamaya devam etti. Gündelik lokmalar halinde sürüp giden okumaları
saymıyorum: Sabah çayının yanında Stoacılardan pasajlar ile günün herhangi bir
açıklık anında yanımda bir kılavuz ip gibi uzanan Tao te king.
Zihnim onlarla sarp
yamaçlara vurmayı seviyor, ruhumda katre katre zenginlikleri, kitaplarımdan hep
okkalı olmalarını beklemiyorum ama amacı oyalamak olanlarında bile bir parça dişe
gelirlik arıyorum.
Kitap vaktim değerli!
Boş konu komşu muhabbeti
ne kadar makbulümse ayarı kaçacak boş kitaplar da ancak o kadar.
Yoldaşlarım ufkumu açıp
dağarımı genişlettikçe insan ya da kitap, rastgele karşılaşmalar daha da
yavanlaşıyor, arkama bakmadan kaçtığım bir vakit kaybı haline geliyor.
Çitin bu yanında 40 yıl
hatırı olan bir fincan kahve değil, iyi bir kitap.
Beni ben mi yapıyorlar?
Hayır, tam tersine. Beni, kendimden
bilmediğim yerlere doğru genişletip derinleştirerek sabit bir ben sanısından
özgürleştiriyorlar. Sürekli değişimiyle hep barışık, akışkan bir hale
getiriyorlar.
“Ben böyleyim” damgasını
düşünmeden basacağım tek bir konu varsa o da daha okuma yazma bilmezden önce
yoldaş edindiğim kitaplardan aldığım heyecan, güç, esin, tat.