27 Nisan 2013 Cumartesi

KANDY


Anuradhapura’dan sadece 147 km. Bin bir motifli yeşilin, giderek sıklaşan kasabaların arasından deniz seviyesinden yükselmeye başladık. Çerçevenin üst sınırını ilerideki tepelerin çizdiği, hindistancevizlerinin çeşitlendirdiği vadiler, kareden kareye güzelleşen görüntüler verip durdu.

“Sri Lanka’da çeşit çeşit muz yetişir. Tatlı muz, limon muzu, yemeklik muz, kırmızı muz..”

“Kırmızı mı?!”



Patates, soğan ve.. ananas satan bir seyyar satıcıyı geçip bir muz ve hindistancevizi tezgahı önünde durduk. Kızıl kabuklu muzlar aldım. Dolgun, kokulu, lezzetli, bildiğimiz muz ama alışılmadık bir kılıf içinde oluşuyla insan türkuaz pilav filan yer gibi oluyor.

Kandy’ye 40-50 km kala bir taş mihrap afişi gördüm. Kararmış ak taş! Yoldan 1 km içerideydi. Yukarıdan, koca Bo ağacının dalları, yaprakları arasından öte yakasında kayalık bir tepenin yükseldiği sazlık kıyılı göl görünüyor. Tapınağa uzanan kızıl toprak zemini süpürgesiyle düzleyen bekçi peşime düşüp rehberliğini işaret diliyle sunmaya koyuldu. Dokununca kapanan minyatür mimozalar. Iguana. Taş duvarın kalan rölyeflerinden bir ayrıntı: Kama Sutra sahnesi.. Bahşişini verip gönderdim. Gölün üzerinde pruva gibi uzanan bu köşenin tadına vardım. Uçta, dua bayraklarıyla çevrili Bo ağacı. Arkasında taşları kızıl-kara kubbe biçimli dagoba. Yanında da mabet. Taş geçidinin bitiminde huzuruna (elbette yalınayak) çıkanı loş nişinde olanca görkemiyle karşılayan Buda. Vay!



“Bir yerlerde bir şeyler atıştırsak. Sebzeli börek filan.”

Tamam, tabii deyip bir dizi bakkal görünümlü dükkan önünde duruverdi. Deterjan, süpürge, kova vs arasında ne alacağını merak ederken köşede bir camekana gidip börek söyledi. Şu pane edilmiş “ilkbahar rulolarından,” sıcacık. Parmaklarımla birlikte yedim.

Bundan sonraki yerleşim, tıkanıp kalan trafiğiyle Matale’ydi. Sol tarafta mıncık mıncık tanrılar salatası işli bir Hindu tapınağı. Az ötede, sağda cami. (Bir cami ötekine benzemiyor, göze hoş gelen bir çeşitlilik.) Arasında bolca sarili, baş örtülü (bir de kara çarşaflı gördüm) kadın, takkeli, entarili adam olan bir kalabalık.

“Matale’de hem Hindu, hem Müslüman hem de Katolik vardır.”

Önümüzdeki tuktukun arkasındaki slogan, imla hatasıyla birlikte durumu pek güzel özetliyordu:

“One world one draem.”

Budist yeni yılına iki gün kala ortalık bizdeki bayram arifeleri gibi. Hummalı bir alışveriş. Adım başı havai fişek, çatapat tezgahları. Caddenin iki yanında ön tarafları kesik kesik yapılar. Arka odalarından başlayan evler.

“Yolun genişletilmesi için kestiler.”

Benzersiz bir (yarı) istimlâk örneği olmalı.



Matale’yi sevdim.

Neden sonra trafik açılınca virajlı bir yoldan tırmanmaya başladık. Kandy 7 km levhasını görünce iyi, dedim, yarım saatimiz kaldı.

Gerçekten, yola çıktıktan dört buçuk saat ve son bir trafik tıkanıklığından sonra bir göl ve Sri Lanka’nın en uzun nehri kıyısında alçala yüksele uzanan Kandy’deydik.

Negombo’da kaldığım Villa Araliya’da buradaki Taş Bungalov Serendib’i şiddetle tavsiye ettiler. “Biraz dışarıda, nehir kıyısında ama çok sakin bir yer. Bir tuktukla 350 rupiye merkeze inersiniz.” İçgüdülerim Lonely Planet’ten ve onun önerdiği Sharon’un Yerinden şaşma (“Kentin en bilinen pansiyonu, sahipleri gereksindiğiniz her türlü bilgiyi, yardımı sunmaya hazır”) diye haykırırken belki de ismine tav olup Serendib’te yer ayırtmıştım.

Neel, harika bir yerdir, göreceksin diyerek yol olduğu başından kuşkulu, giderek daha da daralan bir aralıktan sapıp motoru inleterek tırmanmaya koyuldu.

“Sıkışıp kalmayalım da..”

Araba şöyle dursun, tuktuk geçebilir mi buradan diye kaygılanıyor, kendimi bavulumu sürükleyip düşe kalka caddeye dönmeye çabalarken hayal ediyordum ki yol Serendib’in demir kapısıyla sonlandı.

Neel ile helalleştik. Beni kalın gözlüklü genç bir çocukla bırakıp gitti. Hafif peltek dilli oğlan, hindistancevizleriyle çevrili çim bahçe içinde gerçekten hoş, tek katlı, geniş verandalı taş yapıda odama götürdü.


Bir duş yapıp uzandım, kendimden geçmişim.

3’e doğru uyandığımda geleneksel dans gösterisine gitmek için bir tuktuk istedim. Bir de sonrası için araba kiralamak. Onu geldiğinde patronuma sorarsınız dedi gözlüklü çocuk. Etrafta herhangi bir yaşam belirtisi yoktu. Benimle ilgilenmeyi insan sahipler yerine üstlenen iki küçük köpek peşimde, çitsiz bahçede yamaçtan aşağı, ırmak kıyısına indim. Karşı yamaçta tek tük evle güzel bir konum gerçekten ama ne uzak, ıssız duygulu. Benim için bile. Geri çıkıp etrafı dolaştım. İçeriyi. Çarşaf ütüleyen pembe sarili bir kadın dışında boştu. “Otel California’ya gelmiş olmayasın. Serendib’miş. Ah Seda! Seninle yaşamak bazen ne zor” diye sızlandı içimdeki, böyle zamanlarda dili bir karış uzayan aklıselim temsilcisi.

Plan B’ler tasarlamak üzere verandaya çöktüğümde pembe sarili kadın gelip bütün içiyle gülümsedi.

“Patron yok mu?”

Tek kelime İngilizce bilmediğini gördüm. Birkaç dakika sonra da gelen tuktuka bindi, gitti zaten.

“Sizin tuktuk da birazdan gelir” dedi işletmenin geri kalan tek personeli olduğu anlaşılan gözlüklü.

(“Otel California! demiştim değil mi?!”
“Neyse ne, sus sen!”)

“Benden başka kimse kalmıyor mu?”

“Hayır. Bugün sadece siz varsınız.”

Bir de sen. Ah ne hoş!

Tuktuk göründü. Uzun bir yol gidip nehir kıyısında, dans gösterisinin olduğu bakımsız salona geldik. Şoför asık suratlı biriydi. Çok da para istedi. Kırıp asıl fiyatı ödedim. Çıkışta bekler, sizi geri götürürüm, dedi.

İçeri girdim. Yarım saat önce gelmişim ama iyi, önde oturdum. Salon yavaş yavaş doldu. Sevimsiz bir Alman kafilesi, İngilizler, başka yabancılarla çevrelendim. İyiydi.

Gösteri başladı. Sadece perküsyon eşliğinde (harika bir senkop tutturan davullar) geleneksel danslardan örnekler. Zarif, gizemli, sembolik, yer yer akrobatik. Kostümler, masklarla daha da renklenmiş.

Beğeniyle izledim.



Sonra milli marşları (hepimizi ayağa kaldırdılar). Ardından iki siyah (yani iyice siyah) erkeğin ateş gösterisi. Seyyar bir sunakta ateş tanrısının (o hangisiyse) kutsamasını niyaz ritüeli ve ellerinde birer meşale, ateşe meydan okuma ile onunla sevişme arası hareketlerle kollarını, gövdelerini alazlama, meşaleyi dillerinde gezdirme. Son olarak akkorlar üzerinde yürüyüş.

Çıktığımızda saat altı buçuktu. Kalabalıktan cesaret alarak asık suratlı tuktukçuyu boş verip efendi bir memur görünümlü, orta yaşlının aracına binmeye karar verdim.

Serendib mi, biliyordu, evet. Yalnız önce bir şeyler yemek istiyorum dedim. Dağ başında bir de aç kalmayayım. Yolda turlar, taksiler önerdi. Fırın-pastane karışımı bir yerde durduğumuzda önerdikleri için çok pahalı deyip indim. Parasını istedi. Verdim. Çekip gitti. Fırının ışıkları bir yana kapkaranlıkta kala kaldın mı!

Bir iki şey alıp bir tuktuk durdurdum. Serendib? Bilmiyordu. Arkasında kroki olan kartı uzattım. Evirdi çevirdi, uzun uzun inceledi. Karttaki numarayı çaldırdı çaldırdı. Belki artık gözlüklü de yoktu, açılmadı. Bulamam burayı diye giderken başka bir tuktuk yanaştı. Kalan dişleri bozuk, tuhaf sırıtışlı, sıska, yaşını kestiremediğim biri. Kartı ona gösterdim. Anladım! dedi. Delik deşik arka koltuğa geçtim. Trafikli ama karanlık yollardan tırmanmaya başladık. Bir yandan tur önerilerini o da sıralıyordu. “Şehir dışına da götürürüm. Çok güzel! Ee, ne diyorsun? Senin için 4bine olur.”

“Bir düşüneyim, ararım.”

Benzinciye saptı.

Yarı arkaya dönüp sırıtarak kıt ve çok az anlayabildiğim ama birden netleşen İngilizcesiyle “Düşünme” dedi, “I’m a pure man.” Vurgu, korkusuna nihayet izin verdiğim zihnimde geldi, saf’ta değil, erkek’te durdu!

Pompacıyla sonu gelmez hararetli bir konuşma. Gelip geçenin eğilip araçta kim olduğuna bakması. Nihayet alınan yakıt ve yeniden yola koyulduk.

Gelirken buralardan geçmiş miydim ben? Çok gittik sanki. Kim bilir nereye gidiyoruz.

Tam, “Galiba geçtik” diyecekken camekanlı koca Buda mihrabı yanımızda belirdi. Bunu hatırladım. Demek hâlâ doğru yoldaydık.

“Çalışıyor mu sen?”

Evet, dedim hevesle, tabii. Kocamla birlikte!

“Koca ha” dedi hadi ordan der gibi.

“Ticaretle uğraşıyoruz.”

“Tabii!”

Neel hangi çatlaktan girmişti?!

Trafik ağır ilerliyordu. Polislerin yanından geçtik.

Burada atlasam? Polise sığınsam. Ama ortada cürüm yokken polis ne yapabilir? Serendib’in bilinen bir yer olmadığı anlaşılıyor. Sonraki tuktukla çok mu farklı olacak!

“Şehir dışına da götürür, akşam 10’da geri getiririm seni. Sabah kaçta geleyim?”

“Numaranı ver, tur istersem seni ararım.”

Birden sola çekti. Kartı çıkarıp cep telefonunun ışığında uzun uzadıya inceledi. İnip soracak birilerini arandı. (İyiye işaret. 4bin rupi kazanma ihtimaliyle bana kötülük yapmayı yan yana koymuşsa kazanan hâlâ ilki demek.) Bir çifti durdurdu. Konu muhtemel petrol yataklarıymış gibi uzun, dramatik bir teatiye giriştiler. Adresten haberleri olmadığı belliydi, ne demeye oyalanıyorlardı ki?

Anladım! diye geri döndü. Gittik gittik. Duraksadığı yerde atlayıp dükkanlarını kapamaya hazırlanan iki kadın, bir erkeğin yanına koştum. Serendib? İngilizce bilmiyorlardı ama herhalde orasıdır dercesine bir sonraki dönemeci işaret ettiler.

Saptık. Karanlığa daldık.

“Yarın kaçta geleyim?”

Yolun yetmezmiş gibi bir de çatallandığı yerde karşıdan gelen genç bir adama hamle ettim.

Biliyordu! İngilizce de!

“Sapağı kaçırmışınız. Bir öncekinden dönecektiniz.”

Israrlı şoför bir kez daha anladım! dedi. Dönüp asıl karanlığa saptık.

Açık kapıdan girdiğimizde derin bir nefes alıp (şimdilik), aferin, dedim. Kaç para? Pişmiş kelle gibi sırıtarak 600 dedi.

Tehlike ortadan kalktığına göre aptal yerine konmama gerek yoktu.

“Yolun yarısından bindim. Aslında 150 eder ama hadi, 300 olsun.”

“Peki. Yarın kaçta geleyim?”

“Numaranı kartın arkasına yaz, ver, ben seni ararım.”

Kartı alıkoyup bir kağıda yazdığı numarasını verdi. Kaş göz ettiği gözlüklüyle beni baş başa bırakıp gitti.

Karşıdan, zifiri karanlıktan bakacak birine verandayı tabak içinde sunan aydınlatmanın altına oturdum. Gözlüklüden bir kahve isteyip aldığım yiyecekleri çıkardım. Cırcırböceklerine karışan havai fişek ve karşı yamaçtan gelen havlamalara kulak vererek çöreklerden ilkini dişlerken tedbir ve çılgınlığa varan yokluğunun ne garip bir karışımı olduğumu düşündüm biraz.
Ve yazmaya başladım.

*

Sabah yazdıklarımı okurken “Ee, ne varmış ki bunda?!” dedim. İnsan olanlara değil, arkalarındaki duvara düşürdükleri gölgelere bakmaya, takılmaya, karşılığını da bunlara vermeye ne kadar teşne!

Böyle iddialı bir yeri tamam iyi, nazik ama yetkisiz, bilgisiz tek bir personele nasıl bırakır, dediğim sahip, “Buranın ana fikri bu: Eğlenme, bilgi alma derdi olmayan, inzivada kendini bulan has gezginlere göre!” diye karşılık verebilir.

Israrlı tuktuk sürücüsü, muhtemelen hepsi hepsi “Yaşasın! Yolunacak kaz çıktı!” diye sevinmiştir.

İçe dönük, ortalarda görünmeyen gözlüklü çocuk, yerin konseptine göre işe alınmış ve gürültü çıkarmayan bu misafirden memnundur.

Lonely Planet ise dese dese “Ben söyleyeceğimi söyledim” derdi.

Olan neydi? Hava karardıktan sonra bindiğim tuktukun şoförünün yolu çok zor bulması.

Ya bunun, saracak şey arayan zihnin, arka duvarına yansıtırken karartıp dehşetdengiz olasılıklar haline getirdiği gölgeleri?

Yine de, deliksiz bir uykudan erkenden uyanıp kahvaltımı ettikten sonra Sharon’un Yerini aradım. Uykulu bir ses odaları olduğunu söyledi.

Geliyorum, dedim.


(arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder