Deftere adımı yazdırdım. Masadaki askıdan yuvarlak
pleksiglasa basılı bir numara çektim. Görevliyle numaranın ait olduğu şemsiyeye
yürüdük. O, şezlongların asma kilidini açar, zinciri şakır şukur çıkarırken tuh
dedim, tam da yerini seçmişim. Yanı başımda çakıllara serdikleri yalın kat havlulara uzanmış asık yüzlü genç bir çift vardı. Onlara, diğer şezlonglara
ihtiyacım yok, isterseniz buyurun alın dedim. “Biliyorum, tuhaf bir durum ama..”
Şaşırdılar, yüzleri gevşemedi ama kibarca geri çevirdiler. Ayrımın baş ve ayak,
iki ucunda böyle dip dibe olmak geriyordu. Ben defterimi açtım, onlar suya
girdi.
Nereden çıktığı belirsiz bir ayrışmanın şaşkın, mahcup,
öfkeli iki tarafındayız. Kişisel kaprisler? Çıkar çatışmaları? Kafka’yı mumla
aratır bir hukuki bulanıklık? Muhtemelen sonuncunun açtığı kapıdan işin içine
dalan diğerleriyle.
Dağın eteğinde bir yazlık site burası. Bir süre önce statüsü değişerek dağın öbür yanındaki beldeye bağlandı. Arada koca bir
tepe, onun mahallesi sayıldı. Belediyelerin ilçelere bağlanmasıyla yönetim
değişerek daha da uzaklaştı. Kıyıların kullanım bedelini (sesi müshil ilacı
çağrıştıran ecrimisil) yıllardır ödeyen siteye hayır, dendi; buraları
halkındır, açacaksınız. Peki, üstelik çok yüksek olan o kirayı neden ödüyorduk?
Cevap yerine kafaların kaşınma sesi gelmiş olmalı. Ama bunun yanıtı verilemedi.
Kararının önü arkasını ne kadar düşünmüyorsa iknaya da gerek duymayan “buyurdum-ola!”
devlet geleneğimiz toz toprağı birbirine kata, garip durumlar yarata hükmünü icra etti.
En kıtı su olmak üzere kaynakların kullanımı nasıl
olacak? Su siteye ancak yettiği-yetmediğine göre nüfusu birkaça katlayan dışarıdan
gelenlere siz su getirecek misiniz? Yo, öyle bir çaba görünmüyor. (Buna
karşılık, izlenmek üzere ayaklarına çip takılan yaban kazları misali, sensorlu
turuncu duş bilezikleriyle dolaşmaya başladık. Müdüriyetten düzenli duyurularla
da merhamete gelip duşları yabancılara kullandırmamamız önemle hatırlatılmakta.)
Yığılan çöpler?
Orada burada kontrolsüzce yakılan mangallarla artan orman yangını
riski?
Ya parasını verdiğimiz şezlonglarla şemsiyeler? Mülteci
kabulü sorusuyla yüz yüze gelen memleketlerin ikilemine bu mikro düzeyde
düştük. Ben-sen, benim-senin değil refleksiyle, iş gerçeğe binince romantik
cazibesiyle zorlayıcılığından kaybeden ya insanlık?! sorusu..
Belediyenin şezlonglarınızı su çizgisinden 5 m öteye
çekin buyruğu yerine getirilmedi, belediye de fazla üstelememiş görünüyor
zaten. (Bu arada, bir berraklık, tutarlık varmış izlenimi yaratan “5 metre!”
gibi kesinlikler, Alice’in bir türlü uyanamadığı harikalar diyarının parlak
nişanlarından.) Yerine, personel sayısı iyice artırılarak bu zincirli yöntem uygulanıyor.
Adını deftere yazdırdıktan sonra.. Bir tür cezaevi ziyareti gibi. Asma
kilitler, anahtarıyla önüne düşen görevliler, zincir şakırtıları. Ve ne
olduğunu anlamadan (biz çok mu anlayabiliyoruz?) kendini sahip olarak senin
ayakucunda bulan, kafası karışık, kızgın, dışarıdan gelenler.
Kızgınlığınız anlaşılır bir şekilde ilk gördüğünüze,
turuncu bilekliğiyle ben ayrıcalıklı yaban kazına yönelebilir. Ama inanın bana,
siz yerde, ben şezlongda olsak da aynı bulanık çorbada yüzüyoruz.
İki kere ikinin kazara dört ettiği diyarda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder