28 Nisan 2013 Pazar

ENGİN BİR GÜN


Bir çeyrek saatlik tuktuk yolculuğundan sonra göl kıyısına indik, dik bir yokuşun başındaki Sharon’un Yerine geldik. Ufak bir bahçe içinde iki katlı, eski, hantal bir yer. Serendib’in havalı yalın şıklığı başka bir dünyada kalmış, içim başka türlü ısınıverdi. Sharon’un kocası olduğu anlaşılan 60’larında duran sahib geldi. Beni masada karşısına oturtup önüne çektiği rezervasyon defterinin sayfalarını ıslattığı parmağıyla ağır ağır bir ileri bir geri çevirdi. Kadının hükmünü bekleyen davacı gibi boynum bükük bekledim. Sonunda, birkaç saate kadar boşalacak bir oda olduğunu söyledi.

Şehri dolaştıracak bir de tuktuk ayarladı.




Şen şakrak Weerakoon zaten kapıdaydı, attı beni tuktukunun terkisine, yollara koyulduk.

Kandy bayağı geniş bir tepelik alandan göl ve ırmak kıyısına uzanarak yayılan adamakıllı güzel bir şehirmiş. Yamaçlarda fışkırmış yeşilin rahatça sindirip çeşniden ibaret gösterdiği yapılar. Müthiş hareketli, ahenkli bir görünüm.




Arkama yaslandım. İçinden ciğer sökücü sarsıntıyla geçtiğim ne varsa seyrine, tadına kendimi saldım.

Plantasyonlar arasından çay müzesine tırmandık. Kapalıydı. Tabii ya, yeni yıl, dedi Weerakoon. Fişekler sabah sabah patlayıp duruyordu. Kandy’de kalışımı yarın gece asıl kutlamalarda ahaliye karışmak için bir gün daha uzatmaya karar vermiştim ama pansiyonun sahibi Bay Faiesz, öyle halk kutlaması diye bir şey olmadığını, millet evlerine çekilirken kutlamayı rahiplerin tapınaklarda kafa çekerek yaptığını söyledi. Kendisi Müslüman. Oturma odasının bir köşesine sıkışmış rahle ile üzerinde kapalı duran İngilizce bir Kuran var. Babayani tavrına bakarsam dinle ilişkisini bu iyi temsil ediyor.

Olsun varsın, Kandy bir gün daha kalmaya değer.

Fokur fokur kaynayan bir egzoz kazanı olan çarşılardan birine indik. Bu tuktuklar düz yolda giderken bile insanı silkelenen çamaşır gibi sarsıyor. Yokuş inip çıkar, ara yollarda bol olan çukurlardan, engebelerden kaçınırkense sallantı 365 dereceye saçılan kaotik bir hal alıyor. Sürekli soludukları zehirli hava vücutlarından moleküler düzeye kadar bu şiddetle silkelenmeleri sayesinde atılıyordur belki de diye düşünüp güldüm.




Sonra üç tapınaklara vurduk. Şehrin dış semtlerinde birbirine yakınca diyeceğim ama duruyor, bu diyarda mesafelerin uzunluk değil, zamanla ölçüldüğünü düşünüyorum. Sanki adalarının yüzölçümünü yolları bu kadar ağır kat ederek genişletiyorlar. Yavaş yaşamak engin yaşamaksa aynı şey ömürleri için de geçerlidir belki, kim bilir.

Budist tapınağı olarak yola çıkıp yön değiştirerek Hindu savaş tanrıçasına adanmış ilk mabette sütunların dinsel temalı oymalarına dalmışken bir puja ‘ya denk geldim. El ve tokmakla çalınan iki davul, bir zurna ile geçişleri belirleyen deniz kabuğu borusu çalınmaya başladı. İçerde de rahiplerin melodik kutsal metin okuması sürüyordu.

Tapınaklara (aslında yaşantıya) kendimi bütünüyle verdiğim bir gün oldu. Zaman sıkıştırmasını hiç hissetmemek. Bir Bo ağacının yaprağına, freske, meditasyon çanına, bahçe duvarının ötesindeki yamaçlara, kala kala, öncesiz sonrasız bakmak. Kıpır kıpırlığın olmayışıyla gelen müthiş genişleme.




Sandaletlerimi de daha onlar söylemeden çok önceden çıkarıp sıcak taşlara, kayalara, iri taneli kumlara hayal edemeyeceğim bir rahatlıkla basıp yürüdüm. Zaten rahat mıydım yoksa yalınayak yürümek mi rahatlatıcı, söyleyemem. İyiydi işte.

Üç tapınakların sonuncusunda giriş biletini kesen adam, dagobanın mimari bir özelliğine dikkatimi çekti. Farklı biriydi. Nur yüzlü, incelmiş. Beni odalardan birine alıp 700 yıllık freskleri açıklamaya koyuldu. Papağan gibi değil, bilerek anlatıyordu.

“Burası gerçekten çok özel. Buda, Hindu tanrılarıyla birleştirilmiş. Budist kralın Hindu prensesi eşini de düşünerek öyle yaptırdığı düşünülüyor.”

“Bu biraz.. aşırı değil mi? Yani Budizm ile Hinduizmin bir araya gelmesi.”




“Öyle ama araya bu tür bir aşk girince..”

Sonra fresklere döndü. Restorasyonunda çalışan bir ressammış.

“Eski tekniklerde ustalaşmak yıllar alır. Ama benim sevdiğim iş bu.”

Saatlerce karıştırdığı boyalar. (“Bu başlı başına bir meditasyon olmalı.”) Ve özel merakı: Başka, uzak yerlerde gördüğü freskleri fotograf çekmeden çizim defteri ve hafızasına kaydetmek, sonra da gelip röprodüksiyonlarını yapmak.

Aydınlanmış bir gey! Epey konuştuk.




Uygulaması çoktandır kağıt üzerinde kalmakla birlikte eşcinselliğin hapisle cezalandırıldığı bir ülkede, gönül verdiği Budizm ile sanat bu adamı su üstünde tutmakla kalmamış, hayatına yön ve derinlik vermiş görünüyordu.

Sonra manastırın bitişiğindeki odası, aynı zamanda atölyesine gittim. Kendi resimlerinde akrilik boya kullanıyor, tamamlaması 3-4 gün sürüyormuş. Filin içine yerleştirilmiş dokuz kadın freski ta o zamandan modernliğiyle şaşırtıcıydı. Röprodüksiyonunu satın aldım.

Bıraktım Weerakoon beni komisyon almayı umduğu yerlere de götürsün.

Çay imalathanesinde milli kıyafetleri içinde bir genç kız, iki Çinli gençle bana Seylan çayı üretiminin inceliklerini anlattı. Ardından çıktığımız tadım salonunda çaylarımız geldi.

Değerli taş atölyesinde taş kesimini seyrettim. Sri Lanka bir (yarı) değerli taş cennetiymiş. (Arapça adı Serendib de bu anlama gelirmiş: “Mücevherler adası.” Serendib dönmüş dolaşmış, İngilizce’deki serendipity’ye dönüşmüş -aramadan bulunan iyi şeyler.)

Oyma atölyesinde çalışan yoktu –sonu gelmez Yeni Yıl tatili. Dükkanlarını dolandım.

Turist gibi gezdirilmek ne hoşmuş.

Oradan, şehre tepelerden bakan dev Buda heykeline gittik. Sunu tezgahından tütsü aldım. Yakıp önce yakınlarıma, sevdiklerime, sonra cümle aleme iyilikler diledim. Gönüllerin hoş olmasını. Başka da neyin önemi var ki?




Buda’nın arkası beş kat merdiven. Çıktıkça şehre bakış genişledi. Dev heykelin içi de kat kat tapınak odası, dükkan (meditasyon kitapları vs ilgili şeylerin ama).

Günün görülecek son yeri Kutsal Diş Tapınağıydı. Gölün karşı kıyısında, en önemli tapınaklardan biri. Buda’nın olduğuna inanılan (muhafazası içinde kapalı olduğundan aslında kimsenin görmediği) diş dolayısıyla. Bu muhafazayı ele geçiren, geçmişte iktidarı da eline geçirdiğinden dinsel olduğu kadar politik de bir diş.

Tapınak, oturaklı bir kolonyal yapı olan beyaz Queen’s otelinin karşısında, geniş bir park içinde. Aslı kral sarayı olduğundan mimarisi alışılmamış; insanlar da ibadetlerini böylece içeride yapabiliyor. 

Altı buçuk saattir dolanıyordum, daha da dolanırdım ama bu son fasılda bana bir saat verip giden Weerakoon ile buluşup dönme vaktim gelmişti.




Tuktuka bindiğim an yağmur başladı. Zamanlaması, hayatla aramın bu kadar iyi olduğu upuzun bir günün tatlı ödülü gibi. Adanın içlerinde, yaklaşık 600 m irtifada olan Kandy’nin çok daha dayanılır sıcaklığını iyice düşürerek saatlerdir de yıldırım, kıyamet devam ediyor.

Sharon’un büfesi ünlüymüş. Yemek salonunda o bayıldığım dört bir yandan turist buluşması vardı. Avustralyalı ve Fransız iki çiftle oturduk. Bol gülerek izlenimlerimizi ve tüyolar paylaştık.


(arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder