Divana bir bebek gibi oturtulmuştu. Tertemiz. Üzerinde en
ufağından ama bedeninden kalana o bile büyük kaçan beyaz bir tişört. Başında
yemeni.
Usulca sarılıp yanına oturdum.
Bütün bir ömür. Kıtlıklar, bolluk. Geniş bir ailenin
hırgür ve sevinçleri. Mevcuda kattığı beş çocuk, derken torunlar, onların
çocukları. Zincir uzadıkça başından, bazen de trajedilerle ortalarından eksilen
halkalar.
Topluluğa, birlikte yaşama açılmış gözleri yuvalarına
kaçmış.
Zayıf bir kalp, bedenin, ruhun binbir acısı, yarasının,
hızla eksilen zihninin kasıp kavurduğu kaşık kadar kalmış yüzü, dimdik duruşu
hâlâ ne kadar güzel. Soylu.
Son düşüşüyle çatlayan bacak kemiği için mutlak istirahat
verileli artık evinde bakılıyor.
Durulmuş. Son görüşlerimdeki artan telaşı, çırpınışı
artık yok. Hatırlamak – unutmak – yardımla yerine oturtulan parçaların (kim
kimdi, neler oluyor) hemen ardından yeniden dağılması, dört bir yana saçılırken
yüreğine verdiği telaş - yalnızlık korkusu – ölüm korkusu – kaybettiklerinin boşluğuna
kendi içinde açılarak eklenen boşluk – boşluk – olan biteni artık hiç anlamlandıramama
– kayış. Bütün bunların yerini sessiz bir tevekkül almış.
Bakım sırası kendinde olan, onun yememesinden yakınan,
kendi çektiği güçlükleri sıralayan kızının sesi kulağımda uzaklaşırken,
dokunmaktan, temas kurmaktan kaçılan, nasıl baş edileceği bilinmez, gönülsüz
taşınan bir ağırlık, yük olmuş bu zarif kuşa bakışım derinleşti. Kahretmeden,
gocunmadan, ezilmeden, başka türlüsünü aramadan ne yükler taşımış incecik
iskeleti yanı başımda, biz ikimiz susuyorduk. Gözlerimi ayırmadığım gözleri
doldu. Kelimeleri, artık belki anlamı da çözülüp giderken geriye kalan hisle,
hislerle.
Onu belki son bir kez öpüp ayrılırken akşam güneşinin
girdiği mutfağa başımı uzattım. Bir vakitlerin konağının ocağına. Kalabalık çoktan dağılmış, kendi hayatlarına ya
da hayattan göçmüş; kavlayan rabıtaların dalgalandırdığı zeminde bir masa.
Başında tek bir sandalye. Boş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder