3 Haziran 2016 Cuma

COIMBRA'DAN PORTO'YA

Sabah eski şehrin şiddetle İstiklal Caddesini çağrıştıran bir caddesinde yeni yeni açılan pastanelerden birine oturduk. Kahvaltımı koyu tatlı şeylerle yaptım (sigaradan sonra tatlıyla bağımı da çözmem gerekecek). Raflardaki içki şişeleri dikkatimi çekti. Yalnızca Porto şarapları değil, her türlü alkol. İçki satışı için özel izin gerekmiyor mu? Gerekmiyormuş. Böylece fırınlarda, pastanelerde bile her çeşidini bulmak mümkün.

Bir kez daha Medine kapısından geçip tepeye, üniversiteye yürüdük. Yamacın ortalarında bir kilisenin açılmasını beklerken Teresa karşıdaki bir binanın duvarında Karanfil Devriminin ünlü şarkıcı-ozanı José Afonso’nun  (O Zega) seramik portresi ile bu evde yaşadığına dair plaketi gösterdi. Devrime sesini verenlerden çok önemli bir figürmüş. Açık bir pencerenin kenarına bir çift spor pabuç duruyordu. Evi müzeye dönüştürülmemiş.




Kilise açılmadı, yola devam ettik.

Portekiz’de gördüklerimin daha fazlası değilse yarısı dünya kültür mirasından sayılmış, Coimbra Üniversitesi de onlardan. Tarihi yapıların etrafına Salazar döneminde kişiliksiz binalar eklenmiş. Göz onları hızla geçip tıp ve edebiyat fakülteleriyle tepelerden ırmağa, şehre bakan meydanda duruyor. Dünyanın hala eğitim veren en eski üniversitelerindenmiş (kuruluşu 13. yy).




Bilet alıp kütüphane önündeki kuyruğa girdik. Belirli zamanlarda ziyaretçi alınıyor. Nedenini içeride anladım. Ama ilk “bilgi” okuduklarımdan değil, bedenimden geldi. Kuru, serin loşluğuna adımımı attığım an huşu duydum. Yüksek tavanına kadar iki katı fırdolanan kafesli dolaplar, raflar dolusu yüzlerce yıllık kitap. Yanlarda büyük masif masalar. İç içe salonların büründüğü koyu kahve, altın yaldız, bordo. Kokladığım en hala yaşayan geçmiş kokusu. Eski, yine de taze.

Sessizlik.

İçerideki bütün bir ziyaretçi grubuna rağmen seslerin üzerine hepsini eşit boğan bir sessizleşme örtüsü atılmış gibi.

Tanrıya şükür foto çekmek yasak.

Sadece gör, hisset. İstersen çeşitli dillerde hazırlanmış broşürlerden bilgi edin.

Şunları öğren sözgelimi:

Kütüphane ısı yalıtımıyla bir tür termos gibi tasarlanmış –heybetli kapısının belirli zamanlarda açılmasının nedeni buymuş. Kitaplar böylece ısı ve nemden azami ölçüde korunuyor.

Kurtları uzak tutan bir ahşap kullanılmış.

Yine de kadrolu personeli arasında ufak zararlılara karşı yarasalar varmış; gece el ayak çekildiğinde uçuşmaya başlar, içeri sızan, üremeye cüret eden ne kadar böcek varsa silip süpürürlermiş –ama tabii raflar bundan önce yarasa pisliğine karşı örtüler ve özenle kapatılırmış.

İçimden yerlere kadar eğilerek çıktım.

Barok kütüphaneden aşağı, hapishaneye indik. Üniversitenin ayrı yasama organı olduğu zamandan kalma, dar bir döner merdivenden inilen, beyaz badanalı boş odalardı. Bizden başka kimse yoktu, yankısını şöyle bir yokladım. Müthişti. Saldım sesimi, eğip bükmeyi, çoğaltıp doldurmayı, uzatmayı mekana bıraktım. Bir iki nota, derken doğaçlama cümle parçaları-cümlelerle serpilen sesler.

Çıkarken durup kulak kabartmış insanlarla karşılaştım.

Üniversite şapelinin kapısında girmek için tıklatın notu vardı. Görevli bir öğrenci açıp bizi iki kişi dışında boş kiliseye aldı. Nispeten ufak, aydınlık ama bezemede kaynak esirgenmemiş diğerlerinden hiç geri kalmayan bir mekan. Hala kullanılıyor, burada düğünler de oluyormuş (profesörlerin ve parasını verirse dışarıdan çiftlerin). Çıkarken koca bir ziyaretçi kuyruğuyla karşılaştık.

Yön konusunda tanrının unuttuğu bir kul olabilirim, buna karşılık kusursuz bir zaman-ritim duygum var. Rehberken de turist olarak da en olmayacak yerlerde kalabalıkları teğet geçmemi sağlayan, gürültü, kargaşa arasında sükunet adalarının kokusunu aldıran şaşmaz bir içgüdü.

Ya da belki, sen hep yollarda ol, biz arkandayız diyen seyahat pirlerinin işidir.




Akademik doktor adaylarının jüri karşısına çıktığı büyük salona üst galeriden baktık. Köşede bir bölüm şamatacılara (fanfar) ayrılmış. Tezin kabul edildiği bunların kopardığı kıyamet (ziller, davullar, kim bilir daha nice gürültü aleti) ile duyurulur, salonun sessizliğe bürünmesi ise olmadı! anlamına gelirmiş.

Buradan çıkılan dar balkon boyunca kente nefis bir bakış var.

Çıkışa yakın aşağılardan çatal bıçak sesleriyle sivrilen bir uğultu yükseliyordu. Üniversite kantini! Bayılırım. İnelim de çocuklarla bir kahve içelim dedim. Bol mürekkep (artık printer mürekkebi), kağıt, yüzlerce genç kokunun o kendine özgü karışımıyla okul nefesi. Sarı, kırmızı, beyaz plastik sandalyelere çökmüş, kitaplarına notlarına, sohbetlerine gömülmüş, beklentileri, korkuları, umutları hayatça kim bilir kaç değişime uğratılacak gençler. Taslak yaşamlar.




Aşağı, şehre dönerken bakımsızlığın, kir pasın bile halel getiremediği güzellikte binaların önünden ve meyve-sebze-et-balık (biraz da çul çaput) halinin içinden geçtik. Kirazın kilosu 11 E’ya kadar çıkıyordu.




Toparlanıp otelden ayrıldık.

Arabanın bagajı, benim görevim dün sonlanacaktı, sen de nereden çıktın yine dercesine bavulumu almıyordu. Şöyle bir kazı çalışması ardından yeri değişen bir çekmecenin engel olduğunu fark ettik. Ahşap işli eski, güzel bir çekmece. Teresa hayretle bakıp bunun burada işi ne ki dedi araba ve içindekiler kendisine ait değilmiş gibi. Çekmeceyi ikna edemeyince içeri aldık.

Otoyola bulaşmadan, oradan 60 küsur km olan yolu biraz uzatıp Portekiz Venediği Aveiro’ya geldik. Kanallarla gondolların fotografik güzellemesine kapılmışım. Girişi sıradan, merkezi ufak art nouveau yapılarla hoş, Venedik benzetmesinin kaynakları ise şeylerin asıllarından şaşmama gereğini hatırlatır büyücek bir şehir. Gondol turu yaparım diyordum ama Gençlik Parkı havuzunda dolanmaktan daha heyecan verici olacağa benzemiyordu, vazgeçtim. Gondolların burunlarındaki birer çizgi roman zenginliğinde sahneler (ve “edepsizlikte birbiriyle yarışan isimler”) eğlenceliydi ama.

Teresa bir kez daha haklı çıktı: Bundan hiç şaşma, nerede yediklerini yerlilere sorarak lokanta seç, pişman olmazsın. Arkalarda bir halk lokantasına öyle gittik. Üzerine yine bir manastır tarifiyle yapılmış yerel tatlıdan aldık ama şiddeti benim için bile biraz fazlaydı.

Olabildiğince kıyıda kalarak denizin içlere girdiği sazlıklarla batak alanlar, kumullar boyu ilerledik. Sahil kasabası Esmoriz’in (“Portekiz St.Moritz’i?”) okyanusta sonlanan ana caddesinin ucuna kadar gittik. Kıyı boyu bir duvar çekmişler, Atlantik görünmüyor, sadece gümbürtüsüyle kaldırdığı tuz serpintili pusu geliyordu. (Neden getirildiği anlaşılmayan bir otobüs dolusu ilkokul çocuğu vardı, duvarın önündeki dar alanda çığlık çığlığa, sevinç içinde kaynaşmaktaydılar.) Biraz ilerideki açık ve boş kumsalına yürüdük. Rüzgarın tuzlu tokatları fazlasına elvermiyordu, döndük.




Otelim Porto’da değil, Douro (doro) ırmağının karşı kıyısındaki yeni yerleşim Gaia’da imiş. Onca sakin saatin ardından iş çıkışı trafiğinde şehir curcunasına buradan daldık. Odama yerleştim. I. Louis köprüsüne kadar yarım saate yakın yürüdük. Köprünün üst katı iki şehrin tepelerini, alt katı da kıyılarını birleştiriyor. İkisi de yayalara açık. Baş döndürücü bir yükseklikten nehre, Porto’nun tarihi, rengarenk rıhtımı Cais da Ribeira’ya, şarap fıçılarıyla dolu, uzun kürekli teknelerine (rabelo), ufacık insanlara bakarak karşıya geçtik.





Dönüşte böylece beni Porto ile de tanıştıran Teresa ile kırk yıllık ahbap gibi vedalaştık. Suyunu döküp kollarımı Porto’ya sıvadım.

*

Fotograflar:

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/6291082994702432769#

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder