23 Kasım 2017 Perşembe

ŞEHİR AYARI

Doğadakinden farklı tabii.

Bol alan yerine sıkışıklık bir kere. Fiziksel kısıt. Ve milyonla çarpılan insan kaygıları, düşleri, kabusları, umudu, inceliği, hoyratlığı. Gürültüsü. Buharlaşan sessizlik, sükunet.

Şehre dönüş, çıplak dolaşmaya alışan ayağı sıkı bağcıklı dar kunduraya sokmak gibi geliyor haliyle. Üstelik o kundura hiç de öyle incelikli İtalyan işi, varla yok arası derili filan da değil. Bildiğin 1930’lar Sümerbank fabrikasından çıkma, kaba, ağır, acıtıcı.

Kalabalık insanın içine de yansıyor. Algılanacak, kavranacak, cevap verilecek, bunun da çoğunlukla bir savunma hali içinde yapılacağı bir veri bombardımanı. Doğada düşünceler az bulutlu gökyüzü misali aralarında soluk aldırıcı boşluklarla gelir, dingin bir denizde gibi yüzüp giderken burada kesintisiz, üst üste, katman katman bir yığılmışlık halinde. Gökyüzüyle arana giren şehir ışıkları ne ise içindeki ferahlığı sıkıca örten bu fizyo-zihinsel hal de o.

Dengeyi, akışkanlığı, yalınlığı, hayat veren boşluğu (alan hissini) sürdürmek şehirde kendiliğinden değil, çaba istiyor. Dolaysızlığın yerini dönüştürme iradesi alabilirse alıyor, gayet güzel işler de çıkarıyor. Ama gücünü doğadaki gibi hava ile sudan, topraktan, yaşam iştahının doğrudanlığından almayı beklersen yamulur, kavrulur kalırsın.

Bir an evvel şehir ayarına geçmelisin. Doğadan getireceğin değerli destekler var. Sözgelimi boşluğa, sessizliğe odaklanma terbiyesi. Kafanın dışına çıkmak, zihinsel işleyişin keyfi bir yapay gerçeklikten ibaret olduğu bilincini sürdürme egzersizi (meditasyon ile, dikkatini düşüncelere her gömülüşünde nazikçe bunun dışına –nefese, dış seslere, seçilen herhangi bir dikkat nesnesine- yönelterek). Sonra, iki taşın aralığından fışkıran ot, çiçek, binalar ne kadar yükselse de hükmünü yerine getiren gökyüzü, ayağını basabileceğin toprak yamalar ile doğa onca hengamenin ortasında göz kırpmaya devam ediyorsa selamını hiç karşılıksız bırakmayacaksın.

Fakat doğanın esini, gücü baki kalsın, adımını şehir işleyişine atmalısın. Gürültüyü, betonu, karmaşayı işleme sokmak, malzemeni, gıdanı, şevki bundan devşirmek. Bu işin ham yanı, istersen bunlara şehrin sunduğu mamul maddeyi, sanatı ekleyebilirsin. Ve sosyal ilişkileri –en azından teorik olarak.

Ustalık bunu dişlerini gıcırdatarak ya da tersine, pembeleştirmeye kaçarak yapmamak.

İnsanı şehir ayarı kadar zorlayan bir şey varsa o da kendi kafasında sabitleşmiş, betonlaşmış izlenimler, hükümler. Ankara dendi mi, şehir dendi mi sırtımın gerildiği, tüylerimin dikleştiği, ışığımın loşlaştığı o zombi tepki.

Böyle sabitleşmiş bir itiraz, direnç, olanı değil, ona ilişkin kendi koşullanmış fikrini/hissini yaşadığının en şaşmaz göstergesi ki bence insanın hayatın canlılığından koptuğuna kırmızı ışıklar saçarak işaret ediyor.

Aradan hükümler (beton kötü, uygarlık iyi, doğa iyi, şehir/Ankara kötü) çıktığında geri kalan, kendi başına hiçbir yükü olmayan yaşam. Onu külçe haline getiren, şimdi hariç bütün bir zaman tasavvurunu (kaydedildiği haliyle geçmiş, korkulduğu veya iple çekildiği şekliyle gelecek) sırtlanmış yaşamak.


(Psikolojik zamanı geride bıraktığında suyun üzerinde yürüyebilirsin belki?)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder