Orhan Pamuk’un Kar’ını duygusuyla serinlemek üzere en
sıcağa bırakmıştım.
Sıcağı da soğuğu da silen etkisi bambaşka oldu.
Kars’a, kara, kapatılmış-yalıtılmışlığa gömüldükçe ışığım
cılızlaştı. Yakın tarihin roman yorumunda dışarıdan bakmayı mümkün kılan
sıkıştırılması, yoğunlaştırılması bana sarsıcı bir şey göstermekle kalmadı,
bunun ülkenin denk geldiği bugününde nasıl alabildiğine geçerli olduğunu da
hissettirdi. Yediği yumrukla ciğeri sönen biri gibi soluğumu kesti.
Bir nesnenin kübist yorumuyla resmedilişini andırarak
kırılan, çarpıtılan, üst üste bindirilen olayları kaba, sığ bir anlatım olarak –yer
yer can sıkıntıma hakim olma çabasıyla- okumaya başlamıştım ki darbe
parodisiyle birden uyandım.
“Soğutucu,” izole edip mesafe koyucu, saflaştırıcı kar
çemberi içinde, görünürdeki canhıraş olay-hareket, çatışma, geçişimin, sözüm
ona dinamizmin ötesinde yatan durağanlık çarptı beni. Türk-Kürt
milliyetçisinin, solcusu, Atatürkçüsü, radikal İslamcısı, darbecisi,
oportünisti, militanının, durağanlığı bir adım öteye götürmeyen, onun
değirmenine birlikte su taşıyan piyonlarından ibaret olduğu bir oyun gördüm.
Kendini mühim, vazgeçilmez, doğru, haklı sayan ya da kronik bir kıyaslama sonucu aşağı
buluşuyla ne yapacağını bilemeyen figürlere, çalkantılı bir denizde görünümün
aldatıcılığına rağmen su moleküllerinin yer değiştirmemesi (hiçbir yere
gitmemesi) çelişkisi açısından baktım.
Kar ve bir romancı olarak Orhan Pamuk üzerine
söyleyebileceğim başka şeyler de var ama okuyuşuma damga vuran bu sarsıcı
uyanış oldu.
Hâlâ da kendime gelebilmiş değilim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder