24 Nisan 2013 Çarşamba

SRI LANKA


Babama Sri Lanka’ya gideceğimi söylediğimde güldü. Çehov’un bir öyküsünde her yeri gezdiğini söyleyen birine kahramanın “Sen hiç Seylan’a gittin mi, orada Adem Tepesine çıktın mı? Yoksa dünyayı görmüş sayılmazsın” dediğini anlattı.

“Hadi bakalım.”


VİTESİ ÖTEKİ HALE TAKMAK

Gitmeninkine. Yolda olmanınkine.

Gece yarısı uçuşu için havaalanından içeri girmemle geçiş başladı. Uçaktan evvel içim havalanmaya.

Durup yokluyorum da, kendimi gecenin o vakti bu dört bir yandan insan kalabalığı kadar ait hissettiğim kalabalık yok galiba pek.

Uyruğum gidenlerinki, hep gidenlerinkiymiş gibi.

Bir buçuk saatlik gecikmeyi okuduğumda omuz silktim. Zaman, ipi salınan kırmızı balon artık. Uzar, kısalır, kurşun gibi ağır, tüy gibi hafif olur, asılır kalır, su gibi akar.. Neyse o.

Bal kıvamlı bir içle geçitlerde yürüdüm. Yüzlere, bedenlere baktım. Yorgun, bitkin, canlı, keyifli, perişan. Çuval gibi yığılmış, alışık, sakin, gelemeyen-gidemeyen uçakların bekleme salonlarının metal koltuklarına, duvar diplerine serilmiş.

Gecikmenin beş buçuk saati bulacağını öğrendiğimde usulen bir “hadi ya!” der gibi olduysam da dipten gelen kabul halinde fazla bir şey değişmedi.

Sakin bir zihin, iç huzuru mu istiyorsun? Sadece değiştirmek için kolları sıvayacağın şeylere karşı çık. Yoksa vırvır etme, yeryüzünde cennet de senin olsun!

Böylece hemşerim diğer havaalanlılar gibi kah yürüdüm kah koltuklara uzandım. Biraz müzik, çokça bin bir dil dinledim.

Sonunda havalandık.

Uyandığımda Maldivler üzerinde inişe geçmiştik. Burnumu cama yapıştırdım. Mavi gökte beyaz parçalı bulutlar arasında iyice koyu lacivertte limon küfü, türkuaz, kahverengi, avokado içi, fildişi, olmadık renk ve biçimde serpiştirilmiş hareler.. Kalıcılık fikrine dil çıkaran bu bir var bir yok oluşumları böylece bir bakışta görmek, üzerlerinde olmaktan ne kadar başkadır? Havaalanına uğradığımız Malé, birbirine soluk aldırmıyor görünen binalarıyla müşterisi bol bir terzinin iğnedenliğini andırıyor.

Ve nihayet Sri Lanka!


HOŞ GELDİN

Adımımı uçaktan körüğe attığım an, havanın 30 derece olduğu söylenen sıcaklığından an farkıyla önde rutubet karşılayıp içine aldı. Hissi yüzde üç sıfırlı bir sayıya denk düşecek muazzam bir nem. Eh, 6 derece güneyimiz Ekvator, değil mi?

Ertesi sabah yürüyüşe çıktığımda saat 7’ydi. Bir iki kilometre, neyin ne olduğunu anlamama yetti. Erimek diyemem, bunun için eriyecek bir madde gerekir. Bedenim suya karışan suydu! O kadar dirençsizce ki nahoş bile değil. Halin mutlaklığı hoş bile sayılır diye içimden geçti.

Ve ışık! Gür, parlak, renkleri kudurtan bir ışık.

Birer küçük fincan tuzlu suya dönüşen gözlerimi yanılıp daha da tuzlu parmaklarımla ovunca iki gözüm iki muson halinde akmaya başladı.

Körleşmiş, kendimi bir kahveye attım. Büyük bir bardak papaya, ananas suyu söyledim. Bunca nem içinde ne kadar terlerse terlesin, insan yine de su kaybediyor sayılabilir mi acaba?

Neden sonra gördüğünü yeniden anlamaya başlayan gözlerle gelip geçene, çalışan, yol kenarında öyle dikilmiş, tuktuklarına müşteri bekleyen yerlilere baktım. Aynı ortamda değil gibiydik. Havanın gereğini yerine getiren bendim de (elbette!), sanki onlar resme bambaşka bir yerden getirilip konmuşlardı. Öylesine rahat. Ve kuru.

(arkası yarın)

1 yorum:

  1. Seda'nın yine düz bir yazı okuyacağımı zannederken bir şiirin masalsılığı içinde kaybolduğumu hissettiren sözcükleri...yine...bu sefer Sri Lanka'dan....

    YanıtlaSil