26 Nisan 2013 Cuma

SAMADHI BUDA'NIN HUZURUNDA


Güneş batışına yakın Mahavihara’ya gittik. Dagobaları ibadete açık, tarihi kalıntıları içine alan çok geniş bir park. Sararıp moraran gök altında o dev ağaçlar.. Lotus, tütsü, yağ lambası ile dizi dizi sunu tezgahını geçtim. Ayakkabıların, dedi Neel. Sri Maha Bodhi karşıda, ta uzaktaydı. İçimi çekip sandaletlerimden ayrıldım. “Tören birazdan başlıyor. Normalde burası çok kalabalık olur, hele sabahları. Kuyruk ta tezgahlara kadar uzanır.” Ama şimdi Budist yılbaşı arifesi, çok tenhaydı. Taşlı toprakta yalınayak yürürken bu işe bayağı alıştığımı fark edip sevindim. Sadece canımın yanmasından değil, “kirlenmekten” de artık çekinmediğimi.

Kapısında gümbürdeyen davullar eşliğinde, kısa alacakaranlığın çanak tuttuğu başkalaşan bir bilinç halinde küçük, beyaz tapınağa yavaşlattığım adımlarla yürüdüm.

Tapınağın kuşattığı Sri Maha Bodhi, dünyanın iki bini aşkın yaşıyla onaylanmış en yaşlı ağacı. Buda öğretilerini Sri Lanka’ya getiren Mahinda’nın kız kardeşinin Hindistan’daki bir ağacın alıp burada diktiği dalındanmış. Ülkenin dinsel kökleri ağacınkine işte böyle karışmış. Döne döne kutsal. Çevreleyen duvarın berisinden görülebiliyor. Ötelere uzanan dallarına altın renkli demirlerle destek verilmiş. Rahipler gözleri gibi bakmakta.

Davullar susmuş, Pali dilinde kutsal metinler zikredilmeye başlamıştı. Ben göze batmadan aralarına karışmaya çalışırken, çepeçevre terasta sunağa çiçeklerini bırakan inananlar sesli dualarını etmekteydi.

Batan güneşin mor-mavili, loğusa şerbeti renkli son ışıkları Bo (Bodhi, bilgelik) ağacının yaprakları arasında.



Çıktığımda hava iyice kararmıştı. Ortadan yürürsen ancak ayaklarının ucunu görecek kadar aydınlatılan yoldan ışıl ışıl yanan Ruvanelisaya Dagoba’ya gittik. Bembeyaz. Devasa. Etrafını ağır adımlarla dolanmak vakit alıyor. Geniş teras burada da tenha. Aralıklı küçük gruplarda başı çekenin okuduğu dizeleri diğerleri bir ağızdan tekrarlıyor. Küçük yaygısı üzerinde secdeye varmış kısacık saçlı bir kadın, telefonunun çalmasıyla dikkatimi çekti. Kendini kaptırmış göründüğü ibadeti bırakıp telefona cevap verdi.



Çıkışa, kurtuluşa işaret eden Buda ve işaret ettiğine yöneleceğine parmağını alıp tanrılaştırarak onun sunduğundan çok azına, sığınağa, avuntuya razı olan insanlar.

Zihnini tanı, aş, acının kaynağı o diyen kişi adına dikilen bütün bu ince işli, görkemli, rengarenk tapınaklar. Model alınanı elle tutulur hale getirip içselleştirmenin yararı ortada. Ama kantarın topuzunu kaçırmak öyle kolay ki. Özü bırakıp şekilde, acının kaynağı olarak adı konmuş zihinde oyalanıp kalmak.

Duayı bırakıp telefonuna sarılan, böylece gerçek öncelikleri gösteren kadın, bu tanrılaştırma bolluğunun (Hinduizmin sayısız tanrısına karşılık Buda’nın çeşit çeşit vasfı), zap ve sörfü icat etmiş aynı zihnin önceki oyunu gibi göründüğünü düşündürdü. İnsanların önceyi sonraya katık ettiğini. Hayatı daha da şiddetle zaplayıp sörfünü yaparak yüzeyinden sektiğimizi.

Bugün Samadhi Buda karşısında yalınayak tek başıma dikilirken onun bu derin meditasyon haliyle bana örnek olmasını, cesaret ve ilham vermesini diledim.



Biz parktan ayrılırken insanlar (yalnız ya da diğerleri, yanlarındaki ufak çocuklarıyla birlikte genç, yaşlı, kadın ve erkekler) sabaha kadar sürecek törenlere gelmeye devam ediyordu. Tapınakların yanında metrelerce uzanan kat kat, dizi dizi yağ lambası ışıl ışıl yanıyor, tütsü kokuları (bir seferde bir avuç yakıyorlar) yoğunluğuyla açık havada uzaklara yayılıyordu. Özellikle kutsal saydıkları dolunay gecelerinde buraları sabaha kadar adam almazmış.

“Otelde yemek istemiyorum. Nereyi önerirsin?”



Altın Kural: Yeme içmede yerlileri izle.

Neel şöyle bir etrafına bakıp iyice salaş bir yer seçti. Girişte, böyle yerlerin bizdeki karşılığında dönercilerin dikildiği köşede bir adam üst üste konmuş çapatilerin yanında soğandı, sebze, tavuktu takır takır doğramaktaydı. Pilav-köri yokmuş, ondan olsun dedim. Çiğ neon ışıkları altında bir aile oturmuş, tabaklarına elleriyle yumulmuşlardı. Çıplak eller, çıplak ayaklar. Doğrudanlık. Kirlenmekten, incinmekten sakınmadan bedenin somutluğunda yaşamak. Bu, inançların dolambacıyla çelişiyor mu, yoksa bir şekilde doğal uzantısı mı, bilemedim.

Ama o an düşündüğüm bu değil, yaşadığım çın çın öten bir sevinçti. Bedenim mükemmel çalışıyor, zihnim uyarılmış, dünyanın hiç bilmediğim bir köşesini geziyor, algılarımı yeni girdilerle açıyorum. Üstelik önümde, bulaşıktan tasarruf için ince plastik torba geçirilerek getirilen tabaktaki çılgın karışım hiç fena değil.

“Şu paketler içindeki kırmızı şeyler ne?”

“Çerez. Baharatlı.”

“İyi. Yarın yol için onlardan da alayım.”

Yüzüme emin misin der gibi baktı. Ya da sonraki ıstırabım sırasında geriye dönüşle ben böyle yakıştırdım.

Altın Kural, Ek: Abartma!

Bugün öğle sıcağında başım (tapınak alanlarında baş örtmeye izin yok), ayağım çıplak, şelaleler gibi terlemiş, arabaya döndüğüm bir ara çerez paketlerinden birini açıp zehir gibi acı ve tuzlu ve yağlı içeriğinin yarısını mideye indirdim. İki saat sonra da eh, acılı bir ishal oldum.

*

Gün önceki parkın genişliğini kalıntıları gezerken anladım. Yüzlerce yıllık dagobalar, manastır kompleksleri, rahip okulları, taş havuzlar (ne güzellik!), belki de en eski Budist tapınağı.. Nilüferlerle kaplı göletler. Buda heykelleri. Doğa ile tarihin aralarında çekiştirip durduğu müthiş yoğun, derin bir örtü.



Akşamüzeri, kimin yönetiminde olduklarına bakıp içtenlikle acıdığım bağırsaklarım yatışır gibi olduğunda şehre yürüdüm. İki yanı ağaçlı çok geniş caddeler göbeklerle dallanarak uzayıp gidiyor. (Meydanlarda hoparlörlerden sürekli bir konuşma duyuluyor. Belediye ilanları filan mı diye sordum. Yok, reklamlarmış. Falanca mağazada filanca mal ucuzlukta gibi şeyler.)

Kaldırım bazen var. Genelde asfalt, kumlu bir şeride bitişik. Bu şeridin kenarından üstü kısmen örtülü kanallarda kirli su akıyor. (Gel de daha bu sabah gördüğün 16 yüzyıllık ikiz taş havuzları ile örneği oldukları sulama dehasını hatırlama ve gelişimin doğrusal olduğuna inanabilirsen inan!)



Birbirine birkaç kilometre uzakta üç göbek geçtim, sola dönüp bir tane daha. İpnotize olmuş gibi yürüyordum. İç içe geçmiş, içi dışa taşmış, insanlara karışan dükkanlar. Yol kenarlarında sonsuz motosiklet, tuktuk kalabalığı, derken Colombo otobüslerinin durağı (oraya varamayacak, en geç şehri çıktıklarında dağılacak bir halleri vardı ama binen bineneydi). Kokularla (egzoz, yemek, yağ) sesler de (bangır bangır müzik, radyo, reklam tellallığı) kendi aralarında birbirini izliyor, üst üste yığılıyordu.

Adını koyamadığım bir şeyin tarikiyle beni ancak okyanusun durduracağı yere kadar yürüyebileceğim hissine kapıldım. Gerisin geri döndüysem iyice alçalan güneş yüzündendi.

Neel, hemen yakındaki pansiyonunda kaldığı arkadaşının akşam bana pilav-köri yapabileceğini söyledi. Ya herrü ya merrü deyip gittim. Balıktan patlıcana, ananastan mercimeğe çeşitli köri ve bir leziz! Adam, inceliği de çok hoşuma gitti. Yeni açtığı pansiyonun (sakin, tertemiz ve zaten bu mutfakla!) kartını aldım. 

(arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder