14 Şubat 2018 Çarşamba

TÜRK MODERNLEŞMESİ


Bu ülkeyle nasıl ilişkileneceğimi bilemiyorum. Nice zamandır kulpsuz, kaldıraçsız bir müşkül. Bir yüzü sivri, pürüzlü, bir başkası vıcık vıcık kaygan. Kendime bir ruhsal hayatta kalma nişi yaratmak, uzaklaşmak ile yıpratıcı etkisinin derinliklerine yuvarlanmak arasında gidip geliyorum. Ne resmi anlatılarda, kitle heyecanlarında ne de bunlara tepkilerde bir yankı buluyorum ama yabancılığım da beni ağır duygu tonuna bağışık kılmıyor.

Soruyorum, sorguluyorum. Aidiyetin oluşumunu, temelinde yatan varsayımları, bu dansın neresinde olduğumu. Ama kurgulara inançtan yoksunsan aidiyetin ilk ayağını kaçırmışsın demek.

Başka bir yoldan, ayrılıkları bir kalemde geçen gönül bağından vuruyorum. Galiba en çok da o zaman yol alıyorum. Ta ki derin koşullanmalar bir kez daha yüzeye çıkıp beni yeniden yabancılığın uzak bir köşesine atana dek. O köşede bazen doyumluyum (evet, insan mutlu olmadan da tatmin duyabiliyormuş) bazen ezik büzük.

Şerif Mardin’in makalelerinden derlenen Türk Modernleşmesini bitirdim. Psikolojik olarak oturtamadığım çerçeveye sosyolojik bir perspektif getirme arayışı.

50’lerden 80’lere yayılan bir dilimde yazılmış bu makalelerde rastladığım en çarpıcı saptama şu oldu:

"Türkiye, kelimenin mutad anlamıyla gelişmekte olan bir ülke değildir; o, birkaç asırdır bünyesinin özelliklerini sürdüren bir devlettir. Sonuç olarak, siyasi kültürü tarih içinde oldukça gerilere giden ögeleri şekillendirmiştir." (1966 tarihli Türkiye'de Muhalefet ve Kontrol’den)

Yok hayır, “yani eski hamam eski tas mı?” biçiminde bayağılaştırılacak şey değil bu. Bundan ne kadar söz edebilirsek, “yapısal” bir ayrıma işaret ediyor. Başka bir deyişle belki de şu ya da bu bıyığı takmaya çabaladıkça hüsranın, iktidarsız öfkelerin gazabına uğradığımız hala’ya.

Ne yani, vaz mı geçelim sorusuna bir cevabım yok. Bireyin, kitlelerin, öngörülebilirliği çok kısıtlı toplumsal değişimlerdeki rolünün ona atfedilen/vehmedilen olmadığı, sanılandan büyük ya da küçük olabilse de asıl dolaylı olduğu izlenimim sürüyor.

Düşüncemin kefeleri eylem ile eylemsizlik, benimsemek ile uzaklaşmak arasında salına dursun, ilişkilenme meselemin bireysel bir iş olmadığı, ilişkilenebileceğim bir ilişkiler ağının, toplumsal dokunun nasıl kırpılıp törpülendiği makaleleri okurken biraz daha açıklık kazandı.

Birkaç alıntı:

İstikbalimizdeki Kütle Problemleri Hakkında, 1957: “..şu gelişmeler de akla gelmektedir: Fertlerin, ‘büyük sayıların’ davranışının esirleri haline gelmeleri dolayısıyla ferdiyetlerini kaybetmeleri, şahısları zaten ‘konformizme’ sürükleyen cemiyetimizde orijinal düşünce ve hareket tarzının daha da nadir bulunan bir matah haline gelmesi. Memleketimizde yeni yeni yerleşmeye başlayan nisbî siyasî mes’uliyet duygusunun yerine eskisinden daha da tehlikeli bir ‘neme lazımcılığın’ yerleşmesi, kütle sloganlarının her sahada salim düşüncenin yerini alması.”

*
Politikanın İnanç Muhtevası, 1954: “Bize has olan unsur şudur ki, bütün bu tezahürlere rağmen hükümetin ‘istibdat’ politikasını tenkit eden diğer partilerin iktidara geçtikleri anda ayni hareketlerde bulunmayacakları hiçbir surette temin edilemez.”

“İnsan haklarının daha incelmiş ve tekamül etmiş bir şekli olan siyasî ve sosyal nezaketin mevcut olmadığı bir cemiyette ne gibi ihtilafların zuhur ettiğini tekrar etmeye ihtiyaç yoktur. Bunun bariz misallerini her gün görmekteyiz.”

“Anayasa mahkemesi ancak ciddiye alınan bir anayasa ile kabili teliftir, anayasanın ciddiye alınması ise bu vesikanın bazı ezelî hakikatlara dayandığı inancından doğar. (…) Türkiye’de aynı esaslar (Amerikan) içinde bir anayasa mahkemesi tasavvur edemeyiz, zira anayasanın tefsirini yapacak olan hâkimler insanın insan olarak kudsiyetine inanmak ve bu inançlarında tamamiyle değişik gelenekler içinde yetişmiş bir Millet Meclisi ile çarpışmak mecburiyetinde kalacaklardır. Dikkat edilirse burada mevzubahis olan şu veya bu parti değil, hangi parti iktidarda olursa olsun Millet Meclisi’nin kendisidir. Bu bakımdan bugün Türkiye’de bir anayasa mahkemesinden bahsetmek mevcut ihtilafları artırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Umumiyetle insan hakları fikri memleketimizde cemiyetin kök salmış bir itikadı olarak yerleşmedikçe teşriî mekanizmadan çok daha iyi bir şekilde çalışmasını istemek hayalperestliktir. Klan ve devlet fikrinin bu kadar uzun bir süre boyunca hakim olduğu bir cemiyette elbette ki bu, kolay bir iş olmayacaktır. Derin bir inanç temelinden hareket etmediğimiz halde kanuna ve anayasaya bugün bile gösterilen hürmet şayanı takdirdir. Bu meseleye memleketimizin halihazırda aldığı istikamet bakımından bakarsak bazı tahminlerde bulunmak da mümkündür. Modern Türkiye’de büyük bir gayret sarfedilerek ihdas edilen devlet nizamının kuvvetini ilelebet politik mürebbiye vazifesini gören bir tip seçkin önderden alacağı tasavvur edilemez. Cumhuriyetin ve modern Türkiye’nin temellerini atan aydınların bilhassa bu bakımdan istisnai bir aydın tipi olduklarını unutmamak lazımdır. Demokratik idare şekli geliştikçe ve geniş kütlelerin memleketteki tesiri arttıkça, geniş kütleler tarafından bugün taşrada tatbik edilen kıymet ölçüleri yalnız taşra cemiyetinde değil devlet mekanizmasında ve bilhassa teşrii organda da kendini gösterecektir. Bu bakımdan önümüzdeki yıllarda eski ‘elite’ ile yeni ‘elite’ arasında, şehir aydınları ile memlekette hakikaten benimsenmiş olan kıymetlerin tatbikine kalkacak olan geniş kütlelerin temsilcileri arasındaki ihtilâfların artacağı muhtemeldir. Memleketimizde halen mevcut fikir ve kıymet buhranının politik ehemmiyeti işte bu noktada toplanmaktadır.”

*
(Bu arada Şerif Mardin bile kitle ile kütle’yi birbirine karıştırmış.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder