16 Mayıs 2021 Pazar

DUYGULAR NASIL OLUŞUR

Kimsenin olmadığı bir ormanda devrilen ağacın sesi var mıdır?

Çömezlere yüzlerce yıl sorulmuş bir Zen sorusu.

Zen yolunda değilseniz ya da sorudan kuşkulanmıyorsanız (var mıdır diye sorulduğuna göre olmaması olası mı acaba?) sorgulanmamış kanınızdan, gündelik deneyiminizden hareketle elbette vardır cevabını yapıştıracağınız, çok çok derinlere giden bir soru.

*

Birçok açıdan ilginç bir kitap okudum: How Emotions Are Made (Duygular Nasıl Oluşur), Lisa Feldman Barrett.

Dünyayı algılama biçimimize objektif bir gerçeklik olarak iman etmeyi ağır bir tiyatro perdesi olarak yana çekip “sihirbazın,” beynimizin uyandırdığı bu yanılsamadan vuruyor ve nerelerden çıkıyor.

Oldukça serbest bir biçimde özetleyip notlar düşerek bana en çarpıcı gelen noktaları sunmak istedim.

*

Baştaki sorunun cevabı hayır!

Devrilen ağacın bir etkisi olsa da bu sarsıntı, titreşim biçiminde olur. Bunu “ses” olarak duymak için ise bir beyine bağlı iki kulak gerekir, diyor.

Yani algılayandan bağımsız bir ses, görüntü, koku vd yoktur.

Kapalı bir kutu içinde, dış dünya ile bağlantısı duyu organlarıyla şekillenen ve onlarla sınırlı beynimiz, biz olmasak da aynı şekilde var olacak bir dış dünyayı fotoğraf ya da video kamerası gibi çalışarak kaydetmiyor, ona karşılık/tepki verecek şekilde işlemiyor. Bu muazzam bir veri işlem kapasitesi gerektirmekle kalmaz, hayatta kalmamızı imkansız kılacak bir hantallığa da mal olurmuş.

Geçmiş deneyimleri, ihtiyaçları ve içinde bulunduğu ortam (çevre, kültür) temelinde yaptığı öngörülerle çalışıyor.

Yani reaktif/var olana cevap veren değil, olabilecekleri öngören bir beynimiz var.

Dolayısıyla bizden (algılayandan) bağımsız bir dünya da yok. Öngörülerimizle biçimlendirdiğimiz bir dünya var. Bunun içinde atom altı parçacıklar gibi biz olmasak da olacak unsurlar olsa da çok büyük ölçüde sübjektif bir dünya bizimki. (Sıfatları düşünün; sert, katı, sıcak, sıvı, isimleri; bitki, hayvan, insan…. Bunlar bireysel ve kolektif algılarla oluşturulmuş kategoriler ve doğada ancak, sömürgecilerin cetvelle çizdiği ülke sınırları kadar karşılıkları olabilir. Hücre, atom ve altı düzlemde kartların toplanıp yeni ellerin dağıtılması gerekirdi.)

Gündelik gerçekliğimizde ise bize hiç de böyle gelmiyor. Neden?

Beynin en önemli görevi bedeni ayakta tutmak. Bunun için de “beden bütçesini” denkleştirmek. Solunum, kan basıncı, kalp atışı, metabolizma, bağışıklık ve sayısız diğer işlevi yerine getirebilmek için bedenin işleyişiyle kesintisiz bir ilişki içinde. Beden ile arasında sürekli bir veri alışverişi var. Bir aksilik olmadıkça orkestranın neyi nasıl çaldığı farkındalık alanımız dışında. Fakat bu durumda bile bedende olup bitenler algımıza şu ya da bu belirginlikte bir fon oluşturuyor. Buna afekt (duygulanım) adı veriliyor. Afekt, beden bütçesinin denklik durumuna göre gün boyu kendimizi genelde nasıl hissettiğimiz. Sakin, ilgili, enerjik, sıkkın, yorgun, huysuz. Duygu (emosyon) değil, ondan çok daha doğrudan bir his ve iki özelliği var. İlki ne kadar hoş ya da nahoş hissettiğimiz, ikincisi, ne kadar sakin ya da ajite olduğumuz.

Bizi ucunda oynatan ipler bu afektler.

Dünyamıza rengini, duygu ve düşüncelerimize kıvamını bunlar veriyor.

Ortaya çıkanları da tıpkı çiçek-ot ayrımı gibi farklı kategoriler olarak biliyoruz.

Sevgi, nefret, yakınlık, saldırganlık, pişmanlık, mesafe, korku, aşk, heyecan.

*

Kitap, bütün bu duygusal-davranışsal kategorilerin de devrilen ağacın sesi gibi olduğunu; algılayandan bağımsız olamayacağını (çok ilginç deney ve araştırma sonuçlarıyla) ortaya koyuyor.

Her bir duygunun belirgin “parmak izleri,” onu o yapan karakteristik özellikleri, beyinde sabit yeri ve işleyişleriyle, fiziksel karşılıkları (başlı başına bir “öz”ü) olduğunu söyleyen klasik görüşün yerini alan yeni (aslında pek o kadar da yeni olmayan) yaklaşım (“konstruktif beyin”) anlatılıyor.

Değişmez, objektif öz’ler yerine diyelim nöronların hareketinin, tek bir yerde değil, beynin bütününde oluşturdukları değişken ağların duruma göre çok çeşitli sonuçlara yol açtığı (daha doğrusu beyin tarafından öyle yorumlanan) son derece devingen bir arazide oturuyoruz.

Sözgelimi kan şekerimiz düştüğünde yaşadığımız hale duruma göre sinir, panik ya da korku, güvensizlik ya da saldırganlık, yorgunluk diyoruz. Dünyayı onun ardından görüyoruz. Ve beyin bu öngörüsüne göre birinci vazifesi olan beden bütçesini ayarlayarak atacağı adımı belirliyor. Saldırganlaşacak mıyız, yatışacak mıyız, geri çekilip dinlenecek miyiz; gereken hormonal dengelemelerle aynı afekte birbirinden çok farklı ayarlamalarla karşılık verebiliyor.

Öte yandan sihirbazın eli aklın alamayacağı kadar hızlı; bizi örneğin kesintisiz ve panoramik bir görüşe sahip olduğumuza (gerçekte kör noktalı, yamalı bir tarama söz konusu) inandırdığı gibi afektlerin de objektif tepkiler olduğuna inandırıveriyor. Dopaminim yerlerde sürünürken sizi dayanılmaz ölçüde can sıkıcı buluyorsam bunu elbette sizden biliyorum! Bu yanılsamaya (bedensel halimi objektif gerçek sanmaya) afektif gerçeklik adı veriliyor. Amerika’da yargıçların öğle molasından hemen önce ve hemen sonra verdiği kararlar incelenmiş. Moladan önce -açlık, kan şekeri- varılan hükümlerin bariz bir biçimde sanık aleyhine olduğu bulunmuş. Jüri üyelerinin sanıklara bakışında da kültürel önyargıların yanı sıra bu afektif gerçekliğin nasıl at oynattığının ilginç örnekleri kitapta bolca mevcut.

*

Beynin sınıflandırma, kategoriler oluşturma özelliği bize tepki hızı ve anlaşma kolaylığı sağlıyor.

Kategorileri genelleme yapmayı öğrenerek oluşturuyoruz.

Ve işte duygular da başlı başına birer olgu değil, çeşitli kategorilere girip çıkan afektler.

Örneğin öfke bir kategori. Ve bireysel ayrımları gözetmeyen hayli kaba bir genelleme.

Öfke dediğimde ne kast ettiğimi anlıyorsunuz. En azından bir ortalama olarak. Kafalarımızda “tipik” bir öfke hali canlanıyor. Bunu genelleme, sınıflandırma yetimizle kendiliğinden yapıyoruz. O kadar doğal ve kolayca ki yaptığımız bize dışımızda, objektif bir gerçeklik hissi veriyor. (Bedeli de bir kez daha sübjektif gerçekliği objektif gerçeklikle karıştırmak. Sonra da gelsin yanlış anlamalar, kavga gürültü, savaşlar, onca ıstırap.)

Oysa diyor kitap, öfke diye başlı başına bir şey yok. Meali: Ne beyinde buna ilişkin bir “merkez” var ne de öfke anında tipik bir şekilde ortaya çıkan nörolojik, fizyolojik değişimler ve kas hareketleri. Öfke kategorisi istatistiksel bir gruplandırmadan ibaret. Amerikalı sıfatı gibi. Amerikalı dendiğinde kast edileni anlasak da tipik bir Amerikalı bulamayız çünkü yoktur. (İnsanın Amerikan kültüründen etkilenmiş hali vardır desek?) Öfkenin ifade biçimi kültürden (cinsel kimlik rolleri, etnisite vd) kültüre olduğu kadar kişiden kişiye, dahası aynı kişide durumdan duruma değişiklik gösteriyor. Sizin çeneniz kasılırken benim yumruklarım sıkılıyor, bir durumda kan basıncı fırlarken diğerinde değişmiyor, anlık patlamalardan intikam planlarına kadar farklı davranış biçimlerine evriliyor.

Dahası, bir durumda bana öfke gibi gelen hareketlenme başka bir durumda korku olarak görünebilir veya panik hissi verebilir. Bağlam her şey.

(Bütün o mimik, beden dili okuma varsayımları, yalan makineleri vb de bu arada suya düşüyor. Kitapta Serena Williams’ın bir fotoğrafı var. Karede sadece yüzü yer alıyor. Kasları gerilmiş, dişleri görünüyor. “Tipik” bir öfke fotoğrafı. Mı? diyor yazar ve bizi kırpılmadan önceki kareye gönderiyor: Final maçını almış Williams kupayı kaldırırken, zafer sarhoşluğu içinde. Buyurun, buradan yakın! Durmadan öngörür/varsayar/varsaydığımızı hakikatin ta kendisi gibi hissederken -en beteri, ruhumuz bile duymadan!- ne çeviri yanlışları yapıyoruz.)

(bitmedi)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder