4 Haziran 2016 Cumartesi

PORTO'NUN S'Sİ

Dokuz saati aşkın dolanmanın ardından sırt çantamın bir cebinde bira, diğerinde içinde ne olduğunu sadece tahmin ettiğim bir panini ile otele döndüm. Kahve ile ekleri önden ve köşedeki pastanede oturarak götürmüştüm. Fazlasına gerçekten halim yoktu. Uzun bir duşla şehrin kirli havasını, buz gibi rüzgarı izleyen terini, okyanusun tuzlu nemini üzerimden attım. Fox Crime kanalında eski bir dizinin Portekizce alt yazılarını okuyarak sandviçi (leziz bir peynir ve jambonluymuş) gövdeye indirdim, birayı da dikip televizyonu ve gözlerimi kapadığımda saat 9 bile olmamıştı. Gitmişim.

Sabah, sevimsiz Gaia’nın otel ile kıyı arasındaki 3-4 kilometrelik kısmını metroyla atlatıp başında indiğim 1. Louis köprüsünden yürümeye koyuldum. 1800’lerin sonunda Gustave Eiffel’in ortağınca yapılmış. Köprüden bakış evet ama kendisi de başlı başına bir varlık. Altı araç, üstü metro trafiğine ayrılmış iki katıyla sürekli zangır zangır çelik bir örgü (içine karpuz konulmuş ters bir pazar filesi biçiminde).



Yanından Porto’ya çıktığım kale-katedrale (sé) şöyle bir göz attım. (Yapmaya, içini doldurmaya, korumaya, ayakta tutmaya yüzyıllardır ne emek sarf etmişsiniz. Haşmet, altın, süsleme kıyamet ama bugünün şunda bunda göz sektiren, tek bir şey yerine şeyler arasında seğirtmeyle kafa yapan bir turistiyim işte. Bağışlayın. Benden-bizden bu kadar, Tarih!)



Tatlı sabah serini. Tenha taş meydan, merdivenler, yamaçtaki diğer kilisenin taraçası, kıvrım büklüm geçitlerden indim. Turizm ofisinde şimdiden bıkkın memurun önündeki kısa kuyruğa girdim. Önümde, benden büyükçe yorgun bir kadın vardı, sırt çantasından onunki gibi terlikler, meyve torbaları, başka ıvır zıvır sallanan daha da yaşlı ama gayet dinç bir adamın başlattığı sohbetle hac yürüyüşünde olduklarını anladım. (Mayıs, Hazreti Fatma’nın ayı, hac vakti imiş). Adam elindeki bir tomar “hakikaten yürüdü” belgesine turizm bakanlığı memurundan damga alacakmış da. Almandılar. Hacılıklarını resmi makamlara onaylatma ihtiyacını yadırgamamalı. En öndeki hepimizden yaşlı, kibar, koca sırt çantalı Hollandalı çiftin “Bir de şunu soracaktık”larının sonu gelecek gibi değildi. Çıktım. Kıyıda aradığımı buldum: Kırmızısı, sarısı, mavisi ile iki katlı in-bin tur otobüslerinin gişesi. Kırmızısı tanıdık. Uzun-kısa iki çeşit turu, şarap tadımı, Torre dos Clérigos (Clérigos kilisesinin Porto panoramalı çan kulesi) bileti dahil iki günlük bileti 15 E. Taksiden elbette ama toplu taşıma kartından da ucuza geliyor. Karşıma ilk çıkan uzun turun otobüsüne binip tam bir devir yaptım, görmek istediklerimi kararlaştırıp Gaia kıyısında indiğimde ortalık iyiden iyiye canlanmıştı. Rıhtım boyu açılan hediyelik eşya tezgahları arasından dolanıp köprüyü bu kez alt katından yürüdüm, beyaz güneşlikleri altındaki Porto tezgahlarıyla doldukça dolan kahve, lokanta masalarının yanından yukarı, Aziz Francis kilisesine vurdum. Teresa tavsiye etmişti. Kendimi yokladım, bir kilise içini daha üstelik bilet alıp görmek istemediğimi hissettim. Sen bilirsin!



Ses düzeni kötüydü, çalıştığında bile ne dediği pek anlaşılmıyordu ama kırmızı otobüs ile bir tur epey fikir vermiş, neyin nerede olduğunu görüp yerleri kafamda birbirine bağlamıştım. Praça (prasa) da Liberdade, Özgürlük Meydanına çıktım. Gara doğru kıvrıldım. Mavi seramik tablolu aydınlık girişi içimi kiliselerden çok daha fazla açtı, çekti. Bugünün trafiği. Anonslarda Portekizceye fazladan katılan seksi tondan hoşlanıp hoşlanmadığıma karar veremeden dolandım, rastgele detaylardan seramik panoların öykülerine daldım, dijital tablolardaki tren tarifelerine baktım. Gideceğim bir yer, ait olduğum bir hikaye varmış gibi yapmak hoştu. 



Otobüsler dolusu turist kaynasa da boşluğu hiçbir akınla dolamayacak kadar büyük görünen Özgürlük Meydanına dönüp çalışı ilkten hoşuma giden bir sokak saksafoncusunun bitişiğindeki kafe terasa oturdum. Avaz avaz baharatlı görünen, bizimkinden ince Portekiz sucuğunu denemeyi bir kez daha erteleyip hepsi de haşlama kuşbaşı et-patates ve midyeden oluşan bir tabak seçtim, damağı kutsal bilen arkadaşlarımın yağdıracağı aşağılamayı hayal ederek güldüm. Benim içinse gayet iyiydi. Bir şişe de Pedras (yemeğe aldırmayabilirim ama maden suyu konusunda da benim damağım son derece uyanık ve seçici: Pedras da iyi bir tabii maden suyu). Saksafoncu düş gücünden yoksun olduğunu fark etmeyecek kadar vasat bir müzisyen çıkmış, sıradanlığına bakmadan iddialı bir gürültüyle üfürüp durduğu standartlar kafamı ütülemeye başlamıştı. Kalktım.



Seramik kaplı kilise tarafında olduğunu hatırladığım Majestic Café’yi iyi kalpli Portekizlilere sora sora buldum. Ortak bir dil olmasa da durup ellerinden geleni yapıyor, hiç değilse bir yere kadar tarif ediyorlar. Yazarların, sanatçıların kahvesi olmuş Belle Epoque tarzı Majestic, burada bir kahvesini (iki üç katına) içmeden onu da yaptı listesi eksik kalacak turistlerin akını altında. Sırf fotografını çekmek için girmiş olmayayım diye oturdum ama bunalmış personelin ilgisizliği ve anlamsız kalabalıkla vazgeçip çıktım. Araç trafiğine kapalı alışveriş caddesi Rua de Santa Catarina’daki akışa karıştım.

Hollandalı teorisyen, mimar Rem Koolhaas tasarımı konser salonu, Casa da Musica geniş bir meydanın ortasında. Soyulduktan sonra limonlu suda kararmadan tutulan orta boy bir yarım kerevizi andırıyor. Asimetrik açılı değişken yüzeyleri, tabana ortasından daha dar yüzeyiyle değişi kütleselliğini azaltıyor. Ne uçucu ne de lök diye oturucu. İyice güneşli günlerde meydanıyla birlikte göz yakıcı olmalı ama bir konser salonunun akustiğine kulak kesilmeli zaten asıl, değil mi?



Kırmızı otobüse atlayıp upuzun Boavista caddesi boyunca gittim. Şehrin dış ucundaki yüksek bloklar uzaktan görünüyor. Buradaysa varlıklıların bahçe içindeki evleri. Kent merkezinin curcunasından uzak, nefes alan bir bölge. Caddenin ucundaki şehir parkı ülkenin en büyüğüymüş, geniş bir zamanda görmeye değer. Okyanusla sonlanan Boavista’nın çeşit çeşit isim alarak uzanan kordon boyuna döndüğü yerde indim. Kuzeyde, geniş bir kumsal ve kenarında yükselen apartmanların ötesinde silolarıyla liman, suyun kaldırdığı pusta renksizleşmiş, tuhaf bir iki boyutluluğa bürünmüştü. (Ama belki de tersi. İki boyutlu, renksiz bir şehir dilimi, okyanusun pusunda çekici bir tekinsizliğe bürünmüş.)

Rüzgarlığımı dürüp sırt çantasına soktum. Yürümeye başladım. Ara ara ağaçlık parklar, kafe teraslar. Sütlü kahverengi kumsal, kayalık kıyıda ceplere bölünüyor. Burada olsa olsa güneşlenilir, bileklere kadar suya girilir. Atlantiğin kendince sakin bir günü ama nabzı uykuda bile yüksek atan bir dev gibi. Kayalara, dalgakıranlara çarpan dalgaları metrelerce yukarı fışkırıyor. Tuzlu pusu görüşü bulandırıyor. Ortalık yürüyenler, o kıyamette balık tutanlar, kahveleri dolduranlarla rengarenk kalabalık ama bir yanım onunla hep olduğu gibi okyanusun içine düşmüş, derinliklerine çekilmekteydi. Sessiz, hipnotik, kendi kendinin dinamosu bir yürüyüşle boşaldıkça dolarak gittim gittim. 

Sadece bileğine kadar bile girsen seni enginliğine çeken böyle bir suya değen hiçbir şey kendinden ibaret kalmıyor. Ne köy, kasaba, şehir, ülke ne de kendini salacak olduğunda bir turistin öğleden sonra yürüyüşü.


Okyanus dokunanı değiştiriyor. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder