2 Haziran 2016 Perşembe

SAO MARTINHO DO PORTO ÜZERİNDEN İÇLERE

Sabah yağmurluydu. Kahvaltı salonunda güler yüzlü, yaşlıca bir garson karşıladı. Babacan bir beyefendi. Teresa ile hararetli bir sohbete koyuldular. Manzaralı bir yol ve bana görülecek yerler öneriyormuş. İstanbul’dan geldiğimi öğrenince gözleri parlayarak “Fenerbahçe!” demişti. Takımın Portekizli oyuncusu Raul Meireles’in amcasıymış!

Buradan bir an önce çıkmak istiyordum ama Teresa seramik fabrikası ile kaplıcaların tarihi kısmını bir göreyim istedi.

Kraliçenin kurduğu tarihi şifa yurdu kapandıktan sonra Caldas da Rainha eski önemini, harapça yapılara bakılırsa ışıltısını kaybetmiş. Ama belli ki alımlı bir yermiş. Geniş parkları, güzel taş yapılarıyla eski yerleşim şimdikinden çok farklı.

Keskin hicviyle güce meydan okuyan Rafael Bordalo Pinheiro buralıymış. Karikatürist, seramik tasarımcısı, heykeltıraş, illüstratör, Portekiz’in ilk çizgi roman yaratıcısı. Doğumunun 170. yılı kutlanıyordu.

Şehri ünlü eden seramiklerin üretildiği fabrikayı o kurmuş. Seramikler bir vakitler pek gözdeyken demode olup unutulmuş, şimdi yeniden artan bir rağbet görüyormuş. Belli zamanlar gezilen fabrika yerine satış mağazasına göz attık. Lahana, balık, patlıcan biçimli servis tabak çanakları derken Rafael Bordalo Pinheiro çizgilerinden grotesk figürler.



Raul Meireles’in amcasının tavsiye ettiği kıyı yoluna Sao Martinho’da kavuştuk. Yol göbekten geçilmiyordu. “İnsanları bıktırıp otobana yöneltmek amacıyla olduğundan kuşkulanıyorum.” Daha beteri buralarda işaretleme ya kötü ya da hiç yok. Böylece hemen her birinin etrafında bir tur attıktan sonra nereye sapacağımıza karar vermekten serseme döndüm. (Tersi belirtilmedikçe son gösterilen yönde devam et diye genel bir kural çıkardım. İşe yaradı.)

Ağırlıklı olarak İngilizce ama üç dilde konuşuyorduk. Portekizceye ilişkin sorular sorup duruyordum.

“Martinho mu? Portekizliler –cık ekine bayılır. Lokantada bir çorbacık istersin, ayacıkların yorulur, evciğini özlersin. Tanrının azizine bile Martincik dersin!”

Aziz Martincik, dar ağızlı geniş bir koy. Yerleşimin büyük kısmı, deniz rüzgarlarından korunmak için olsa gerek koyu çevreleyen tepelerin kara tarafında. Su tarafında kumsal ve kumullar ile havuzlaşmış güvenli bir deniz var. Kumlar sabah atıştıran yağmurla koyulaşmış, hala ıslak.



Nazaré’ye kadar dar kıyıdan devam ettik. Bahar çiçekleriyle kaplı dik yarlar, aşağıda uzanıp giden bakir kumsallar.. Çok güzel bir yol.

Tek tük ev için “Bunlara göçmen evi” deriz dedi. “50’ler, 60’larda ülkeden çok göç oldu. (Eğitimsiz, umutsuz insanlardı. Portekizlilere ilişkin olumsuz klişeler onlarla oluştu. Bugün yeni kuşaklarla biraz aşılsa da hala direnen kalıplar var. Beni görüp aa bıyığın yokmuş, çok da kültürlüsün, biz Portekizlileri, hele kadınlarını öyle bilmezdik diyen çok.) Tatillerde dönmek için göç ettikleri yerlerin mimarisine heveslenen yazlıklar yaptırırlar. Kar nedir bilmeyen bölgelerde dimdik şale çatıları filan görürsün. Ne kadar başarılı olduklarını dosta düşmana göstermek için heyula gibi lüks ciplerle gelirler –bir kısmı kiralıktır bunların.”

Nazaré’den içe saptık.

“Burası tipik bir balıkçı kasabası. Diğer adı ‘Dul bıraktıran’ ya da ‘7 etekler.’ Kocalarını denize kurban veren kadınlar geleneksel yas kıyafeti yedi eteğe bürünür.”

Keskin dönüşleri hoşuma gitmeye başlayan mizah anlayışıyla dayanamadı. Gülerek, “İşe geç kaldıkları sabahlar suçu altı ya da yedinci eteklerine yükleyiveriyorlardır tanrı bilir” dedi.

Alcobaça (alkobasa).

“Al ile başlayan isimler –Almedina, Algarve vs- Arap etkili fakat Alcobaça adı Alco ve Baça adlı iki ırmağın burada kesişmesinden. Tarihi Roma’ya kadar uzanıyor ama bugünkü yerleşim 12. yy’dan kalma bu manastır etrafında oluşmuş. Etkileyici, sevdiğim yerlerden. Görmeni istedim.”

Gerçekten de 200 küsur metre uzunluğuyla haşmetli bir yapı. Hiç süssüz kilisesi alışılmadık bir aydınlıkta. Huzur veriyor.

“Bütün o bezemeler, tarzlar tamam, sanat tarihine meraklıysan ilginç ama tanrıya, ruhuma, adına ne diyeceksen, daha derin bir temas peşindeysem geleceğim yer burası.”

Evet.



Manastır, dev davlumbazları ve ırmaklardan birinden buraya çektikleri kanal ile mutfak da ilginç. Manastırların iç bahçelerini çevreleyen revaklarda dolaşmak hoşuma gidiyor. Onlarla en yakın duygusal ilintiyi buralarda kuruyorum. Sütun ve kemerlerin iç içe geçen tekrarında insanı yatıştıran, trans ya da tefekküre sokan bir şeyler var sanki.



Öğle üzeriydi. Teresa yoldan geçen birini durdurup yemek için nereyi tavsiye ettiğini sordu. Arka sokaklardan birinde gayet temiz, leziz bir lokantada balık yedik.

Balça nehri incecik kalmış; bir daha gelmek için tükürüğümü isabet ettirecek kadar bile suyu yoktu. Alco daha iyi durumdaydı.

“Geleceğin savaşlarının su yüzünden çıkacağını söyleyenler haklı olabilir.”

Otobanı bırakıp iki şeritli yolları tutmak iyi fikir. Köy, kasaba, müthiş bitek tarla bahçe arasında yolun kendisini hedef yapmak.

“Batalha (batalya) özellikle kilise kompleksinin bitmemiş şapelleriyle etkileyici.”



Buranın savaş anlamına gelen adı, Kastilya hakimiyetine karşı 1. Joao önderliğinde yakınlardaki Aljubarrota’da verip kazandıkları mücadeleden geliyor (1385). Zaferin ardından kral adağını yerine getirerek Meryem Ana’ya sunduğu Santa Maria da Vitoria manastırını yaptırmış. Böylece bu yapı Portekiz’in bağımsızlığının simgesi olmuş.

Muzaffer gencecik kralın atlı heykeline bakarak karakter analizine giriştim:

“Anasının oğluymuş. Layık olmak için didindiği babasından ise kendini bildi bileli nefret etmiş..”

Teresa gülüp sanat tarihi açıklamalarına devam etti. Biletimi alıp tek başıma manastıra girdim. Kralın Dominiken rahiplere bağışladığı manastırı tarikatlarının 19. yy’da dağıtılmasına kadar onlar kullanmış. İç bahçe, evet. Tonozlar, evet. Kemerler, evet. Bol lahit, kaçınılmaz süslemeler. Tamam. Sonra dışarıdan dolanarak ünlü bitmemiş şapellere girdim ve vuruldum. Nedenini bilemiyorum. Kubbe eksiğiyle olanca görkemleriyle oradaydılar. Akşamüzeri güneşini arkadan alan yüksek vitrayların yansıması yağmurun aşınmış taş zeminde kalan birikintilerine düşüyor, korunaklı olması gereken iç mekanda sert bir rüzgar dolanıyor, saçımı, yüzümü, yansımaları ürpertiyordu.

Tamamlanmamışlık kusursuz bir tamlık iddiasıyla çatışıp onu beş paralık ettiğinden miydi bu etki? Fazla da kurcalamadım. Etkisini duy, nedenini sorma.

“Coimbra?” (kuimbra)

“Coimbra!” 

Annesinin memleketiymiş. Çocukluğunda yakınlarda kaybettiği babasının aileyi getirdiği tatillerin anılarını anlattı. Abisiyle Medina kapısında oynadıkları oyunları, şehrin iç gıcıklayan duygusunu.

Lizbon ve Porto ile birlikte içinden, kenarından ırmak geçen üçüncü kent. Ülkenin ilk başkenti ve en eski üniversite şehri. En yukarıda üniversite (ve tembelleri dürtüp duran çanları yüzünden öğrencilerin Kaltak adını taktığı kule) ile tepeden aşağı akan tarihi dokusu, kıyıdaki kolonyal garı, Rio Mondego (ülkenin EN uzun nehri) üzerindeki modern köprüleri, yeşilden de hiç geri kalmayışıyla pek güzel görünüyor. Üstelik koca şehir; turdu, transferdi, seçeneği boldur.

Teresa istasyonun karşısındaki kiliseyi işaret ederek bir süredir ballandırarak anlattığı lokantayı orada kime sorsam göstereceğini söylüyordu. “Adı Zé Manel ama Kemikler lokantası desen de herkes gösterir.”

Adı Almedina olduğuna göre otel de şehrin aynı adlı bu eski kısmından uzak olmamalıydı. Gerçekten de bu sefer elimizle koymuş gibi bulduk.

Coimbra ile Porto arası bir de Portekiz’in Venedik’i dedikleri Aveiro (aveyru)’yu görmek istiyordum. Resepsiyondaki gayet akıcı İngilizce konuşan görevliye sorularımı kendim sorarken artık tur düzenlemediklerini öğrendim. Kapanmak üzere olan turizm ofisine danışabilirdim ama.

Teresa’nın arkamdan mırıltıyla homurtu arası “Pekala, yarın şehir turu ve Aveiro'nun ardından seni Porto'ya götürüyorum ama bu gerçekten son-son gün” dediğini işittim. Ekledi: “Neden böyle yufka yürekliysem?”

“Belki biraz da bu turda benim kadar iyi vakit geçirdiğindendir?”

Çok sevindim tabii. Körün istediği bir göz.



Arabayı bırakıp ufak bir tur için çıktık. Kemerli kapısından Medine’nin bel büken dedikleri dik yokuşlarına vurduk. Kare planlı geniş Santa Cruz meydanına geldik. Meydana adını veren kiliseyi gezdik. Apsisinde Portekiz’in ilk iki kralının karşılıklı lahitleri yer alıyor. “Ben bu en kutsal köşenin İsa’ya ait olduğunu sanırdım” dedim. “Hem sizde insanlar mezar gördü mü kimin ve ne zamandan olduğuna bakmaksızın dua etmeye koyulmaz mı?” Yokmuş öyle bir adetleri.

Meydan, eski şehir.

“Burası hoşuna gitmişe benziyor.”

“Çok güzel. Muito bem?”

“Daha dur.”

Kiliseyle aynı adlı bitişikteki eski kahve oturaklı tavanı, ufak altıgen mermer masaları, ağır masif tahta panelleri, pencereleriyle harikaydı. Meğer kilisenin bir kanadını kahveye dönüştürmüşler. Ufacık sahnesinde iki sandalye, Coimbra tarzı (boynu gözyaşı biçiminde sonlanan) bir fado gitarı.



Köprüden karşı yakaya, bir boy yürüdük. Üst üste gelen taşkınlara karşı önlemlerini sonunda almışlar ama güzelce restore edildikten sonra yeniden sular altında kalan tarihi bir kilise için çok geçmiş. Birkaç metre yükseklikte mil altında kalmıştı.

Medine’ye dönüp arka sokaklardan Zé Manel’in dar geçidini bulduk. Yedi buçukta açılmasına fazla kalmamış, önünde şimdiden yirmi kişilik bir kuyruk oluşmuştu. Japonlar, Fransızlar.. Bu ufak lokanta öyle gözdeymiş ki kapısında beklemek (beklerken kurulan ahbaplıklar)  bile deneyimine dahil bir hoşluk sayılırmış.

Çok geçmeden sahibi Zé kağıdı kalemiyle görünüp her grubun kaçar kişilik olduğunu not etti, içeri girip masaları düzenledi, yeniden çıkıp bizi yerlerimize götürdü.

Duvarlar masaların beyaz kağıt örtülerinden koparılan parçalara bin bir dilde yazılan kat kat notlar, şiirler, mesajlardan görünmez olmuş. Kağıtlar arasından burada olması dünyanın en doğal şeymiş gibi gözlüklü bir yaban domuzu kafası uzanıyor. Gıcır gıcır çelik tezgah mekanın geri kalanının köhneliğiyle çelişiyor.

Et (keçi, domuz), sakatat, bir iki deniz ürünü ile yerel mutfağın kendine özgü çeşitlerine yumulan insanlar bir süre sonra masadan masaya söyleşmeye başlıyor. Havanın ısınmasında Zé ile garsonlarının sözde atışmasına dayalı tuluatla garsonların müşterilere takılmasının da rolü var. Komedi, mönünün parçası.


Teresa’nın önerdiği kemikli eti (ya da etli kemik) denedim. Lezzetli ve eğlenceli bir yemek oldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder