24 Nisan 2013 Çarşamba

NEGOMBO



Sakin bir geçiş isterseniz Colombo’dan değil, havaalanı yakınlarındaki sahil kasabası Negombo’dan başlayın diyen Lonely Planet’i dinledim. Önceden ayırttığım tek yer de buradaydı.

Güneş altı buçukta batalı çok olmuş, karanlık bir geçitteki düşük aydınlatmalı hoş otelde iri bir hamamböceğiyle paylaşacağım anlaşılan odaya eşyamı atıp çıktım. (Hayır, öldürmedim tabii. Geçmişte birbirini kırıp geçirmiş de olsa bunca Budist ve Hindu arasında yakışık almazdı, değil mi?)

Günü, sönükleşmeye başlamış pansiyonlar caddesinde bir çanak deniz ürünleri salatası başında bitirdim. Lezizdi.

*
Gecenin derin sessizliği yerini sabaha karşı ötüşü yabancı kuşlara bıraktı. Kuşu, insanlarıyla başka başka öten bir ülke. Kulağa ne şenlik.

Aheste dönen pervanenin esirgeyiciliğinden çıktığım an rutubetin yeniden içindeydim. Işıkla körükleniyordu şimdi.

Kısa, dar bir geçitten okyanus kıyısına indim. İncecik kumlu, koca sahil bir yanında sık hindistancevizi ağaçlarıyla uzayıp gidiyordu. Açıklarda, Çin Denizindeki yelkenlileri hatırlatan ve içimi hop ettiren balıkçı tekneleri. Pasifik’ten çok daha pasifik bir Hint Okyanusu.

Birkaç kilometrelik bir yürüyüşün ardından pabuçlarımdan taşan bir su birikintisine dönüşeceğimi anlayınca kırmızısına çekildiğim bir üçtekerlinin, tuktukun yanına gittim. Peşimden seslenenlerden görülecek yerleri öğrenmiştim. Balık pazarı, Budist tapınağı, bir de Negombo çarşısı. Kaça olur? Bekle işareti yapıp koltuğunun altından kalın pembe kartonlu, göz gibi korunan bir albüm çıkardı. “Lagün var, Hindu tapınağı, baharat bahçesi, kanal var, istediğin yerler de. Hepsi!” Tuktukçulara aldanmayın, müşteriyi kaptığı gibi bir iki yüz kilometre öteye götüreni eksik olmaz; mesafe ve fiyatı önceden sorun uyarısı kulağımdaydı. Oh, 5-6 kilometre bir şey, dedi. İki saat sürer.

Üç buçuk saat sürdü.

Tuk-tuk, yerin en büyük katedraline gittik ilk. Sri Lanka’da azınlıkta olan Katolikler Negombo’da çoğunlukta. Adım başı kilise, bolca da köşebaşı mihrapları var. Katedralde değil ama bitişiğindeki modern şapelde ayakkabılar çıkarılıyor. Adetlerin harmanlanması hoşuma gitti.

Ardından, balıkçıları koruyup bereket getirmenin İsa’ya havale edildiği balık pazarına. Müthiş bir tuzlanmakta balık kokusu ta ötelerden yolu tutmuş. Rehberim beni üstü kapalı, dört yanı açık hal binasından yanında uzanan kumsala çıkardığında koku da yolu bırakıp göğü tutmuştu! Kumlar üzerine serili çuval bezlerinde bir iki metre genişlik, metrelerce uzunlukta, balığına göre çeşit çeşit motifli organik halılar! Kına renkli bir tür mürekkep balığından kesilmiş parçaların neresi olduğu çıkarılamayacak kadar iri deniz azmanlarına, baykuş kafalılardan küçümen tabak balıklarına. Aklıma gerçeküstücüler geldi. Burası görüldükten sonra yapılmış diyeceğim bazı resimler. Aldığım zevkte kendimi onların vekili hissettim.

Balıkçılık Negombo’da sıradan ölümlülerin geçim kaynağıymış. Denizden bir buçuk ay sonra döndükleri olurmuş.

Tuzlanarak kurutulan balıklar ise iç kesimlere satılırmış.

Asıl satışların sabah erkenden yapıldığı boşalmış halde, çocukluğumdan bir görüntü: Taş tezgahlar üzerine kıvrılmış uyuyan satıcılar. Orada burada, önlerindeki kılıç balığı, tuna, fileler içinde böcekler, karides ve ıstakozlara bunlar incik boncuk ya da tereotuymuş gibi, sattıklarının azametine kayıtsız ifadeleriyle alıcı bekleyen kadınlar..

Kanal başında, buradan da ama sadece güneşte iyice solmuş bir afişiyle sorumlu tutulduğu görülen İsa ile bir de ton balığı satış yerine girdik. Kanlı tezgahların altında uyuklayan köpekler, yerde sıra sıra ton balığı. Al işte, salatana düşünmeden serpiştirdiğin varlıkların sondan iki-üç önceki halleri.

Ve kanalda, pruvası gözümü alamadığım dolgun ve kıvrak Sinhala yazılı rengarenk, iriliği tonlarınkiyle orantılı tekneler.


Tuhaf. Balıkların başında rızkını arayanlar köpekler –ve martılarla başka su kuşları. Bu iki günde gördüğüm sokak köpekleri de hep ufak tefek. Kediyse (siyamı andıran üçgen suratlı) pek az.

Lagünde o Çin Denizi çağrışımlı yelkenlilerin katamaranın atası olduğunu gördüm. Bir yanlarında gövdelerine koşut kütüklerden denge kanatlarıyla (?).

Yemyeşil sokaklarda bahçe içinde bir iki katlı evler önünden geçtik. Usulen dikilmiş duran bahçe duvarları korkudan çok güven çağrıştırıyordu. Suç oranını sorduysam da derdimi anlatamadım. Sorumun cevabını bugünkü rehber-şoförüm Neel verdi: Evet, Negombo ve –büyük şehirlerde yaşanabilenler hariç- genelde Sri Lanka artık güvenli bir yer. Tek tük işlenen suçların çoğu altında da dışarıdan gelenler (ah, “onlar”!) var.

Bir “ayurveda bahçesine” geldik. Ayurvedik ilaçların, mamullerin hammaddelerinin üretilip satıldığı bir tropikal yama daha. Almam beklenip ilgilenmeyişimle düş kırıklığı uyandırdığım bir yer. (Ama Neel’e göre bu işin asıl merkezi ülkenin doğusu, burası sadece turistler içinmiş.)

Ayurveda burada akım değil, hayatın parçası. Ama anlaşılan bu, turistlerin ilgisine göre cilalanmış (ya da alabildiğine sömürülen) bir yanı da olmadığı anlamına gelmiyor.

Derken Negombo’nun merkezine. Tuktuklar, mobilet, bisikletler, geniz yakan egzoz, derme çatma tezgahlar, hareket, oradan buradan yükselen yerel (Hint müziğini çok andıran) müzikler ve baharat, köri kokularıyla rengarenk bir keşmekeş. (Zavallı Für Elise’nin aynı elektronik versiyonuyla irkilerek döndüğümde bizdeki tüp gaz kamyoneti yerine seyyar piyango bileti satıcısıyla burun buruna geldim. Ve bir kez daha Beethoven’un bir beş dakikalığına günümüze uyanmasını diledim.)

Son olarak Budist tapınağı. Çan biçimli stupa ve Las Vegas’ın güney-doğu Asya çeşitlemesi gibi gelen abartılı renkli heykelleriyle tapınak. Ama dikkatimi asıl çeken, bunların karşısındaki kararmış taş yapı oldu. Taşın böyle eskimesinde insanın (en azından benim) arkaik yanına dokunan bir şey var.



Cafcaflı heykelleri geçip nefes kesen bir tiner kokusu ve bir omzunu açıkta bırakan turuncu çarşafıyla sarmalanmış asık suratlı rahibin peşi sıra içeri, dışarıdakilerden geri kalmayan heykellerin arasına daldım. Kokuyu “restorasyon” diye açıkladı rahip. “Yeni görünse de bu heykeller 200 yıllık ve bakıma ihtiyaçları var.” Başından sonuna insan hallerinin temsil edildiği bir grup için “Yaşam döngüsü” dedi. Herhangi bir tefekküre geçit veremeyecek kadar oyuncaksıydılar. Onları bırakıp “Sri Lanka ve Tibet Budizmi çok farklı mı” diye sordum. “Hem de çok!” Neredeydi peki fark? (Birinin şekilciliği olabilir mi?) Ama ilgisini çoktan kaybetmişti. Sorumu yanıtlamak yerine beni başka bir grubun başına götürerek yüksek rölyef tarzındaki ustalıklarına işaret etti. İlgimi ben de kaybetmiş, teşekkür edip çıktım.

Güneş batarken yine okyanus kıyısına indim. Yüzen, balık tutan, oturmuş günbatımını seyreden yerliler, tek tük turist, pahalı bir otelin tutuşturulmayı bekleyen kamp ateşleriyle kumlar üzerine kurulan akşam yemeği büfesi.. Paçalarımı sıvayıp su çizgisi boyunca yürüdüm. Şu sıra Akdeniz’in olmadığı kadar sıcaktı su ve usul. Bileklerimden kavrayıp içine çekmeye yanaşmadı.

Sabahtan gözüme kestirdiğim bir lokantada üç kuruş beş paraya bol baharlı, zehir gibi acı, iyi bir balık türlüsünü erkenden yiyip odamın balkonuna çekildim.



(arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder