25 Nisan 2013 Perşembe

ANURADHAPURA'YA


Eğilimim köpeğini gezdiren kadın değil, gezdirdiği köpeği gibi dolaşmak. Onun için bir kez daha başlangıcı kesinleştirip gerisine yerliler ve karşılaştığım turistlerden dinleyeceklerime ve tabii havaya göre karar vermek üzere görmek istediklerimi kabaca sıralamakla yetindim. Otelden de bana üç günlüğüne şoförlü bir araba ayarlamalarını istedim.







Sabah dediğim saatte güler yüzlü genç bir adam kapıdaydı. Aslı upuzun iken hafızası –ve telaffuz yeteneği- üç heceyi geçmeyen yabancılara göre kırpıldığından kuşkulandığım ismiyle kendini tanıttı: Neel. Arabaya bindim. Taze, hafif kokulu bir tütsü çubuğu kıvrım kıvrım tütüyordu. Dikiz aynasından sallandırılan haçlı bir tespih, panele yapıştırılmış iki küçük plastik İsa figürü üzerine sarkmakta. Figürlerin ayaklarıyla göstergelerin yuvasında yeni koparılmış ufak beyaz çiçekler.. Çok temiz, içten geldi hepsi. Al sana bir adetler harmanı daha. (Merakı bahçeyle uğraşmakmış. Karısı gerektikçe toplayıp yemeklere doğradığı sebze, zencefil vs yetiştirirken küçük sunağının çiçeklerine bakmayı kendi üstlenmiş.)

Aydınlık bir adam.

Turist gezdirmeye çok alışık çıktı. Yaptığım programı çok daha iyi bir zamanlama önererek bir anda tersine çevirdi.

“Bunun için daha kötü bir yoldan gideceğiz. Ama böyle daha çok yer görebilirsin.”

Âlâ. Anuradhapura 180 km uzakta. Yol varsın kötü olsun.


“Kötüden” benim anladığım kel, kurak, taş toprak çıkarmak için iç burucu şekillerde oyulmuş bir araziden geçen yoldu. Ama yeşil bizimle birlikte gelmeye devam ediyordu.

Ve ne yeşil!

Tür tür ağacın açıklı koyulu tonlarıyla deliksiz dokunmuş kalın bir örtü. Hindistancevizi, kauçuk (önemli bir ihraç maddesi) plantasyonları, burada muz, beride ananas, papaya, meyve ağaçları, tik, maun, hatta ara ara abanoz, banyanlar, yaşı başı yüzyıllara varmış daha da kim bilir neler.
Düşünüyorum da, verdiği his bolluk, bereketi aşıp lükse varan doğanın bu yoğun örtüsü, altında yaşanan insani yoksullukları örtüp geri plana atıyor. Asıl zenginliğe işaret edercesine. (Bunu, süper zenginlerin malikaneleriyle kaplı, Kaliforniya gibi varsıl ve çorak bir diyarla yan yana koy, etkilerini karşılaştır.)

Örtü bazen geriye çekiliyor, yol kenarında yeşermeye başlamış sulak kareleri, konup kalkan ak kuşlarıyla pirinç tarlalarına, beyazlı leylak renkli pembeli nilüfer kaplı taşkın alanlarına yer açıyordu.



Klimayı açtırmadım. İşlenmiş havanın içine kapanmanın beni ortamdan koparmasını sevmiyorum. (Bunun tek istisnası geceleri yatarken.) Aralık camdan gelen esinti yetiyor; rutubetli sıcak nefesi, dalga dalga yükselip kaybolan cırcır böceklerinin, kuşların sesini içeri taşıyıp görüntüyü ekrandan seyredilen bir şey olmaktan çıkarıyordu.

Kenardan uzun dallarını öte tarafa uzatarak enfes tüneller oluşturan kırmızı çiçekli o ağaçlar! Ve sık sık tünelleşen bu yol.

Saatte 50 km.yi aşmıyorduk ama hızlanırdık herhalde. Yine de içimdeki şoför hayaletleşerek direksiyona geçiyor, nereden geldiğini bilemez olduğu kadar eski, içe işlemiş bir aceleyle çöl botu içindeki ayağını uzatarak gaza basıyordu. Pedalin üzerindeki Neel’in çıplak ayağı ise doğal olanın, acelesizliğin hatırlatıcısıydı. Sıkışmamış, sıkıştırmayan başka bir zaman algısının. (Büyümeyi, varacağı yere varmayı bizim insan ölçeğimizden çok ötelere sürdüren ağaçlar, timsahlar, hasılı doğayla çevrili yaşayan insanların etraflarından bilmeden aldığı bilgeleştirici ders.)

Tedbirli bir şoför.

Yoksa pek o kadar değil mi dedim üçüncü aracı sağlayıp karşıdan gelenle burun buruna kaldığımızda. Ama kimse 50 km.yi aşmadığından tehlike hissi doğamıyordu.
Yavaş yavaş trafiği anlamaya başladım. Araç geçerken daha da ağırlaşıyorlar. Ama herkes böyle yaptığından karşıdaki ya kenara çekiliyor ya da durma noktasına geliyor. O kadar. Ne öfke ne cinnet.

Yolda da bol tuktuk (“Başımızın belalarıdır bunlar!”), motosiklet, desen desen kamyon, otobüs, hemen hiç de özel otomobil.

Kötü demesinin nedeni yer yer gelen onarım çalışmalarıymış. Hızın buralarda 40 km.den 20’ye düşmesi dışında bir şey fark etmiyordu. Görünen yüzleriyle sıkışık, derme çatma kasabalardan geçip yeniden yeşile gömülüyorduk.

Aralarda rengarenk meyve tezgahları.

“Şu kocaman, dikenli meyve ne?”

“Jet. Öyle de yenir, yemeğini de yaparız. Ağacını gösteririm.”

Meyve ağacına benzemeyen, jetlerin dallardan değil, upuzun gövdesinden sarktığı ağacı çok geçmeden karşımıza çıktı.

Dambulla’ya geldik. Altın Tapınağa. 30 metre yüksekliğiyle bu altın renkli yakın zaman heykeli dünyanın en büyük “çember çeviren” Buda’sıymış. Ayakları altında yine cümbüş renkli bir tapınak.  Ama asıl görülecek yer, epey bir tırmanıştan sonra ulaşılan kaya tapınağı. Kayalara oyulmuş hücreler ve yüzlerce yıllık freskleri. Buradan aşağıdaki düzlüklere, karşı tepelere göz alabildiğine uzanan bakış enfes.


Şu, ayakkabıları ta nereden çıkarma adeti. Tapınağa yalınayak girmeyi anlıyorum ama bazen 100-200 m önceden çıkarıp oraya kadar ıslak-kuru, sıcak taş toprağı yürümek? Derken bunun insanı bedenine getirerek “hazırladığını” fark ettim. Böyle geniş belirlenmiş bir tapınak alanını geçtikten sonra asıl yere, ayrılık duygunu, belki büyüklenmeni de ayaklarının kaplarıyla birlikte bırakmış halde geliyorsun. (Yine de bugüne yanıma çorap aldığıma seviniyorum. Zeminin öğle sıcağına nazik ayaklarım dayanamazmış. Çorap pabuçtan daha, çıplak ayaktan ise daha az iyi.)

Ayakkabılarıma kavuşmuş, inişe geçmiştim ki bir maymun sırt çantama sıçradı. Seni musibet! diye döndüm. Yere atlamış, boyuna bakmadan “Musibet sensin!” bakışlarını yüzüme dikmişti. Uzun burunlu, fena halde bozuk atan bir erkek. Birkaç kez hamle yapacak oldu. Sonunda bir yerli kovaladı. Çantanın yan gözüne koyup unuttuğum, yarısı parçalanmış muzu aşağıda fark ettim. Hayvan haklıymış!

Sigiriya. Yoğun yeşil bir tepenin üzerinde çürük azı biçimiyle yükselen bir kaya. Sönmüş bir yanardağın tıpasıymış. Efsaneleşmiş tarihe göreyse trajik bir figür olan Anuradhapura kralının babasını öldürüp tahta geçişiyle saldırılamaz olsun istediği sarayı için seçtiği yer. 14. yy.’da terk edilen bir de manastır kurulmuş. Kazıları sürmekteymiş. Tırmanmadım. Çevresinden, bahçelerinden dolaştık.

Neel bir ağaç gövdesine kurulu çardağı gösterdi.

“Filleri gözlemek için.”

Yabani sürüler bahçelere bela oluyormuş. Bakmışlar olacak gibi değil, evlerin olduğu alanı elektrikli telle çevirmişler. Hikayenin kalanında değişen resimle birlikte mağdurlar da yer değiştirdi. Burası onların yaşam alanıyken insanlar gelip yerleşmiş.

Az ötede sarı bir fil çıkabilir işareti gördük.

“Tavus! Bak, ağaçta!”

Gerçekten de ağaçta. Biraz uçabildiğini, geceyi de bir kuş için yine en güvenlisi, ağaçta geçirdiğini bilmiyordum. Yaklaştığımı gördü, ağaçtan atladı, kuyruğunu toplayıp sürüyerek kaçtı. Albenili filan ama bu kuyrukla yaşamak frakla çiftçilik yapmak gibi bir şey olmalı.

Anuradhapura, kurucu kralın adını taşıyan, bölgeye bin yıl hükmetmiş, tarihi kalıntıların yoğunlaştığı önemli bir merkez. Yapay bir göl kıyısından başlayan şehir geniş bir alana yayılıyor.

Biraz dışındaki Milano Oteline yerleştim. Tapon görünümü güler yüzlü, dört dönen personelin sevimliliğiyle dağılıp giden bir yer.


(arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder