18 Ocak 2011 Salı

SIĞLAŞMA II

Nicholas Carr’ın kitabı ilk bakışta ayanı beyan görünebilir: İnternet, getirdiği bütün kolaylık (ve renk) ile dikkatimizi dağıtmak üzere çekmekte.

Herhangi bir ortalama kullanıcının şöyle bir kendini gözlemle, belki bu kadarına bile gerek olmadan “bildiğini” konu alan bir kitap daha ne söyleyebilir ki?

Pek çok şey.

İletişim kuramcısı Marshall McLuhan’ın, İnternet kullanımı konusunda kutuplaşan ateşli tartışma sırasında göz ardı edilen saptamasını Carr çıkış noktası olarak alıyor:

Yeni bir araç ortaya çıktığında insanlar getirdiği bilgiye, “içeriğe” odaklanır. Ancak uzun vadede bu aracın içeriğinden daha önemli olan, düşünce ve davranışımızı nasıl değiştirdiğidir. Teknolojinin etkisi, fikirler, kavramlar düzeyinde kalmaktan ziyade, algılayışımızı sürekli bir biçimde ve dirençle karşılaşmaksızın değişime uğratmasındadır.

Bundan sonra da algımızın zihinsel teknolojiler dediği bilgisayar ve İnternet kullanımıyla uğradığı değişimin derinliklerine dalıyor. Bir yandan yazı, saat, pusula-harita ve matbaanın keşfiyle zihinsel teknolojilerin tarihsel gelişimini ve bunların dünyayı görüşümüzü nasıl değiştirdiklerini aktarıyor. Diğer yandan değişimin fizyolojik ve davranışsal temellerine iniyor.

Bugün bildiğimiz kadarıyla beyin yüksek bir plastisiteye sahip. İşleyişi kaza, hastalık ya da sadece kullanım biçimindeki bir değişiklikle kesintiye uğradığında oluşturduğu yeni bağlantılarla kendini yeniden düzenleyerek değişikliğe uyum sağlayabiliyor.

Ancak, plastisite adı verilen bu özelliği esneklik anlamına gelmiyor –ki konumuzda bu, zurnanın zırt dediği yer. Evrimin yasa haline getirdiği bir olgu burada devreye giriyor: Ya kullan ya kaybet. Beyinin ne kadar gelişmiş olursa olsun kullanılmayan bir bölümü “çözülüyor” ve potansiyeli kullanılan alana aktarılıyor. (Görme yetisini kaybeden birinin beynindeki bu kısım, komşu işitme merkezine devroluyor sözgelimi.) Yer eden bir alışkanlığın geri çevrilmesi imkansız olmasa da olağanüstü çaba gerektiriyor. (Kolaya kaçma alışkanlığını geriye çevirmek ise pratikte düpedüz olanaksız olmalı.)

Bunun doğrudan sonucu, hayatımızı “kolaylaştırma” iddiasında olan teknolojilerin bu vaatlerini yerine getirirken bizi de dilim dilim değiştirmeleri/eksiltmeleri.

Peki, böylece açığa çıkan potansiyelimizi daha yaratıcı, verimli kullanabiliyor muyuz umduğumuz gibi?

Zurna bir kez daha zırt ediyor.

Çünkü beyin ne kadar plastisite sahibi olursa olsun, başlangıçtan getirdiği bir özelliği hala geçerli: Bir “bilginin” yer edebilmesi (geçici hafızadan uzun vadeli hafızaya aktarımı ve gerektiğinde oradan yeniden geçici hafıza yoluyla çağrılıp kullanılabilmesi), geçici hafızanın çalıştığı kritik zaman diliminde bölünmemiş bir akış gerektiriyor.

Uzun vadeli hafızamız uygulamada sınırsız. Ancak işe yarar olabilmesi, geçici hafızanın tek parça çalışmasına, veri aktarımına bağlı.

Beyinin yapacağı işi taşerona yaptırdığımızda (zihinsel çabayı elimizin altındaki, leb demeden leblebiyi giderek daha hızlı anlayıp daha fazla seçeneği sunan İnternet’e devrettiğimizde) araştırıcı-sorgulayıcı yanımızı harice almakla kalmıyoruz. Bu harici işleyişin özellikleriyle de damgalanıyoruz.

İşlem hızı çılgınca yükselirken meşguliyetlerimiz de dallanıp budaklanıyor. İşimizin arasında yüklenmiş programların güncellenme mesajları, e-postalar, sohbet cümleleri, takıldığımız sosyal ağlara yeni yüklenenler, atlayıp sıçradığımız müzikler, video klipler… ekranımızda, onunla birlikte de beynimizde çakıp çakıp sönüyor. (Bu kadarı kesmiyorsa bu mesajların çoğunu anında görebileceğimiz telefonlarla cebimize atıp çıkıyoruz dışarı.) Böylece geçici hafıza dört bir yandan yağan uyaranla sürekli kesintiye uğruyor. Uzun vadeli hafızaya aktarım yapamıyor. Enformasyon “bilgiye” dönüşemeden sekip sekip sanal uzayda geldiği gibi yitiyor.

Sonuç, evet, beyin yeni bir numara öğretilen maymun gibi buna da uyum sağlıyor. Daldan dala atlama cambazları haline geliyoruz.

Bedel: Ekranımızdan akıp giden pek az şeyin işlenip içselleşip bizimleşerek dağarımıza katılması.

Organik bilgi işlemciler olmaktan çıkıp tıpkı bilgisayarlarımızın, cep telefonlarımızınki gibi yüzeyinde hiçbir şeyin kalmadığı, her şeyin akıp geçtiği ekranlara dönüşmek.

Boşlaşmak, sığlaşmak.

Devam edeceğim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder