29 Nisan 2013 Pazartesi

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN


Bugün yılbaşı. 14 Nisan. Güneş, uyku arasında Tamil gerillalarıyla karışan havai fişek gümbürtüleriyle doğdu.

Şunları hiç değilse karanlıkta atsalar, verdikleri paranın karşılığını görüntü olarak da alacaklar. Ama hayır. Havai fişek burada aslen bir ses gösterisi.



İnsanlara iyi yıllar dileyerek kahvaltıya indim. Papaya, ananas, karpuz ve muz tabağımı sabırla beklemeye koyuldum.

Altı yedi masalık yemek salonu yerin geri kalanı gibi. Eşyalar sadece kendi amaçlarına hizmet ediyor. Gözü oyalamak, okşamak, boyamak gibi bir kaygı duyulmayan yerlerdeki o rasgele bir araya getirilmiş, dağılana kadar kullanılan şeyler.

Bir köşedeki büyük, açık, oymalı ahşap konsol üst üste konmuş inceli kalınlı dosya dolu. Mutfak duvarına bitişik geniş rafta karmakarışık öteberi, kağıtlar. Fişe takıldığında daha da ışıldayan küçük boy kitç bir elektrikli manzara resmi. Tel askılıklarında güneşten solmuş Sri Lanka kartpostalları.

Durdukları yerde günün modasından uzaklaştıkça uzaklaşıp köhneyen böyle yerler iç kıyıcı bir hayattan kopukluk hissi de verebilir. Ama burada bu görünüm, sürekli hareket ve sahib Faiesz bey ile güven telkin eden bir ayakları yere basarlık izlenimi uyandırıyor.

Kahvaltıdan sonra, önerilerinize ihtiyacım var deyip oturma odasında kağıtlara gömüldüğü masada karşısına geçtim.

Beyaz mintanı, esmer, değirmi yüzü, sarkık alt dudağı, seyrek bıyığı, insana aynı anda ciğerini okur ve şefkatle bakan gözleriyle Faiesz bey, evrensel amca tipi. Tatlı sert, duruma hakim, sözü namus. Konuşmayı da seviyor.

Bir sonraki durağım Ella için oda ararken biraz da benim verdiğim dürtülerle konudan konuya geçerek ülkesinin epey bir resmini çizdi. İnsanların başına buyrukluğuyla güvenilir personel bulmanın zorluğundan ve kaç gündür süren havai fişek çılgınlığından başladı, savurganlığa, şekilden, kabuktan ibaret sürdürülen Budizmin nasıl bir sömürü aracı haline getirildiğine geçti.

“Şu Diş Tapınağını al. Dün bin rupi vererek girdin, değil mi? Bu ülkeye yılda bir milyon turist geliyor. Yüzde doksanının Kandy’ye uğradığını, bunların hemen hepsinin de tapınağı ziyaret ettiğini bir düşün. Kaç para bıraktıklarını. Çevreye, halka, ihtiyacı olanlara ne kadarını veriyorlar dersin? Ben sana söyleyeyim. Hiç. Zırnık koklatmazlar. Her gün bir başkasını omuzlarına attıkları pırıl pırıl turuncu rubalarıyla insanlardan kopuk, ortalarda çalım satarlar. Şefkatmiş, merhametmiş, felsefelerinin özü umurlarında değildir. Çoğunluktalar diye onları söylüyorum. Konu dini kullanmak olunca Katolik rahiplerin, Müslüman imamların da geri kalır yanı yoktur. Aralarından tek tük insan çıkacaksa da hepsinden çıkar.”

Ve uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözleri dolarak hayatta en çok saygı duyduğum kişilerden biri dediği, kendini insanlara adamış, olanca yoksulluğuna rağmen kimseden tek kuruş kabul etmeden onlar için çalışıp çabalayarak bu dünyadan göçüp gitmiş Katolik papazı anlattı.

Arada Ella’ya telefon üstüne telefon ediyordu. Konaklama yerleri ya dolu ya kapalıymış.

“Çalışmaktan kaçıyor bu insanlar! İş varsa çalışacaksın. Alnının akıyla, insanları memnun ederek kazanacak, kazandığını da dağıtmayı bileceksin.”

Açılan bir telefona “Hayır, hayır” dedi benim için. “Yalnız gelen bir hanım ama hiç öylelerinden değil. Benim arkadaşım.” Telefonu kapadıktan sonra açıkladı. “Yalnız gezen kadın turistlerin soruna yol açmasından korkulur da.”

Programı Ella’dan Adem Tepesine çevirmeyi düşünmeye başlamıştım ki kalabalık bir grup için öğle yemeği hazırlıklarına girişmesi gerektiğini söyledi. “Bana birkaç saat izin ver, sana yer bulacağım.”



Meselenin hallini Evrensel Amcama havale etmiş, içim rahat kıyıya indim. Kaç asırlık dev ağaçların koyu gölgeleri altında tepelerin yeşili vuran gölün etrafını dolanmaya başladım. Aralarda kolonyal yapılar, tapınaklar, altın çatılı Budist yayınları cemiyeti. Az biraz turist, çoluk çocuk gelen bolca yerli. Diş Tapınağına vardım. Kapalı sandığı içinde Buda dişine kesintisiz çalınan davulların sesi ta ötelerde gümbürdüyordu. Faiesz’in burnundan soluk vererek şekil! kabuk! deyişini hatırladım. Çenesinden kopmuş, çoktan ölmüş bir diş diye ekledim. Sonra, gün önceki gey ressamın, beyninin ruhaniyet merkezini harekete geçirmiş insanlara özgü o, sıradan kimselerin göremediği bir ışığı görür, nurlu yüz ifadesi gözümün önüne geldi. “Biz, büyük dinlerin müminlerinin tersine Buda’dan bir şey niyaz etmeyiz. Sadece bize örnek olmasını, yolumuza ışık tutmasını dileriz.”



Queen’s otelinin köşesinden dönüp arkalarındaki geniş sokaklara daldım. Çoğu dükkan kapalıydı. Havai fişek satıcılarıysa talebi zor karşılarcasına çoğalmış. Modern bir alışveriş merkezi –sadece iki uzun katlı, az da bir yer tutuyor. (Bakalım şu çılgınlığın burayı bulması ne kadar sürecek.) Duvar dibinde uyuyan bir evsiz. (Bir haftada gördüğüm evsiz sayısı tek elin parmaklarını geçmez.) Batı tarzı bir pastaneden aldığım yavan dondurma. Epey dolandım ama dışarıda oturup çay, kahve içilecek bir yere rastlamadım.



Çemberi tamamlayıp başladığım noktaya döndüğümde vakit anca öğleyi bulmuştu.

Yenimden çekiştiren nahoş bir telaş. Zihnimi çevirip ne diyor diye baktım.

“Şimdi ne yapacağız? Akşama kadar dünya vakit var. Hem belki ayarlamalar yarın da burada kalmamızı gerektirecek. Daha bir buçuk gün eder.”

“Ee?”

“Olabildiğince çok şey görmemiz, yapmamız gerek. Onca yolu boş oturmaya gelmedik!”

Zevk almadan yaladığım yavan dondurma gibiydi. Soğuk. Tatsız.

“Boş mu?” diye karşılık verdi diğeri. “Oturur, şu küçük bahçenin, güneşin, havanın iyice farkına varmaya kendimizi bırakabiliriz. Anın. Hayatta olmanın. Çevremiz Buda’nın hatırlatıcılarından geçilmezken boşluk deyip tırstığın şeyi yaşayan bir meditasyon haline getirmede bunu neden fırsat bilmeyelim?”

Anın dipsiz derinliğine oraya buraya savrulmadan taş gibi inen bir zihin de evet, boştur. Kendinden, renkten, hareketten, avutucu eğlenceden. Ama bu iki “boş” arasında uçurum var.

“Sonra yazarız. Kendimizi buna vermenin nasıl olduğunu sen de biliyorsun.”

Nahoş telaş yenimi bıraktı.

Bu iki yönün, yüzeydeki ve altındakinin ayrımına bir süredir uyanan farkındalık, yolculukla iyice belirginleşti. Seyahat boşuna ilişkilerin mihenk taşı sayılmıyor. Hareket, yerinden oynama, geçiştirilen, yok sayılan şeyleri de yerinden oynatıyor. Takke düşüyor, keller görünüyor. İnsanın iç ilişkilerinde de bu böyle.

Ve galiba içerde neler olup bittiğini açıklıkla görebilmenin en iyi yolu, çelişkileri törpüleyip çok başlılığı görünürde tutarlı bir teklik haline getirmeye çabalamaktan vazgeçmek.

Alabildiğine sıradan, geçmişinin orası burasından benimsediklerini papağan gibi tekrarlayan, tazelik, yaratıcılık fukarası yüzeydeki yan ile denizi bitirecek kadar uzun süre yaşadıktan sonra diplerden bir hareketlenme başladı. Ondan ibaret olmadığımı hatırlatan tatlı, sıcak bir ses. Ötekini bastırmadan, aşağılamadan, yargılamadan. “Bir de bu var, bir bak” diyen.

Çürüyüp kopmak üzere ilerleyen tırnağın altından gelen sağlıklı, güçlü yenisi.




(arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder